Latin Amerika'nın burjuva sağının bir tek güçlü yanı var: Derin bir siyasal ve ideolojik kriz içerisinde olan solun zayıflığı. Askeri diktatörlüklerden sonra demobilizasyon gelmişti, kanlı iktidarın uzun yıllarından sonra insanlar artık zorla ilgili, "devrimci zorla" da ilgili bir şey istemiyorlar. Demokrasi içinde iyi bir yaşama olan ümitleri kısa sürede boşluğa düşmesine rağmen, memnuniyetsizlikleri henüz isyana dönüşmüyor, daha çok azim kırıklığına, yılgınlığa ve dört duvar arasına çekilmeye dönüşüyor. Bir devrimin olabilirliğine artık kimse inanmıyor gibi.
Askerlerin terörü insanların beyinlerinde derin izler bıraktı. İşkence sadece bilgi almaya hizmet etmemişti ki, sorgulamadan da işkence yapılmıştı ya da saçma sorular sorulmuştu. Hedef tutukluyu kırmak, aşağılamak, onu insanlığından yoksun bırakmak, kimliğini yok etmekti. O, bir numara olmuştu, yerde yatan ve gereksinimlerini denetimsiz yapan, kokan, sakallı ve vahşi bir canavar. İşkencenin kurbanı sadece tutuklu değildi, böylece tüm ailesi ve sosyal çevresi de cezalandırılıyordu. Sürekli işkence görme tehditi, toplum tarafından içselleştirildi ve bir öz savunma olarak uyumlu bir sosyal davranışa yol açtı. "Bütün halk felce uğruyor" deniliyor insan hakları örgütü SERPAJ'ın bir analizinde ve devam ediliyor: "Bu, protestonun taşıdığı riziko, toplumsal hareketlenmenin taşıdığı rizikonun bilinmesi sonucu ortaya çıkan korkunç bir öğrenme sürecinin sonucudur".
Bugün sol kelime hazinesinden "sosyalizm" ve "devrim" gibi kelimeler kaybolmuş vaziyette, herkes "barıştan", "demokrasiden" ve "çoğulculuktan" bahsediyor. Örneğin Uruguay KP'si "proletarya diktatörlüğü" üzerine hiçbir şey duymak istemiyor, çünkü -uzun yıllar bizzat tutuklu kalmış olan genel sekreter Jaime Perez'in deyimiyle- "ben bu kadar yıllık diktatörlükten sonra diktatörlükler üzerine hiçbir şey bilmek istemiyorum".
Marks'ın devrimin öznesi olarak belirlediği işçi sınıfının halen toplumsal değişimin taşıyıcısı olup olmadığı, değişen toplumsal yapı ışığında yeniden analız edilmiyor. Endüstri devletlerinde, klasik marksist anlamdaki işçilerin sayısı, mikroelektronik kullanımı sonucu son yıllarda oldukça gerilerken, Güney Amerika'da da, bilgisayar yönlendiriciliğindeki üretim yöntemler, sadece istisnai ülkelerde -örneğin Brezilya- uygulanmaya başlanmış olmasına rağmen, sanayi işçilerinin sayısı hemen hemen yarı yarıya düştü. Milton Friedmanvari monetarist ekonomi politikası, ülkeleri "sanayisizleştirdi", sanayi üretimi ve bununla birlikte çalışanların sayısı düştü. Sözleşmeli işçilerin, küçük işverenlerin ve kendi hesabına çalışanların sayısı ise yükseldi. Buna dolandırıcı, sokak satıcısı, ayakkabı boyacısı, uyuşturucu satıcısı ve hayat kadınlarından oluşan yeni ordu da eklenmeli. Bu gelişmeler karşısında sol, halen büyük ölçüde geçmiş yüzyıla işçi tanımına sarılıyor ve devrimci öznenin bugün kim olduğu sorusunu yeni baştan tartışmıyor.
