Amerikan Emperyalizminin
"Project Democracy"si de
"Temiz" Vakıflara Oynamıştır!
Gerek ülkemizde, gerekse Latin-Amerika ülkelerinde gerçekleştirilen tüm askeri darbelerin temel amacı, her zaman devrimci mücadeleyi durdurmak ve yoketmek olmuştur. Askeri darbeler, bu amaca ulaşmak için, emperyalizm ve oligarşinin askeri zorunun açık hale getirilmesinden başka bir özelliğe sahip değildir. Emperyalizme bağımlı tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde her zaman iktidarın korunması ve sürdürülmesi için temel araç olan siyasal zor, askeri darbe dönemlerinde açık askeri zor haline dönüşerek, devrimci mücadeleyi her türlü yöntemi kullanarak engellemek ve yoketmek amacıyla kullanılırken, devrimci örgütlere yönelik olarak imha operasyonları şeklinde sürdürülmüştür. Ağırlıklı olarak silahlı devrimci örgütlerin profesyonel kadrolarının imhası yönünde kullanılan askeri zor, aynı zamanda geniş kitlelerin pasifize edilmesi için de kullanılmıştır. Ancak kitlelerin pasifize edilmesinde temel araç siyasal zorun askeri biçimde açık hale getirilmesi, yani siyasal zorun maddeleştirilmesi olmakla birlikte, kitlelerin ideolojik olarak yönlendirilmesi amacıyla değişik pasifikasyon yöntemleri de uygulamaya sokulur. Bu
pasifikasyon yöntemlerinin etkinliğine ve devrimci örgütlere yönelik
imha operasyonlarının etki derecesine bağlı olarak askeri zor uygulaması yavaş yavaş ikincil hale getirilir ve giderek "sivil yönetim"e geçilir. Her ülkenin somut tarihsel koşulları (ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel ve tarihi özellikleriyle biçimlenen koşulları)
bu geçişin biçimini ve
süresini belirler. Tüm bunlar, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki
sömürge tipi faşizmin sürekli bir uygulamasından başka birşey değildir. Bu bağlamda, "sivil yönetim"e geçiş, siyasal zorun açık uygulanmasından gizli faşizme geçiş olarak ortaya çıkar.
Mahir Çayan yoldaş ülkemizdeki oligarşik yönetimi tahlil ederken bu durumu şöyle ortaya koymuştur:
"Bizim gibi ülkelerdeki oligarşik yönetim, rahatlıkla işçi ve emekçi kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerinin olmadığı tam bir dikta yönetimi ile ülkeyi yönetebilmektedirler. Buna sömürge tipi faşizm de diyebiliriz. Bu yönetim, ya klâsik burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan 'temsili demokrasi' ile icra edilir (gizli faşizm) ya da sandıksal demokrasiye itibar edilmeden açıkça icra edilir. Ancak açık icrası sürekli değildir. Genellikle, ipin ucunu kaçırdığı zaman başvurduğu bir yöntemdir."
Bu nedenlerden dolayı ülkemizde sık sık yapılan "ordumuz, Latin-Amerika ülkelerinde olduğu gibi sürekli iktidarda kalmak için darbe yapmamıştır" türünden propagandaların amacı, askeri darbenin yapılış nedenini gizlemekten başka bir şey değildir.
Emperyalizmin III. bunalım döneminde sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin tasfiyesi ve yeni-sömürgecilik yöntemlerinin kullanılmasına paralel olarak tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde göreli olarak üretim artmış ve belli bir "refah" ortaya çıkmıştır. Emperyalizm ve oligarşiler, kitlelerin pasifize edilmesi için bu göreli (nispi) refahı kullanmışlardır. Ancak ülkede gelişen kapitalizm kendi iç dinamiği ile değil de, dış dinamikle, yani emperyalizme bağımlı olarak, emperyalizmin taleplerine göre biçimlendiğinden, bu nispi refah uzun dönemde kitlelerin pasifize edilmesinde etkin bir araç durumunda olamamıştır. Dışa bağımlı ekonominin sürekli içinde bulunduğu buhran durumu, kaçınılmaz olarak kitlelerin gelir düzeylerindeki her önemli artışdan sonra, büyük düşüşlerin ortaya çıkmasını getirmektedir. Bu durum, kitlelerin yaşam koşullarını kötüleştirmekten öte, aynı zamanda onların kendi koşullarının iyileştirilmesi yönünde hareketlenmesine neden olmaktadır. Diğer yandan emperyalizmin kendi talep yetersizliğine karşı bir çare olarak geri-bıraktırılmış ülkelerdeki kapalı ekonomileri pazara açması, yani pazar için üretimin ülke çapında yaygınlaştırılması, aynı zamanda kırsal alanlardan kentlere yönelik büyük bir göç dalgasının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu nüfusun kentlerde karşı karşıya kaldığı sorunlar, diğer kesimlerin hareketliliği ile birleşerek kitle hareketlerinin daha da yaygınlaşmasını ve yayılmasını getirmektedir. Bu kitle hareketliliği içinde en hızlı politize olan kesim olarak öğrenci kitlesinin eylemliliği kitlelerin hızla politize olmasına neden olmaktadır.
