Siyasal duruşunun ve tutumunun “sol”da olduğunu söyleyen ya da kendisini “solda tanımlayan” ve hatta kendisini marksist, leninist ya da komünist olarak sıfatlayan herkesin çok iyi bildiği gibi, oligarşinin 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte geniş ve yaygın bir depolitizasyon süreci yaşanmıştır.
Depolitizasyon (“apolitikleşme”) süreci, emperyalizmin ve oligarşinin yoğun ideolojik saldırısı koşullarında “sol”da ideolojisizleşmeye yol açmıştır. Bu ideolojisizleşmenin en tipik sonucu ise, bilimsel saptamaların, bilimsel teorilerin, daha tam deyişle, marksist-leninist teorinin küçümsenmesi, dışlanması ve işlevsiz kılınması olmuştur.
Türkiye’deki sol hareket, özellikle 90’lı yıllardan itibaren, her türlü teorik değerlendirmeden ve teorik tartışmadan uzak durmuştur. SİP-TKP’sinin “gururla” söylediği gibi, bu teoriksizleşme, teoriden kaçış “sterilize” grupların oluşmasına yol açmıştır.
Bu ideolojisizleşme ve teoriden kaçış süreci, kaçınılmaz olarak devrimci örgütleri ve yapıları da etkisi altına almıştır. Bunun sonucu da, bol resimli, bol ajitasyonlu ve sloganlı haftalık yayın organları çıkarmak olmuştur. Haftalık yayın organlarının yanında, çokluk iki aylık teorik (“kuramsal”) yazıların yer aldığı dergiler yayınlanmışsa da, buralarda ele alınan konular “popüler” konuların ötesine fazlaca geçmemiştir.
2000’li yıllara gelindiğinde, iki aylık teorik yayınlar da anlamsızlaşmaya başlamış ve giderek “basıldığında çıkar” havasında bir görünüme bürünmüştür. Böylece “haftalık” yayın organları, sol hareketin neredeyse “biricik” yayın organları olarak arzı endam eylemiştir.
Atılım gibi, “teori”yi “köşe yazarlığı” düzeyinde ele alan “haftalık” yayın organları yanında Yürüyüş gibi bol resimli, bol ajitasyonlu ve bol sloganlı yayın organları soldaki ideolojik, politik ve teorik düzeyi göstermiştir.
Bu hava içinde ve bu ortamda marksist-leninist teoriyi, saptamaları, terminolojiyi özenle korumak her dönemkinden çok daha zorunlu ve zorlu olmuştur.
Yıllar geçtikçe Türkiye devrimci hareketinde, genel olarak solda, eski ya da “yeni” teorik saptamalar neredeyse görünmez oldukça, teorisiz pratik, düşüncesiz eylem baş tacı edilmiştir. Asıl olan “eylem”dir! Neden ve nasıl yapıldığına bakılmaksızın sadece “eylem” öne geçmiştir. Bu “eylem”ler de, her zaman “eylem”e katılanların niceliğiyle, pankartların boyutuyla ve “temsili savaşçılar”ın geçit töreniyle hesaplanan bir “gösteri” halini almıştır.
Kültür merkezleri, müzik grupları, “atölye çalışmaları” vb. bu teorisiz pratiğin, düşüncesiz eylemin “entelektüel” şemsiyesi olurken, bol resimli, bol ajitasyonlu ve bol sloganlı haftalık yayın organları yeni devrimci kuşağın teorik “gıda”sını aldığı tek kaynak haline gelmiştir.
Elbette içinde yaşanılan bu süreçte kendinden menkul “teorisyenler” ortaya çıkmış ve değişik yayın organlarında teori “yapılmış”tır. Ancak bunlar da legalizmin, legalleşmenin bir parçası olmaktan öteye geçmemiştir.
İşte bu ortamda ve bu “hava” içinde Türkiye devrimci mücadelesinin teoriksizleşmesi derinleşmiş ve teori, daha tam ifadeyle, devrim teorisi bir yana bırakılmıştır. Neredeyse hiçbir “teori”ye sahip olmayan örgütler legal alanlarda köşe tutar hale gelmiştir.
Tam teorisizliğe alışılmışken, devrim teorisi, devrim stratejisi, devrim anlayışı olmaksızın “devrim yapma”ya soyunulmuşken ve bunlardan “umut” kesilmişken, birden Yürüyüş haftalık dergi “teori” yapmaya soyunmuştur.
Yürüyüş çevresinin “resmi ve merkezi” yayın organı olan, “yazıldığında ve basıldığında” çıkan “Devrimci Sol” dergisi[1*] bile teorik değerlendirmelerden uzak kalmayı “başarmışken”, Yürüyüş haftalık derginin “teorik” değerlendirmelere girişmesi şüphesiz sevindirici olmuştur.
Yürüyüş haftalık derginin 382. sayısında başlayan ve süregiden “yazı dizisi” böyle bir yeni gelişmenin ürünü olarak görünse de, baştan itibaren teoriksizleşmenin ne boyutlara ulaştığını göstermesi açısından örnek niteliktedir.