... 1980 yılında "İnter-amerikan güvenlik konseyi" için hazırlanan ve ABD dış politikasının seksenli yıllar için prensiplerinin tanımlandığı ünlü "Santa Fe Komitesinin gizli belgesinde" şöyle deniyordu: Birleşik Devletler ideolojik alanda insiyatifi ele almalıdırlar. Savaş, insan doğasına aittir, politik-ideolojik unsur ön planda olmalıdır. Radyo, televizyon, kitap, yazı ve broşür, fon, burs ve ödül aracılığıyla Latin Amerika aydınlarını kazanmak için bir kampanya örgütlenmelidir." Gizli döküman şu öneriyle bitiyor: "Dış politikanın araçlarına arkadan destek verebilmek için insanların beyni kazanılmak zorundadır. Çünkü politikanın arka desteği olarak inanç, zafer için tayin edicidir:"
Santa Fe dökümanında açıklandığı gibi, aydınları fethetmeyi hedefleyen savaş baltası raftan indirildi. Olta yemi sadece "takdir görme ve değer kazanma" değildi, ekonomik teşviklerden de oluşuyordu. Diktatörlükler sırasında üniversiteler açlığa terk edilmişti. Budama, önceleri kıtanın gözde fakülteleri sayılan tüm fakülteleri etkilemişti. Montevideo Tıp Fakültesi dünya çapında prestije sahipti ve üniversite kliniği göstermeye değerdi, burada araştırma yapılıyor, ama komşu ülkelerden hastalar da tedavi ediliyordu. Bugün "Hospital de Clinicas'da" araştırma için, ameliyat malzemeleri ve çarşaflar için para bulunamıyor. Manevi ilimler fakültelerinin durumu daha da kötü, çünkü bunların "ürünleri" hemen kullanılmıyor. Arjantin'de bir felsefe profesörü ancak dolmuş parasını ödeyecek kadar ücret alıyor.
Fakültelerin açlığa terk edilmesiyle birlikte aydınlar doğal işyerlerini kaybettiler. Aynı zamanda işsiz kalan sosyal bilimcilere yeni çalışma sahaları teklif edildi: "Santa Fe dökümanında" önceden belirlendiği gibi, yabancı fonlar tarafından finanse edilen "araştırma enstitüleri" topraktan mantar patlar gibi çıktılar .
"Project Democracy" de "temiz" vakıflara oynamıştı. ABD Enformasyon Dairesi, "project democracy" bütçesini Senato'nun dışişleri komisyonuna sunduğunda, Demokratik Parti'nin bazı üyeleri tarafından hükümetle olan sıkı bağı yüzünden eleştirilmişti. Senatör Paul Tsongas için çözüm, her büyük partinin asıl olarak vergi gelirlerinden finanse edilen bir vakfa sahip olduğu Batı Alman modelindeydi. Vakıf paralarını alanlar, böylece, hükümet parası olmayan "temiz" para aldıklarını iddia edebilirlerdi. Örneğin Alman Friedrich-Ebert Vakfı, yetmişli yıllarda, komünistlerin iktidara gelmesini önlemek için Portekizli sosyal demokratlara mali yönden büyük destekler vermişti. Bu, ABD Kongresi'ndeki demokratlar böyle söylüyordu, State Department için çok zor olurdu. Senatör Edward Kennedy'nin bir çalışma arkadaşı, bir gazete ile röportajında, Tsongas'in önerisine heyecanlı bir şekilde katılmıştı: "Bu iyi düşünceyi destekliyoruz."
"Otuzlu yıllarda, Latin Amerika'da, yabancı vakıflardan mali destek almayı kabul eden bir solcu aydını bulabilmek pratik oiarak mümkün değildi. Bugün enstitüsü, bir Avrupa ya da Kuzey Amerika vakfı tarafından finanse edilmeyen bir sosyal bilimciyi bulmak çok zor." Bunu ABD sosyoloğu James Petras, Uruguaylı haftalık dergi "Brecha" da "Latin Amerika solunun başkalaşması" başlıklı bir makalesinde yazıyordu. Sona eren seksenli yıllar yeni bir aydın tipi doğurdu, Gramsci'nin "organik aydınını" değil, imparatorluk tarafından finanse edilen ve ülkesinin toplumsal mücadeleleriyle bağı olmayan "kurumsallaşmış aydını."