Böylece geri-bıraktırılmış ülkelerde kitlelerin mevcut düzene karşı tepkileri ve memnuniyetsizlikleri gelişmekte ve oligarşinin siyasal zorunun askeri biçimde maddeleşmesinin koşulları hızla olgunlaşmaktadır.
Ancak kitle hareketinin homojen olmaması, yani belirli bir sınıfın başını çektiği ve kitlesel gücünü oluşturduğu bir hareket niteliğinde olmaması, kaçınılmaz olarak kitlelerin örgütlenme düzeyinin hareketin gerisinde kalmasına yol açmaktadır. Değişik sınıfların ve tabakaların belli kesimlerinin hareketliliği, her sınıf ve tabakanın kendine özgü talepleriyle birlikte ortaya çıkmaktadır. Bu değişik kesimlerin değişik taleplerini bütünleştiren ve tek bir bütün içinde ortaya koyan belli bir programın gerçekleştirilememesi, kaçınılmaz olarak bu hareketin örgütlenmesini engellemektedir. Bu bütünsel ve birleşik programı ortaya koyabilecek durumda olan tek sınıf proletarya ve tek siyasal örgüt proletarya partisi olmakla birlikte, geri-bıraktırılmış ülkelerin solunda egemen olan revizyonizm ve oportünizm, böyle bir programın pratiğe geçirilmesi için önemli bir engel oluşturmaktadır. Bunun sonucu olarak da, devrimci öncü, revizyonizmin ve oportünizmin etkisi altında olan kitle içinde örgütlenme çalışması yaparken, aynı zamanda kitle hareketinin ortaya çıkarmış olduğu pratik görevleri de yerine getirmek durumunda kalmaktadır. Oligarşinin ilk planda devrimci öncüye yönelik imha operasyonları, kaçınılmaz olarak bu örgütlenme çalışmasını kesintiye uğratmakta ve giderek örgütsüz kitlenin siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesiyle pasifize etmek için uygun koşulları yaratmaktadır. Bu bağlamda, devrimci öncü, çok daha sınırlı bir kesim içinde örgütlenebilmekte ve örgütlenen unsurlarla mücadeleyi sürdürmek zorunda kalmaktadır.
Devrimci öncünün bu şekilde etkisizleştirilmesi ya da etkisinin sınırlandırılmış olması, kitle hareketinin örgütlenmesi sorununu ortada bırakmaktadır. Değişik kesimlerin değişik talepleriyle ortaya çıkan bu hareket, giderek değişik kitle örgütlenmelerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Genellikle mesleki ya da mahalli örgütlenmeler olarak ortaya çıkan bu örgütler, demokratik kitle örgütlenmesi olarak mevcut düzenin yasal çerçevesi içinde ve bu yasallığı belli oranda aşabilen bir boyutta ortaya çıkmaktadır. Bu örgütlenmeler içinde
görece kalıcı ve
merkezi niteliğe sahip olanlar ise işçi sendikaları olmaktadır.