Gezi Direnişi’nden alınma bir sözü başlık yapan (“Bu daha başlangıç”) bu “yazı dizisi”, başında, “ayaklanmanın [Gezi “ayaklanması” kastediliyor -KC] küçük burjuvazide, reformizmde, oportünizmde, Kürt milliyetçilerinde yarattığı çarpık algıları, Cephe’nin [DHKC’nin -KC] doğru devrim anlayışını, savaş stratejisini, taktiklerini ve mücadele anlayışını özetleyerek göstermeye çalışacağız.”[2*] denilerek gerekçelendirilmiştir.
“Yazı dizisi”nin 382. ve 383. sayılarda yayınlanan ilk iki bölümünde “genel teorik” sözler edildikten sonra, 384. sayıda yayınlanan üçüncü bölümünde “devrim anlayışı”na, “savaş stratejisi”ne, “taktikler”e ve nihayetinde “mücadele anlayışı”na değinilmiştir.
Gezi Direnişi sonrasında Yürüyüş haftalık derginin “teorik” bir yazıya gereksinme duyduğu öylesine açıktır ki, üçüncü bölümde ortaya konan “teori”nin ilk alt başlığı “Halkın Öfkesinin İktidara Yönelmemesinin, Dönüşmemesinin Nedeni Suni Dengedir” olmuştur.
Bu başlık altında şunlar yazılıdır:
“Suni denge özünde bizim gibi yeni sömürge ülkelerdeki sürekli milli kriz esprisiyle birlikte, emekçi kitlelerin içinde bulunduğu pasif tutumu ifade eder. Bir yandan sürekli olarak yaşanan kriz, diğer yandan bu krizin varlığına rağmen kitlelerin tepkisini ortaya koyamama durumudur. Halk kitleleri ile oligarşi arasında var olan suni bir ilişkidir. Geniş halk yığınlarının tepkilerinin yumuşatılması, suni olarak kontrol altına alınabilmesidir.”[3*] [4*]
“Yazı dizisi”nin bir önceki bölümünde ise şunlar yazılıdır:
“Yeni-sömürge ülkelerde devrimci durum olduğu halde, sınıf mücadelesi silahlı biçime dönüşmeyebiliyor. Bunun nedeni halk ile oligarşi arasındaki suni dengedir.”[5*]
“Oligarşinin baskı ve terörü karşısında, halk kitlelerinin bilinçli eylemlere yönelememelerinin sebebi suni dengedir. Yani halk kitlelerinin, tepkilerini göstermelerinin maddi koşulları olmasına rağmen, tepkilerini dile getirmemeleri, suskunlukları, başka bir deyişle memnuniyetsizliklerinin sosyal alana yansımamasının sebebi suni dengedir.”[6*] (abç) [7*]
Biraz Mahir Çayan yoldaşın yazılarını okumuş herkesin kolayca anımsayacağı gibi, “suni denge” saptaması THKP-C’nin devrim teorisinin temel taşlarından birisidir. Dolayısıyla kendilerini THKP-C’nin “mirasçısı” olarak gören
Yürüyüş haftalık derginin “teorik” açıklamalarında ilk sırayı alması şaşırtıcı değildir. Ama...
Evet, ama, Mahir Çayan yoldaşın “suni denge” saptaması hiç de “yazı dizisi”nde söylendiği gibi değildir. Üstelik suni denge, “halkın öfkesi”yle kısmen ve dolaylı olarak ilintiliyse de, “
sınıf mücadelesinin silahlı biçime dönüşmeyebilmesi”yle ilintili değildir.
DHKP-C’nin değil, THKP-C’nin devrim stratejisinin, yani Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’nin temel unsuru olan suni denge
Kesintisiz Devrim II-III’te şöyle ifade edilmiştir:
“... geri-bıraktırılmış ülke içindeki çelişkiler görünüşte yumuşamış (feodal döneme kıyasla) halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur.” (abç)
“Artık geri-bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini –buna ülkedeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için, emperyalist üretim ilişkileri demek yanlış olmayacaktır– uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasifize edilerek, bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur. (Bu durum, pasifizmin, revizyonizmin bu ülkelerdeki maddi dayanağını teşkil etmektedir.)” (abç)
Ve yine
Kesintisiz Devrim II-III’te, ülkemizin “tarihi-sosyal-politik ve psikolojik etkenlerin yanında”, “ülkemizin ekonomik bünyesinin ve de küçük-burjuvazinin politik ve ekonomik örgütlenmesinin oluşturduğu özellikler”in “kitlelerin spontane patlamalarını pasifize etmede temel rolü oynadığı” belirtilir.
Yürüyüş haftalık derginin “suni denge”ye ilişkin “teorik” söylemi ile
Kesintisiz Devrim II-III’te ortaya konan suni denge saptaması sadece yüzeysel olarak ve “anıştırma” yoluyla “benzeş”tir.
Herşeyden önce, suni denge,
Yürüyüş haftalık derginin “teorik” söyleminde ifade edildiği gibi, sınıf mücadelesinin “silahlı biçime” dönüşmesiyle doğrudan bağlantılı değildir. Şüphesiz suni denge ile tam anlamıyla olgunlaşmış olmasa da varolan milli kriz arasında bir bağlantı vardır.
