“Beşinci dalga”, “altıncı dalga” vs. adlarla sürüp giden ve nihayetinde 2455 sayfalık iddianameyle mahkeme aşamasına gelen Ergenekon operasyonlarından alınması gereken değil, bir kez daha altı çizilmesi gereken dersler vardır.
Her şeyden önce operasyonların yapılış tarzı, operasyon boyunca sınırsız telefon dinlemeleri, polis ve savcılık sorguları ve “medya” manipülasyonlarıyla Ergenekon olayı, mevcut yasal düzenin ve resmi polis teşkilatının istenildiğinde istediği gibi suç üretebileceğini, bir kez daha ortaya çıkarmıştır.
Kimi durumda 600 yıllık bir masala, kimi durumda elli yıllık bir geçmişe, kimi zaman beş-altı yıllık günlük yaşam ilişkilerine, kimi zaman da aylar süren telefon vb. araçların izlenmesine dayandırılan Ergenekon operasyonları ve iddianamesi, yasal zeminin ne kadar oynak olduğunu bir kez daha göstermiştir.
İlhan Selçuk’un sabaha karşı apartopar gözaltına alınışından yola çıkan kimi “medya” yazarlarının “hukukun çiğnendiği”ne ya da “adil yargılama bir gün size de lazım olur” serzenişleri, “sosyal hukuk devleti”nin sefaletine yapılan yakarmalardan öte bir değere sahip değildir.
Şeriatçı basının ve AKP beslemesi “taraf”tarlarının “demokrasiyi kurtarma operasyonu” olarak sunmaya gayret gösterdikleri, “orta-solcu liberaller”in “darbe tehlikesi önlendi” vurguları, “her dönemin adamları”nın “iç savaş”ın önüne geçildiği açıklamaları ne kadar yoğun biçimde sürdürülmüşse de, operasyonların ve iddianamenin ortaya çıkardığı gerçek, ülkede “hukukun üstünlüğü”nden, “demokrasi”den söz edilemeyeceğidir.
Günün birinde, aylar ve yıllar öncesinde işlendiği bilinen bir “suç” için savcılar ve polis harekete geçirilebilmekte ve “suç” operasyonlar içinde üretilebilmektedir. Yıllar boyunca “delilden suçluya ulaşmak” üzerine bitip tükenmez “hukuk” dersleri verenler, işkence ile alınmış ifadelere dayandırılmış suçlarla insanların onlarca yıllık cezalara çarptırıldığını bilmezlikten gelmişlerdir.
Ergenekon operasyonları ve iddianamesinin birinci dersi, ülkemizde yaşayan herhangi bir kişinin istenildiği zaman, istenilen bir suçtan dolayı gözaltına alınabileceği, tutuklanabileceği, yıllarca hapiste kalabileceğidir. Kişinin böyle bir durumla yüzyüze gelebilmesi için devrim gibi “tehlikeli” düşüncelere sahip olması, devrimci mücadeleyi yürütmesi, devrimci bir örgütlenmeye katılması hiç de gerekli değildir. Ülkede, kimi durumda yöneticilerin, yani hükümet görevlilerinin kamuoyunun dikkatini başka yönlere çekebilmek amacıyla, kimi durumda kendisini “mağdur” gösterebilmek için kolayca “suçlu” üretebileceği bir hukuk sistemi ve keyfi yönetim tarzı egemendir. Herhangi bir sosyal olayda herhangi bir emniyet amirinin hoşuna gitmeyen kişiyi “alın bunu” diyerek talimat verebildiği bir ülkede, siyasal olaylar karşısında “alın bunları” diyecek çok sayıda hükümet yetkilisi bulunur. Bu, aleni bir keyfiliktir ve hukuk, yasalar bu keyfiyeti “yürütmenin yetkisinin genişletilmesi” adı altında meşrulaştırmıştır.
İkinci ders, devrim gibi “tehlikeli” düşüncelere sahip olanların ve bu düşünceleri doğrultusunda mücadele edenlerin, legal olanakların bolluğuna ve legal faaliyetlere “dokunulmadığına” ilişkin kanılarının tümüyle bir aldatmaca, legalizm tarafından meşrulaştırılmış bir saptırma ürünü olduğudur.
Çok bilinen çelişki yasasının ortaya koyduğu gibi, baş çelişki ile ikincil çelişkiler zaman zaman yer değiştirirler. Bir dönem baş çelişki olan bir sorun, bir başka dönem ikincil hale gelebilir. Bunun gibi, siyasi pratikte, “birincil tehlike”ler ile “ikincil tehlikeler” sürekli yer değiştirir. Bu aynı zamanda ittifaklar politikasında da böyle olur. Dünün müttefikleri, bugün birbirine düşman taraflar haline gelebilir; ya da tersine dünün düşmanları, bugünün “reel politikası” içinde müttefik olurlar.
Her kesim, kendince somut ve yakın tehdit karşısında, ikincil ya da uzun dönemli tehditleri kolayca bir yana bırakabilir. Sol söylemle, bu tutum “hedef küçültme” adı altında “siyasal taktik sanatı” olarak sunulur.