İşte tümüyle revizyonistlerin ve oportünistlerin yönlendirmesi altına girebilen bu kitle hareketliliği, onların yönlendirmesine uygun olarak örgütlenmektedir. Kendiliğindenciliğe boyun eğmenin bir görüngüsü olan bu "örgütler", aynı zamanda her türden çıkara göre farklılaşmaktadır. Ülkenin neresinde bir hareketlenme ortaya çıksa, bu revizyonist ve oportünistler hemen orada ortaya çıkmaktadırlar. Onlar hemen her zaman bu hareketlenmeye "uygun" bir örgüt oluşturmada ve buna uygun sloganlar üretmekte ustalaşmışlardır. Kendi çevrelerinde belli bir "siyasal örgüt" oluşturan bu revizyonist ve oportünistler, bu "uygun" kitle örgütlerini belli bir siyasal hedefe doğru (kendi söylemlerinde iktidar hedefine doğru) yönlendirdikleri iddasında bulunabilmektedirler. Kendiliğinden gelişen kitle hareketinin bu kendiliğindenciliğine uygun "örgütlenişi", ilk anlarda kitlelerde birşeylerin değişebileceği ya da düzelebileceği umudu yaratmaktadır. Bu kitle içinde devrimci öncünün yürüttüğü faaliyet, böyle bir "umut" ortamı içinde bir yana itilebilmektedir. Kitlelerin karşısına belli bir program, strateji ve merkezi bir örgütlenmeyle çıkan devrimci öncü, kitlelerin değişik kesimlerinin kendine özgü talepleri yönündeki hareketinin revizyonist ve oportünistler tarafından "örgütlenmiş" olması ve bu kesimlerin kendilerini "devrimci" ya da "sol" olarak kabul ettirmiş olmaları olgusu karşısında fazlaca etkili olamamaktadır. Herşeyden önce bu kitleler kendilerine özgü talepleri için hareketlenmişlerdir ve bu kendine özgü talepleri için örgütlenmişlerdir. Bu durum bu kitlelerde bu özgül talepler için yürütülen hareketin başarıya ulaşacağı umudunu yaratmasının yanında, bu taleplere ulaşıldığında başka talepler için mücadele edilmesi bilincini de dışlamaktadır. Her kesim ya da tabaka, kendi özgül taleplerine ulaşana kadar diğer kesim ve tabakaların özgül talepleri yönündeki hareketine yakınlaşmakta ve kendi özgül taleplerine ulaşabildiği ya da ulaşamayacağını gördüğü andan itibaren bu hareketlerden uzaklaşmaktadır. Bu konuda "Cumartesi anneleri"nin eylemi ile Gazi Mahallesindeki Cemevi tipik birer örnek durumundadır. Değişik kesimlerin kendilerine özgü talepleri yönündeki her hareketinin, bu talepleri varolduğu ve bunları elde edebileceğini umduğu sürece bu yerlere yönelmesinin son yıllarda sıkça karşılaşılan bir durum olmasının temelinde bu yatmaktadır.
İşte değişik toplumsal kesimlerin ve tabakaların
kendilerine özgü talepleri için hareketlenmeleri geri-bıraktırılmış ülkelerin en temel özelliklerinden birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Ve yine bu kendine özgü taleplerin bütünleştirilememesi ve revizyonist ve oportünistler tarafından "örgütlenmesi" bu ülkelerin tipik bir görünümüdür. Dün olduğu gibi bugün de kitlelere bir "örgüt" gibi sunulan "halk meclisleri" ya da "mahalle komiteleri", değişik kesimlerin ve tabakaların kendilerine özgü talepleri dışında bir mücadeleye
yönelmemelerinin örgütlülüğü olarak ortaya çıkmaktadır. Buralarda atılan "devrim" sloganları, her zaman olduğu gibi, sadece değişik kesimlerin ve tabakaların kendilerine özgü taleplerini elde etmek için diğer kesim ve tabakaları yanlarına alabilmelerinin bir aracı olmaktadır.
Bu koşullar altında devrimci mücadelenin gelişmesinden çok, kitle hareketlerinin yoğunlaşmasının gündeme geldiği geri-bıraktırılmış ülkelerde siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesi, yani askeri darbelerin yapılması çok daha kolay olabilmektedir. Değişik kesimlerin kendilerine özgü taleplerini seçim dönemlerinde tek tek karşılayacaklarını söyleyen düzen partilerinin seçimlerden sonra bu talepleri karşılayamamaları kitlelerin düzen partilerine olan güvenlerini ortadan kaldırdığı için askeri yönetim daha bütünleştirici bir görünüm verebilmektedir. Ancak tüm askeri darbelere karşın, kitlelerin hareketliliğinin engel lenememesi emperyalistleri yeni bir yol arayışına yöneltmiştir. İşte 1980 sonrasında Amerikan emperyalizminin "project democracy"i, böyle bir arayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Burada temel amaç, kitle hareketliliğinin devrimci öncüler tarafından örgütlenmesini engellemektir. Bu yapılabilindiği oranda kitle hareketliliğinin mevcut düzene zarar vermesi önlenebilmektedir. Ancak devrimci öncü belli bir süre sonra yeniden faaliyete geçebilmekte ve kitle hareketliliği yeniden yeniden ortaya çıkmaktadır. Bu durumun gösterdiği tek gerçek, devrimci öncünün etkisizleştirilmesi ve kitlelerin siyasal zor ile pasifize edilmeleri sadece belli bir dönem için etkili olabildiğidir.