Lenin’in milli kriz tanımında ifadesini bulduğu gibi, “alttakilerin eskisi gibi yönetilmek istemediği” ve “üsttekilerin eskisi gibi yönetemediği”, “ezilen sınıfların yoksulluk ve sıkıntısının, her zamankinden çok kötüleştiği” koşullarda ve bu nedenlerin sonucu olarak “‘barış zamanı’nda soyulmalarına şikayet etmeden izin veren, ama çalkantılı dönemlerde, hem bunalımın koşulları tarafından, hem de ‘üstteki sınıflar’ın kendileri tarafından bağımsız tarihsel eyleme itilen kitlelerin faaliyetinde oldukça büyük artış”la birlikte milli kriz ortaya çıkar, devrimci durum meydana gelir. Devrimci durumun varlığı da (devrim aşaması), silahlı eylem yöntemlerinin kullanılmasının koşullarını yaratır.
Mahir Çayan yoldaş, ülkemizde (ve tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde) tam anlamıyla olgunlaşmış olmasa da milli krizin var olduğunu saptayarak silahlı mücadelenin nesnel koşullarının varolduğunu ortaya koyar.
Bu saptama karşısında, yani ülkemizde milli krizin (tam anlamıyla olgunlaşmamış olsa da) var olduğu, dolayısıyla silahlı mücadelenin nesnel koşullarının bulunduğu saptaması karşısında revizyonist ve oportünistler “itiraz” etmişlerdir. Onların “itirazı”, Lenin’in “klasik” milli kriz tanımına uygun koşulların olmamasıdır. Bunun “kanıtı” ise, Lenin’in belirttiği gibi, “kitlelerin faaliyetinde oldukça büyük artış”ın olmamasıdır.
İşte suni denge saptaması, böylesi bir “itiraz”ın sunduğu “kanıt” karşısında ülkemizdeki durumu açıklayan bir saptamadır. Bu saptamanın en belirgin özelliği, milli kriz koşullarında halkın mevcut düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerinin açığa vurulmaması, eyleme dönüşmemesi olgusudur. Bu açıdan, suni denge, bir olgudur, kitlelerin tepkilerinin açığa vurulmamasının ve vurulamamasının
nedeni değil,
sonucudur.
Bütün bunlar, gerek
Kesintisiz Devrim II-III’te, gerekse THKP-C yazınında yeterince ve ayrıntılı olarak ortaya konulmuştur. Buna rağmen suni dengeyi (ve diğer şeyleri) “teorik” olarak ifade edebilmek için “özgün” olmaya çalışmak, bu “özgünlük” içinde olmadık sözcükleri ve kavramları “teori”nin içine katmak yüzeyselliğe yol açmaktadır.
İşte Türkiye solunun son otuz yıldaki ideolojisizliğinin ve teoriden kaçışının son örneği bu “özgün” olma çabasında kendisini dışa vurmaktadır.
Yürüyüş haftalık derginin “teorik” yazı dizisi bunla sınırlı değildir. Başta ifade ettikleri gibi, suni dengeden sonra sıra “strateji”ye gelir.
“
Ülkemizdeki halk savaşı stratejisi Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisidir” alt başlığı altında silahlı mücadele konusuna girilir.
“Halkın silahlı savaşı, Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin öncülüğünde, şehirde ve kırda silahlı propagandanın, gerilla savaşının geliştirilmesiyle, yaygınlaşıp güçlenerek gerilla ordusuna ulaşacak. Artan halk hareketleri ve yöresel ayaklanmalarla birlikte Halk Ordusu’na dönüşecek ve en nihayet topyekün ayaklanmayla oligarşik devlet yıkılarak Devrimci Halk İktidarı kurulacaktır.”[8*]
Evet, haftalık
Yürüyüş dergisine göre “halkın silahlı savaşı... silahlı propagandanın, gerilla savaşının geliştirilmesiyle... gerilla ordusuna ulaşır”!
Burada sapla saman karışmıştır.
Gerilla savaşı, askeri bir savaştır, bir askeri savaş biçimidir. Silahlı propaganda ise,
Kesintisiz Devrim II-III’ten yaptıkları alıntıda ifade edildiği gibi, “
askeri değil, politik mücadeledir”. Dahası “
Ferdi değil, kitlevi mücadele biçimidir. Yani silahlı propaganda, pasifistlerin iddia ettiği gibi kesin olarak terörizm değildir. Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır.”
Buna rağmen, silahlı propaganda ile gerilla savaşının özdeşleştirilmesi, aynılaştırılması basit bir “kalem sürçmesi” olmaktan öte, teorik yetersizliğin ve bilisizliğin bir ifadesidir.
Silahlı propaganda, “gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesi, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınması”dır. Yani gerilla savaşı, temel politik mücadele biçimi olan silahlı propagandanın eşdeğeri değil,
aracıdır. Gerilla savaşını, daha incelmiş haliyle “silahlı eylemi” silahlı propagandayla özdeşleştirmek, tüm revizyonistlerin ve oportünistlerin (özellikle
Yürüyüş kesiminin tarihsel temeli olan DY’nin) en tipik tutumudur. Teorisizleşme,
Yürüyüş’ün “teori” yazımında böylesi bir benzeşliğe yol açmıştır.