Bu “taktik sanatı”, “düşmanımın düşmanı dostumdur”la ifade edilen ilkesiz ve tutarsız “taktik” anlayışlarla birlikte icra edilir. Troçki’nin sözüyle, “taktik sanatı” “şeytanla bile ittifak kurmak” şeklinde algılanır. Ve ne yazık ki, şeytanla ittifak kuranlar, hiçbir zaman şeytanı aldattıklarını düşünmemek zorundadırlar.
Mevcut düzenin bir bütün olarak “icazetli sosyalistler” ya da “legalistler” karşısındaki tutumunun, devrimci örgütlenmelerin kendisi için ne kadar tehlike oluşturduğuyla belirlenen bir öneme sahip olduğu da “sol”da çokça bilinen bir gerçektir. Mevcut düzen, devrimci mücadele ne denli gelişirse, “icazetli sosyalistlere” ve “legalistlere” o kadar ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç azaldığı oranda bu “icazet” sahipleri de, geçmişteki hizmetleri gözönüne alınmaksızın çöp tenekesine atılırlar. Kimi zaman ise, ortalıkta devrimci örgütlenmelere dayandırılmış bir “komünizm tehlikesi” kalmadığı kanısına sahip olduklarında, bu “icazetli sosyalistleri” “yıkıcı tehlike” olarak kolayca suçlayabilirler.
Bu nedenle, “icazetli sosyalistlik” ya da “legalizm”, her durumda bıçak sırtında cambazlık yapmaya benzer. Devrimci örgütler ne kadar çok darbe alırlarsa kendilerinin kıymeti o kadar düşer. Bu yüzden, kendilerini devrimci örgütlerin tasfiye edileceği zamanlara göre ayarlar. Böyle bir zamana gelmeden önce, iktidar ve güç sahiplerine yararlı olacak başka hizmetlere talip olurlar.
Ama egemen sınıflar, yüzyıllar ötesinden gelen yönetme deneyimine ve bilgisine sahip oldukları için, bu oynak “taktik” sahiplerini istediği gibi kullanmayı sürdürür.
Bu üçüncü derstir.
Dördüncü ders, ciddi olsun ya da olmasın, bir kesimin üzerine şiddetle giderek, operasyon üzerine operasyonlar yaparak bir başka kesime gözdağı vermenin yönetici sınıfların genel tutumu olduğudur. En bilinen ifadesiyle, gözdağı, yaygara ve demagoji, egemen sınıfın siyasal temsilcilerinin, en yalın haliyle “hukuk devleti”nin tek bildiği yöntemdir.
Ancak bu da tek yönlü değildir. Kimi zamanlarda, bir kesime yönelik sempati ve ilgiyi başka bir kesime yönlendirmek için baskı ve operasyonlara gidilir. 1990’larda yoğun biçimde kullanılan bu yöntemle, illegal devrimci örgütlere ya da illegal örgütlenmeye çalışanlara karşı yoğun polis operasyonları ve imha harekatları düzenmiş, devrimci saflara katılmak isteyenler legalizme yöneltilmiş, legalistlerin çevresinde toplanmaları sağlanmıştır.
Aynı yöntem, 1980 sonlarında Ankara’da örgütlenen dergi ve dernek çevrelerinin İstanbul’a taşınmasının sağlanması için T. Özal tarafından kullanılmıştır.
Şüphesiz böylesine dolaylı ve incelmiş yöntemler kullanılırken, aynı zamanda demokrasi ve hukuk özürlü bir ülkede “kaş yapayım derken göz çıkartmak” da olanaklıdır. Askeri darbe koşullarında olduğu gibi, tüm incelmiş yöntemler ve taktikler bir yana bırakılır, yakın ya da uzak tehlike olmasına bakılmaksızın tüm düzen karşıtları operasyonlara maruz kalır.
Beşinci ders, ilkelerin “karın doyurduğu”na ilişkindir.
Bu ders, legalizm ve neo-liberal solculuğun “karın doyurmaz” diyerek çöpe attığı, pragmatizmin, yani yararlı olan herşey doğrudur mantığıyla bir yana konulan ilkeler, tüm zamanlarda ve tüm dönemlerde ilkelere bağlı olmayan her mücadele ve örgütlenmenin soysuzlaştığı, mevcut düzen tarafından istenildiği gibi kullanıldığı ve kullanılacağıdır.
İlkeler, koşullara ve dönemlere göre değişen “temel kurallar” olmayıp, bir hareketin değişmez ve sürekli karakterini ortaya koyan temel kurallardır.
Hiçbir ilkeye bağlı olmayanlar ya da ikide bir ilkeleri değiştirenler, kısa vadede kendilerine daha geniş bir hareket alanı ve olanağı yaratıyor görünseler bile, uzun dönemde ilkesizliğin getirmiş olduğu her türlü olumsuzluk, rezillik ve sefalet içine sürüklenirler.
Bu yüzden ilkeler, herhangi bir düşünceye bağlılık değil, bağlı olunan düşüncenin uygulanmasında, pratiğinde titizlikle gözetilmesi gereken kurallar bütünüdür.