Yabancı finans kaynakları, vakıflar ve aydınlar arasında olan ilişki çok yönlü ve ince bir ilişkidir, ne doğrudan müdahale ne de kaba sansür uygulaması vardır. Ekonomik bağımlılığı gizlemek için aydına, geniş bir hareket özgürlüğü tanınır. "Bu yeni araştırmacılar sınıfının önceki "organik aydınlar" kuşağına kıyasla daha yeni bir yaşam ve çalışma stili vardır" diye yazıyor Petras ve bir anısını anlatıyor: Santiago Araştırma Enstitüsü'nün direktörü, taşradan gelmekte olan annesini karşılıyor. Yeni Peugeot'su ile annesini havaalanından alınca, annesi soruyor: "Bu güzel arabayı nereden aldın?" "Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için arabaya ihtiyacım var." Villalarla dolu bir bölgedeki oğlunun evine yaklaşınca anne soruyor: "Bu güzel evi nereden aldın?" Oğlu cevap veriyor: "Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için yaptığım araştırmamda bu eve ihtiyacım var." Yemek odasına giriyorlar ve anne deniz ürünleri, tavuk, salatalar ve iyi bir kadeh şarapla donatılmış sofrayı görünce şaşırıyor: "Pekala bu yemeğe nasıl ulaştın?" Cevap: "Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için bu yemeğe ihtiyacım var." Bunun üzerine anne kafasını kaşıyor ve şu nasihatı veriyor: "Dikkat et ki, kimse diktatörlüğü yıkmasın, yoksa sen bütün bunları kaybedersin!"
Bu şaka değil, gerçek: Referandum'dan hemen önce, rejim yanlısı günlük gazete "Mercurio" birkaç sayfa üzerinden, sayı ve isim içeren detaylı bir istatistiği şu başlıkla yayınladı: "Muhalefet yurtdışından nasıl finanse ediliyor." İki küçük yanlışın dışında, verilen bilgiler gerçeklere uyuyordu.
Altmışlı yılların sonuna doğru, hemen hemen hepsi solcu olan aydınlara karşı genel saldırı, gazetelerin kapatılmasıyla başladı, sol gazeteciler işlerini kaybettiler, yüksek öğretim üyeleri üniversitelerden kovuldular. çoğu cezaevlerine atıldı ya da öldürüldü. Diktatörlük sırasında "enstitüler", bir teorik boşlukta baş gösterdiler, vakıflar, desteği hak etmenin şartlarını geniş tuttular. Entelektüellere belli bir hareket serbestisi tanıyorlardı, parola şuydu: Kafayı kuma gömmeli, dikkat çekmemeli, ayakta kalarak yaşamalı. Bir kez vakıfların çanağına bağlanınca, generaller elveda deyip demokrasiler başlayınca da ayrılmadılar. Bunlar için çalışma piyasası değişmedi, çünkü siviller de üniversitelere para yatırmıyordu. Kim sürgünden geliyorsa, o genellikle yabancı finansman kaynakları ile birlikte "projesini" de beraberinde getiriyor.
Bu "projelerin" ilk dalgası, temasal olarak öncelikle insan haklarına ve yeni ekonomik modelin araştırılmasına yönelikti; ikinci dalga yeni toplumsal hareketleri araştırdı ve üçüncüsü de demokratikleşme süreci ve dış borçlar problematiği üzerine yoğunlaştı. Bütün araştırmalar, sosyolog Petras'a göre, ortak bir şemaya dayanıyor: "Diktatörlük üzerine araştırmalar diktatörlüğün baskıcı karakterini anlatıyor, ama onun Batı Avrupa ve ABD'deki seçkinlerle olan ekonomik ve askeri bağlantılarını anlatmıyorlar; devletin zoru, insan hakları ihlalleri ile sınırlandırılıyor ve bir sınıfın egemenliğinin, sınıflar mücadelesinin, bir sınıfın zorunun ifadesi olarak kavranmıyor." "Sosyal hareketlere" ilişkin araştırmalar da aynı şemayı izliyor, bunların bileşimi, sözde "dünün ideolojileri" ile hiç bağlantısı olmayan, toplumun tüm katmanlarını kapsayan "heterojen" olarak anlatılıyor. Demokratikleşme üzerine yapılan araştırmalar, merkezine "mümkünlüğü ve yapılabilirliği" koyup geçişi, sivillerle askerler arasında bir transaksiyona indirgiyorlar.