Elbette dahası da var.
Yürüyüş haftalık dergiye göre, silahlı propagandanın, dolayısıyla onunla özdeşleştirdiği gerilla savaşının geliştirilmesiyle birlikte “gerilla ordusu”na ulaşılacak ve ardından “halk hareketleri ve yöresel ayaklanmalarla birlikte” bu “gerilla ordusu” “Halk Ordusu”na dönüşecektir. Evet, ama yetmez. Halk ordusundan sonra sıra “
topyekün ayaklanmaya” gelmektedir. Bu “topyekün ayaklanma” “nihai” evredir ve bu evrede “oligarşik devlet yıkılır”!
Bilinebileceği ya da halk savaşı yazını irdelendiğinde açıkça görüleceği gibi, halk savaşı, adı üzerinde askeri savaştır. Bu askeri savaş, kırlardan şehirlerin fethedilmesine yönelik bir çizgi izler. Çin ve Vietnam halk savaşlarında olduğu gibi, savaşın “nihai” aşaması, kırlarda oluşturulan ve geliştirilen halk ordusunun şehirleri ele geçirmesidir. Bu çizgi ile “topyekün ayaklanma” birbiriyle doğrudan ilinti içinde değildir.
Bir ilinti, bir bağlantı vardır. Bu da,
Kesintisiz Devrim II-III’te aktarılan Che Guevara’nın ünlü saptamasında yer alır.
“Küçük savaşçı çekirdeklerin başlattıkları mücadeleye, sürekli olarak yeni yeni güçler katılır; kitle hareketleri boy göstermeye başlar, eski düzen küçük küçük bin parçaya ayrılır, ve işte tam bu anda işçi sınıfı ve kentli kitleler savaşın kaderini belirler.” (Che Guevara)
Burada “işçi sınıfı ve kentli kitleler savaşın kaderini belirler” ifadesinden
Yürüyüş haftalık derginin çıkardığı sonuç “topyekün ayaklanma” olmuştur. Ne de olsa kentlerde, yapılsa yapılsa “ayaklanma” yapılır!
Konu bu kadar basit değildir.
Suni dengenin bozulması, yani halkın mevcut düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerinin açığa çıkması kaçınılmazdır. Kırsal bölgelerde köylülüğün bu tepkilerinin açığa çıkması, açıktır ki, köylü kitlelerinin gerillaya katılmasına yol açar. Aynı durumun kentlerde kitle gösterilerine, yerel ayaklanmalara yol açabilme
olasılığı vardır. Ancak kentlerdeki kitle ayaklanmasının “topyekün”, yani “genel” bir ayaklanma halini alması, bu kitlelerin bilinçli ve
örgütlü olmasıyla olanaklıdır. Bu da, böylesi bir ayaklanmanın merkezi bir örgüt tarafından örgütleneceği anlamına gelir. Ortada bir halk savaşı ve bunun temel askeri gücü olarak halk ordusu varken, kentlerde genel bir ayaklanmanın örgütlenip örgütlenmeyeceği doğrudan halk ordusunun yönetimine ilişkin bir karara bağlı olacaktır. Aksi halde, kentlerde yoğunlaşmış ve askeri savaş koşullarına göre donatılmış ve mevzilenmiş emperyalizmin ve oligarşinin askeri güçleri karşısında işçi sınıfı ve kentli kitleler çaresiz kalacaktır.
Halk savaşını, halk ordusunu bir yana bırakarak, “nihai” olarak “topyekün ayaklanma” ile oligarşik devletin yıkılacağından söz etmek, sadece bir yerlerden “duyulmuş” bazı sözleri yinelemekten başka bir şey değildir.
Çin, Vietnam (1945 ayaklanması dışında) ve Küba devrimlerinde (ve halk savaşlarında) kentlerin ele geçirilmesi, kentlerdeki bir “topyekün ayaklanma” ile gerçekleşmemiştir. Nikaragua’da Sandinist hareketinin “kent ayaklanması”, kırsal alanlarda örgütlenmiş bir halk ordusu tarafından örgütlenmemiş ve desteklenmemiştir. Bu yönüyle kendine özgü bir yol izlemiştir. “Nihai” olarak kentlerdeki “topyekün ayaklanma” ile iktidarın ele geçirilmesi de bir “teori”dir, bir varsayımdır. Böyle bir “stratejik planlama” elbette yapılabilir. Ancak böyle bir planlamanın bir bütün olarak stratejik çizgi içindeki yeri ve bağlantılarının açık ve net biçimde ortaya konulması gerekir. Bunlar ortaya konulduğu ölçüde değerlendirilebilir ve tartışılabilir. Aksi halde, söylenen şey, yapılan “teori” sadece öznel bir akılyürütmeden başka bir şey olmayacaktır.