Bir dönem için bazı öznel çıkarlar sağlanabileceği düşüncesiyle, “ilkeyi bir kez çiğnemekle bir şey olmaz” mantığıyla hareket etmek, belki bunu yapanlara belli bir “yarar” sağlayabilse de, uzun dönemde düşüncenin kendisi de dahil tüm hareketi tutarsız ve güvenilmez hale dönüştürür.
Legal olanaklardan yararlanmak ile legalizm arasındaki sınır çizgisi de burada bulunur.
Altıncı ders, “ilkeleri bir kez çiğnemekle bir şey olmaz” mantığının, ilkelerin bazı durumlarda geçerli olmayabileceği mantığıyla birlikte varolduğudur.
Bu mantık içinde olanlar, ne kadar ilkelerden söz ederlerse etsinler, “belli koşullarda” kendi ilkelerine ters düşen ilişkilere ve bağlantılara girebilmektedirler. 1980 öncesinde cezaevlerinde “adi suçlular” içinde örgütlenme faaliyetinde sıkça görülen bu durum, giderek lümpenlerin örgütlenmesine ve mafya adı verilen gayrı-meşru çevrelerle ilişki kurulmasına yol açmıştır. Bir süre için cezaevi içinde bu kesimlerin ilişki ve olanaklarından yararlanarak, bu olanakları “devrimin çıkarları için kullanmak”tan söz edilebilmişse de, zaman içinde bu ilişkiler devrimci örgütlere karşı kullanılan bir suçlama konusu haline gelmiştir.
Ergenekon iddianamesinde “gizli tanık Dilovası”na dayandırılan suçlamalar (bkz. Ergenekon İddianamesi, s. 196-310), geçmişten günümüze kadar uzanan süreçte “mafya” denilen gayrı-meşru kesimlerle kurulan ilişkilerin bir sonucudur.
Yedinci ders, ister kamuoyu oluşturmak, ister yapılan kampanyalara daha geniş kesimlerin katılımını sağlamak gerekçesiyle olsun, devrimci sınıf ittifakları içinde yer almayan kesimlerle kurulan her bağlantı, “sap döner, keser döner” hesabı tersine döneceğidir. Doğu Perinçek pragmatizminin tipik görünümü olan “herkesle görüşme ve ilişki kurma” anlayışı, Ergenekon iddianamesinde yer aldığı gibi, akla gelmedik (ama sohbetlerde sıkça sözü edilen) suçlamalara yol açabilmektedir.
İşin daha önemli yanı, bu suçlamaların kolayca çürütülemez, inkar edilemez oluşlarıdır.
Bu ders, aynı zamanda devrimci olduğunu söyleyen kişi ve örgütlerin her türlü gayrı-meşru çevrelerden uzak durmaları gerekliliğini içerir.
Düne kadar PKK’ye yöneltilen en büyük suçlamalardan birisi olan “uyuşturucu ticareti”, Ergenekon iddianamesiyle sola bulaştırılmıştır. Bundan da önemli olanı, adı ne olursa olsun kendisini devrimci olarak tanımlayan örgütlerin gerçekleştirdiği eylemlerin “derin devlet” ya da “derin çete” tarafından yönlendirildiği iddiasıdır.
“Bizi şunlar bile muhatap alıyor” diye böbürlenmek, belki devrimci bilince sahip olmayan genç sempatizanları etkileyebilse de, sonuçta yıkıma götüreceği açığa çıkmıştır.
Son ders ise, tüm bu derslerin ortaya koyduğu gerçeklerin, bizatihi devrimci olduğunu söyleyen örgütler tarafından içselleştirilmesinin, ilkelere bağlı, tutarlı bir çizgi izlemelerinin, her türlü pragmatizmden uzak durmalarının yaşamsal öneme sahip olduğudur.
Biz, Ergenekon operasyonlarıyla ortaya çıkan gerçekleri sıralamakla yetiniyoruz. İddialar büyük ve önemlidir. İddianamede adı geçen “ilgili” kesimlerin şaibe altında kalmasına yol açmanın ötesinde, tüm devrimci mücadeleyi şaibe altına alacak sonuçları vardır. Yarın ne olurlarsa olsunlar, devrimci mücadeleyi bir bütün olarak şaibe altına sokan ve sokmayı amaçlayan iddialar “ilgililer”i tarafından titizlikle ele alınmalıdır.
Ve kesinkes ilkeler her şeyin üzerinde tutulmalıdır.
İlkelerin kendi ellerini kollarını bağladığını düşünenler, herşeyden önce devrimci ilkeleri ağızlarına almamalıdırlar. Hem ilkelerden söz edip, hem ilkesiz davranmak, sadece bunu yapanları değil, tüm devrimcileri şüphe ve zan altına sokar, devrimcilere olan güveni yok eder. Devrimci olduğunu söyleyen hiç kimsenin buna hakkı yoktur ve buna cüret edenler devrimci saflardan uzaklaştırılmalıdır.