Şu “saptama”ları yapabilenler açısından böylesi bir “stratejik planlama”dan söz etmek elbette olanaksızdır:
“Halk savaşının temel biçimi silahlı mücadeledir. Ancak silahlı mücadele mücadelenin tek biçimi değildir. Silahlı mücadele dışındaki tüm mücadele biçimleri, silahlı halk savaşını güçlendirici ve ona bağlı mücadelelerdir. Devrimci Parti, halkın günlük, ekonomik-demokratik mücadelesine de öncülük ederken bu mücadele ile nihai kurtuluşun sağlanamayacağının propagandasını yapıp iktidar hedefini gösterir.”[9*]
Evet, “halk savaşının temel biçimi silahlı mücadele”ymiş. Üstelik “tek biçim” değilmiş ve üstüne üstlük silahlı mücadele “dışındaki tüm mücadele biçimleri silahlı halk savaşını güçlendirici ve ona bağlı mücadeleler”miş!
İşte bir kez daha ideolojisizleştirilmenin ve teoriksizleşmenin bir örneği.
Halk savaşı, bir savaştır, askeri savaştır. Savaş, askeri savaş, açıktır ki, karşılıklı güçlerin silahla mücadele ettikleri bir eylem dizisidir. Bu anlamıyla halk savaşı, silahlı bir mücadeledir. Sanırız bunda tartışılacak bir nokta yoktur.
Ama halk savaşının “temel biçimi”, içinde bulunulan evreye göre değişen değişik biçimlere sahiptir. İlk evrelerde gerilla savaşı “temel biçim” iken, ikinci evrede “hareketli savaş” ve üçüncü evrede “düzenli ordu savaşı” (ya da “mevzi savaş”) “temel biçim” olarak ortaya çıkar. Her aşamada diğer biçimler (gerilla savaşı, hareketli savaş, düzenli ordu savaşı) temel biçime tabidir.
Bütün bunlar, halk savaşına ilişkin yazını biraz “karıştırmış” olan herkesin kolayca görebileceği şeylerdir. Ancak “silahlı mücadele dışındaki tüm mücadele biçimleri” denildiğinde, akla ilk gelen politik (siyasal) ve ekonomik-demokratik mücadele biçimleridir. Zaten cümlenin devamında “halkın günlük, ekonomik-demokratik mücadelesi”nden söz edilerek bu ifade edilmiş olmaktadır. Buradan anlıyoruz ki,
Yürüyüş haftalık derginin “teori”sine göre,
politik ve ekonomik-demokratik mücadele biçimleri silahlı mücadeleye “tabi”dir.
Bir kez daha sapla saman karışmıştır.
Bir başka yerde şöyle yazılmıştır:
“İdeolojik, ekonomik-demokratik mücadele politik mücadeleye tabi olarak yürütülür. Politik mücadele en genel anlamıyla temel mücadeledir. Ama emperyalizmin işgal biçimi ülkenin ekonomik, siyasi, sosyal, psikolojik, kültürel özellikleri, kısaca mevcut toplumsal formasyon, politik mücadelenin bir biçimi olan silahlı propagandanın temel mücadele biçimi olarak ele alınmasını ve diğer ekonomik-demokratik mücadele biçimlerinin ona tabi kılınmasını ve onun tarafından belirlenmesini zorunlu kılar.”[10*] (abç)
Üstelik bütün bu karmaşa ve keşmekeş “yazı dizisi”nde de aktarılan
Kesintisiz Devrim II-III’teki şu saptamayla yan yana durmaktadır: “Silahlı propagandayı temel, öteki politik, ekonomik ve demokratik mücadele biçimlerini, bu temel mücadele biçimine tabi olarak ele alan devrimci stratejiye Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir.”
Mahir Çayan yoldaşın kaleme aldığı THKP’nin 1 Nolu Bildirisi’nde şunlar yazılıdır:
“Politik mücadele, devrimci yayınla yapılan politik propagandadan, politik nitelikteki kitle gösterilerinden, politik grevlere ve de gerilla savaşına kadar çeşitli biçimlerde cereyan eder.
Gerilla savaşı, politik mücadelenin en üst ve en etkili biçimidir.”
Şimdi işin içinden çıkmak
Yürüyüş haftalık dergi için oldukça zorlaşmış olacaktır. Yine de bir kolaylık olsun diye
Kesintisiz Devrim II-III’te ortaya konulmuş belirlemeyi anımsatalım:
“Silahlı propaganda, kır ve şehir gerilla savaşı ile psikolojik ve yıpratma savaşını içerir.
Temel mücadele biçiminin bu şekilde ele alınması, elbetteki öteki mücadele biçimlerinin ihmal edilmesi demek değildir. Silahlı propagandayı temel alan örgüt, öteki mücadele biçimlerini de gücü oranında ele alır. Ancak öteki mücadele biçimleri talidir. Silahlı propaganda, temel mücadele biçimidir. Bu ekonomik ve demokratik kitle hareketlerine seyirci kalınması demek değildir. Örgüt, gücü oranında, ekonomik ve demokratik hak ve istemler etrafında kitleleri örgütlemeye çalışır. Oligarşiye karşı her çeşit tepkiyi yönlendirmeyle uğraşır. Ancak başlangıçta asla her yere koşmaz, gücünü aşan silahla güven altına alınamayan kitle hareketlerinin içine girmez. Gücüyle orantılı olarak silahlı propagandanın dışındaki, bilinçlendirme, siyasi eğitim, propaganda ve örgütlendirme işleri ile uğraşır.
Klasik politik kitle mücadelesi ile silahlı propaganda birbirini izler ve birbirinin içinde, birbirine bağımlıdırlar, her biri diğerini karşılıklı etkiler.
Silahlı propagandanın dışındaki öteki politik, ekonomik, demokratik mücadele biçimleri silahlı propagandaya tabidir ve silahlı propagandaya göre biçimlenirler. (Tali mücadele biçimleri temel mücadele biçimine göre şekillenir. Yani silahlı propaganda metodlarına göre şekillenir).
İşte silahlı propagandayı temel, öteki politik, ekonomik ve demokratik mücadele biçimlerini, bu temel mücadele biçimine tabi olarak ele alan devrimci stratejiye, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir. (Bu stratejinin örgütü de, ideolojik mücadeleyi bir polemik aracı olarak ele almaz. İdeolojik mücadeleyi, kendi kadrolarının siyasi eğitimi olarak ele alır).” (abç)
Mahir yoldaşın bu saptamaları: Birinci olarak, silahlı propagandanın “askeri” değil, politik bir mücadele biçimi olmasına; ikinci olarak, silahlı propaganda dışındaki “öteki”, “diğer” politik mücadele biçimlerinin (ve de ekonomik-demokratik mücadele biçimlerinin) varlığına dayanır. Bu iki temelden hareketle, ülkemizin somut tarihsel koşullarında hangi mücadele biçiminin
temel, hangisinin
tali (ikincil, tamamlayıcı) mücadele biçimi olacağını saptar.
“Emperyalizmin işgali altında olan ülkelerde emperyalizm ve oligarşiye karşı mücadele nasıl yürütülecektir? Oligarşi ile halkın memnuniyetsizliği ve tepkileri arasındaki suni denge hangi mücadele biçimi temel alınarak bozulacaktır? Halkı devrim saflarına çekmek için hangi mücadele metodunu temel olarak seçeceğiz? Geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının temel aracı hangi mücadele biçimi olacaktır?” (abç)
Kolayca anlaşılabileceği gibi, Mahir yoldaş, bir yandan politik mücadele ile ekonomik-demokratik mücadelenin ilişkisini, diğer yandan değişik politik mücadele biçimlerinin (silahlı propaganda ve klasik politik kitle mücadelesini) karşılıklı ilişkisini ele alır ve bunların temel-tali ilişkisi içinde stratejide nereye oturduğunu belirler.
Bu belirlemeleri yaparken, ayrıca, “klasik politik kitle mücadelesini”, diğer bir ifadeyle, klasik “kitle çalışması”nı da değerlendirir. Üstelik bu değerlendirmesini yaptığı yerde dipnotta (7 nolu dipnot) bu “klasik politik kitle mücadelesi”nin “kitleleri bilinçlendirme politikası”nı ayrıntılı olarak ortaya koyar.
Yalın olarak “klasik politik kitle mücadelesi”ni şöyle özetler:
“Kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinmeleri etrafında, kitleleri örgütleyip, eyleme sokma ve kitlelere siyasi bilinç götürüp örgütleme, yani emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve istemleri etrafında kitleleri örgütleyip, siyasi hedefe yönlendirme.”
İşte Mahir yoldaşın tali, temele tabi, ikincil mücadele biçimi olarak ele aldığı “klasik politik kitle mücadelesi” budur.
Bütün bunlar, ayrıntılı olarak değerlendirilmiş ve planlanmış bir stratejik çizginin özlü ifadeleridir. Bu özlü ifadeler, bu stratejik çizgiyi (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) benimsemiş her örgütün özenle bilmesi, öğrenmesi, geliştirmesi ve pratiğe doğru biçimde uygulaması gereken saptamaları içerir. Bunlar öylesine belirleyici saptamalardır ki, herhangi bir dönemde ya da koşulda, “merkezi periyodik yayın organı”nın (siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak) ve broşürlerin çıkartılıp çıkartılamayacağına kadar somut soruların yanıtlanmasını olanaklı kılar.
Bütün bunlardan sonra haftalık
Yürüyüş dergisinin “yazı dizisi”nde sıra “strateji”ye, yani “bir ülkede devrimci savaşı zafere ulaştırmanın ön koşulu”na
[11*] gelir ve bir dizi söz söylenir. Şu “stratejik” saptama yapılır:
“Ülkemizde halk savaşı, silahlı mücadeleyi temel alan bir öncü savaşı aşamasını kapsar.”[12*]
Ardından “
öncü savaşı, stratejik öneme sahip taktik bir mücadeledir”
[13*] saptaması gelir. Ve öncü savaşı, “düzenli ordular aşamasına kadar sürecek...
taktik bir aşama” (ama “stratejik önemde” bir aşama) olarak tanımlanır.
[14*]
Böylece 1978 yılında,
Yürüyüş çevresinin henüz DS olarak ayrı bir yapılanmaya gitmediği ve Devrimci Yol’un (DY) içinde yer aldığı dönemde DY tarafından yapılmış olan saptamayla tarihsel bir “ilinti” kurulmuştur.
O yıllarda, 1978 yılında, DY, ezile büzüle öncü savaşı konusundaki görüşlerini ortaya koymak zorunda kalmış ve şu görüşü ortaya koymuştur:
““Halk Savaşı, öncü savaşı aşamasından geçecektir: Öncü savaşı bir devrim stratejisi değil, bir taktik evredir”[15*] (abç)
DY’nin öncü savaşını “taktik evre” olarak belirlemesi yoğun bir eleştiriyle karşı karşıya kalınca, bir sayı sonra “açıklık” getirilmiştir:
“Öncü savaşı devrim stratejisi değildir. Devrim stratejisi, devrimin temel ve genel yolunu belirler. Ülkemizde devrim uzun dönemli bir silahlı savaş yolundan, ülkemize özgü bir halk savaşından geçerek zafere ulaşacaktır. Öncü savaşı, ülkemizde halk savaşının geçmek zorunda olduğu; halk savaşının ilk evresinde geçilecek olan bir ‘ara aşama’ veya ‘taktik evre’dir. Emperyalizmin 3. bunalım dönemine has gelişmelerin bir sonucu olarak halk savaşının başlangıç aşaması proletarya partisinin örgütleyip yürüteceği öncü-gerilla mücadelesi ile karakterize olacaktır.”[16*]
DY’nin bu öncü savaşı anlayışı, hemen hemen olduğu gibi DS tarafından da benimsenmiştir.
Yürüyüş haftalık derginin “yazı dizisi”nde bu durum bir kez daha yinelenmiştir.
Bu anlayış, şüphesiz halk savaşının bir “devrim stratejisi” olarak tanımlanmasına dayanır. Dolayısıyla “bir devrim stratejisi”
olmayan öncü savaşı da, bu bağlamda “taktik evre” ya da halk savaşının “ara aşaması” olarak tanımlanmak durumundadır.
Butün bu “teori” üretme çabalarının temelinde, Mao Zedung ve Giap tarafından ayrıntılı biçimde ortaya konulmuş olan halk savaşı stratejisi ile Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’nin birbirine karıştırılması yatar.
Bilinebileceği gibi, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, emperyalizmin III. bunalım döneminin ilişki ve çelişkilerinin somut tahlilinden yola çıkılarak saptanmıştır. Bu bağlamda, emperyalizmin I. ve II. bunalım döneminin özelliklerine göre biçimlenmiş olan halk savaşı stratejisinden belli farklılıklar gösterir. Bu farklılığın en tipik olanı,
suni denge ve
öncü savaşıdır.
Mahir yoldaşın belirttiği gibi, I. ve II. bunalım döneminde feodal ve yarı-feodal ülkelerde, “Feodalizme karşı, feodal sopa ile sömürülen halkın, özellikle hemen hemen serf statüsünde olan köylülerin –çelişkiler çok keskin– spontane patlamalarını ve isyanlarını” örgütleyerek
halk savaşını başlatırlar. Giap’ın ifade ettiği gibi, halk savaşı, “genellikle, bizden maddi olarak daha güçlü olan bir düşman üzerinde
mutlak siyasi üstünlüğü sağladığımız şartlarda verilir”
[17*]. Oysa öncü savaşı, mutlak siyasi üstünlüğü
sağlamaya yönelik bir savaştır. Bu nedenle de, halk savaşının içinde “taktik bir evre” ya da “bir aşama” değildir. Bu da emperyalizmin III. bunalım döneminin özelliklerinden kaynaklanan yeni bir durumdur.
Öncü savaşını, halk savaşının bir parçası olarak tanımlamak, her durumda halk savaşının (Mao ve Giap’ın ayrıntılı olarak ortaya koyduğu) gerçek ve doğru içeriğini bozar. TKP/ML’nin savunduğu ve yürüttüğünü iddia ettiği halk savaşı anlayışını savunmakla özdeştir.
Biz, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’nin, bir bütün olarak öncü ve halk savaşı aşamalarını kapsadığını söylüyoruz. Öncü savaşını, halk savaşının “içinde” ve ilk aşamasını (düzenli ordular aşamasına kadar) kapsayan bir “evre” olarak tanımlamak Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’nin bütünselliğini hiç anlamamak demektir. Sadece öncü ve halk savaşında, bir savaş biçimi olarak
gerilla savaşının varlığından yola çıkarak, öncü savaşını halk savaşının “içine” yerleştirmek, amaç ile araçların birbirine karıştırılmasından başka sonuç vermez. Giap ve Mao’nun halk savaşına ilişkin değerlendirmeleri dikkatli biçimde irdelendiğinde görülecektir ki, halk savaşında gerilla savaşı, sözcüğün tam anlamıyla askeri savaş biçimi olarak ele alınır. Oysa öncü savaşında gerilla savaşı, yani askeri savaşın bu biçimi, politik mücadele biçimi olan silahlı propagandanın bir aracıdır.
Bütün bunlar marksist-leninist yazında yeterince ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Bu nedenle, “teorik yazı” kaleme almaya çalışmak yerine, öncelikle bu değerlendirmelerin kavranılması önemlidir. “Teori” yapmak ya da “teorik” bir yazı kaleme almak, ideolojisizlik ve teorisizlik ortamında elbette kolaydır. Ancak politikleşmiş askeri savaşa ilişkin “teori” yapmak, herşeyden önce özen ve ciddiyet gerektirir. Söz konusu olan askeri savaştır. Askeri savaşta insanlar yaşamlarını ortaya koyarlar. Çala kalem yazılmış “teorik” yazılar, üstün körü geçiştirilmiş konular, her yana çekilebilir elastiki sözler, belki oportünist “teori”ler için vazgeçilmez özellikler olsa da, askeri savaşı benimseyen, üstelik politikleşmiş bir askeri savaş çizgisini benimseyenler için aynı durum geçerli değildir.
Bir kez daha yineleyelim: Burada değinmeye çalıştığımız konular başlı başına incelenmesi, üzerinde düşünülmesi ve hatta yoğun biçimde tartışılması gereken konulardır. Bunları yapabilmek için, herşeyden önce marksist-leninist yazını ve THKP-C yazınını bilmek gerekir.
Burada
Yürüyüş haftalık dergisinin “güncellediği” DS’nin ilk dönemlerindeki görüşlerinin belirgin yanlışlıklarına, eksikliklerine, karışıklıklarına ve belirsizliklerine dikkati çekmekle yetiniyoruz. Bu konulara ilişkin ayrıntılı bilgi ve değerlendirmeler
Kurtuluş Cephesi’nin değişik sayılarında bulunabilir. Yeter ki eksikliklerin farkına varılsın.
Son olarak belirtelim ki, “teori” yapmaya kalkışmak da, teorik bir metni okumak da zorlu bir iştir. Özellikle ideolojisizliğin egemen olduğu, her türlü teorik tartışmanın bir yana itildiği uzun bir süreç sonunda bu çok daha zorludur. Ama devrimci mücadelede kolay yol zaten yoktur.
Dipnotlar
[1*] İlk sayısı Mart 1980’de çıkan “Devrimci Sol” dergisinin, Eylül 1980 tarihine kadar dört sayı çıkmış ve 5. sayısı Mart 1993’de yayınlanmıştır. 6. sayısı Haziran 1993’te ve 7. sayısı, iki yıl sonra, Aralık 1995’te yayınlanmıştır. 1996 yılında iki sayı, 1998 ve 1999 yılında üç sayı çıkmıştır. 15. sayısı Temmuz 2000’de çıkan “Devrimci Sol” dergisinin 2002-2004 arasında dört sayısı çıkmış ve 2009 yılına kadar beş yıl “tatil” edilmiştir. 22. sayısı Mayıs 2010’da ve 23. sayısı (son sayı) Mayıs 2012’de çıkmıştır.
[2*] Yürüyüş, Sayı: 382, s. 38, 15 Eylül 2013.
[3*] Yürüyüş, Sayı: 384, s. 25, 29 Eylül 2013.
[4*] “Devrimci Sol” dergisinin (DS hareketinin merkez yayın organı) 2. sayısında (Mayıs 1980) şöyle yazılıdır: “Suni denge, sürekli milli krizin olduğu bir ülkede, halk kitleleri ile oligarşi arasında varolan suni bir ilişkidir, geniş halk yığınlarının tepkilerinin yumuşatılması, suni olarak kontrol altına alınabilmesidir.” Görüldüğü gibi, Yürüyüş’ün “yazı dizisi”, “teorisizlik” ortamının getirmiş olduğu bazı “küçük” eklemeler dışında bir ve aynıdır.
[5*] Yürüyüş, Sayı: 383, s. 31, 22 Eylül 2013.
[6*] Yürüyüş, Sayı: 384, s. 25.
[7*] “Devrimci Sol” dergisinde şunlar yazılıdır:
“Bu koşullarda, halk kitlerinin, oligarşinin baskı ve terörü karşısında, bilinçli eylemlerini ortaya koyamamalarını ne ile adlandıracağız? Devrimci durumun varlığını sürdürdüğü koşullarda, halk kitlelerinin (oligarşinin sözcülerinin deyişiyle) “sosyal patlamalara” gitmemesi nedir? İşte suni denge budur. Yani, aslında halk kitlelerinin bilinçli tepkilerini gösterebilecekleri maddi koşullar varken, bu durumun sosyal alana yansımamasıdır. Bu durum, irademizin dışında bir olgu olduğu için bu dengeye suni diyoruz.”
[8*] Yürüyüş, Sayı: 384, s. 25.
[9*] Yürüyüş, Sayı: 384, s. 27.
[10*] Yürüyüş, Sayı: 384, s. 25.
[11*] Yürüyüş, Sayı: 384, s. 26.
[12*] Yürüyüş, ags, s. 26.
[13*] Yürüyüş, ags, s. 27.
[14*] Yürüyüş, ags, s. 27.
[15*] DY, Sayı: 17, Nisan 1978.
[16*] DY, Bazı Teorik Sorunlar Üzerine, Sayı: 18, Mayıs 1978.
[17*] Giap, Halk Savaşının Askeri Sanatı, s. 183.