Bu olgu karşısında Amerikan emperyalizminin politikası, bir yandan devrimci öncüyü etkisizleştirme yönündeki siyasal zor uygulamasını araksız sürdürmek, öte yandan kitle hareketliliğini denetim altına alabilecek ya da politize olmasını engelleyecek bir örgütlenmenin ortaya çıkması yönünde olmuştur. Böyle bir örgütlenme için gerekli "kolaylıklar"ın yerel oligarşiler tarafından gösterilmesi tek başına yeterli olmamaktadır. Ülkemizde değişik dönemlerde uygulandığı gibi, solda icazet verilerek örgütlenen revizyonistler ve oportünistler, bu yöndeki işlevlerini tam olarak yerine getirememişlerdir. Herşeyden önce bu revizyonist ve oportünistlerin söylemde bile olsa Marksizm-Leninizmle kendilerini tanımlamaları, kitlelerin yöneliminde beklenenin ötesinde sonuçlar yaratmıştır. Böylece Amerikan emperyalizmi, örgütlenmeden önce
toplumun en ileri kesimlerinin ideolojik olarak "kazanılmaları"nı öne çıkarmıştır. Bu kesimler, aynı zamanda devrimci öncünün örgütlendiği ve kendisine kadro sağladığı kesimler olduğundan bir taşla iki kuş vurulacaktır.
T. Özal'ın dilinde "transformasyon" olarak ifade edilen bu politikanın esası, ezilen sınıfların en ileri kesimlerinin oligarşiye devşirilmesidir. Ezen sınıfların binlerce yıldır uyguladıkları ezilen sınıfların önde gelen kesimlerini "satın alma" politikası bir kez daha gündeme getirilmektedir, tek farkla ki, eski uygulamalardan dersler çıkararak.
Emperyalizm, her zaman kendi egemenliği altındaki ülkelerin iyi yetişmiş unsurlarını kendi personeli haline getirmek için çaba göstermiş ve bu yönde değişik uygulamalar gerçekleştirmiştir. Bir dönemler "beyin göçü" olarak adlandırılan uygulamalarla, geri-bıraktırılmış ülkelerin iyi yetişmiş insanlarını kendi ülkesinde istihdam etmiştir. Değişik burslar vererek bu insanlar emperyalist metropollere çekilmiş ve buralarda eğitilmişlerdir. Ancak yeni-sömürgecilik uygulamasına paralel olarak geri-bıraktırılmış ülkelerde orta ve hafif sanayinin kurulması ve gelişmesi, bu beyinlerin kendi ülkelerinde istihdam edilebilmesi için zorunlu koşullar yaratmıştır. Ama emperyalist metropollerin bireysel tüketim olanakları ile geri-bıraktırılmış ülkelerin somut koşulları arasındaki büyük fark buraları bir cazibe merkezi durumuna getirmemiş ve kaçınılmaz olarak somutta uygulanamamıştır. Bu bireylerin alış veriş yapmaları için az sayıda da olsa ithal malı satan dükkanlar açılmışsa da, bunlar aynı etkiyi yaratamamıştır. Doğrudan emperyalist ülkelerin tüketim mallarının geri-bıraktırılmış ülkelere ihracı, gerek yeni-sömürgecilik uygulamalarının gelişmesi nedeniyle, gerekse bu ülkelerdeki anti-emperyalist ve millici hareketlerin güçlülüğü nedeniyle emperyalist tekeller için önemli bir kâr kaynağı olarak ortaya çıkmamıştır.
1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte yeni-sömürgecilik uygulamasında önemli bir bunalımla karşı karşıya kalan emperyalizm, metropollerde küçük ve orta sanayinin yeniden düzenlenmesi sorunuyla yüzyüze gelmiştir. Metropollerdeki küçük ve orta sanayinin yeni teknoloji uygulamalarına geçirilmesi ve bu yolla gerek maliyetlerin düşürülmesi, gerekse istihdamı belli bir düzeyde tutabilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. 1980 dünya ekonomik buhranı metropollerdeki küçük ve orta sermaye yatırımlarının yenilenmesiyle atlatılabilmiştir. Ancak yeni teknolojiyle faaliyet yürüten küçük ve orta sanayi giderek emperyalist metropollerdeki tüketimden çok daha fazla üretim gerçekleştirmek durumuna gelmiştir. Bu ise, emperyalist ekonomilerin yeniden aşırı üretim buhranına girmesi demektir. Bu durumda emperyalizmin kendi küçük ve orta sanayi ürünleri için geri-bıraktırılmış ülkeleri bir pazar haline getirmekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır. (Bu dönemde SSCB ve diğer sosyalist ülkelerle yapılan yeni ticaret anlaşmaları aynı temele dayanmaktadır.) Geri-bıraktırılmış ülkelerdeki anti-emperyalist tepkiler, bu durumda emperyalizm için en önemli sorunu oluşturmuştur. Emperyalizmin geri-bıraktırılmış ülkelerde her çeşit yöntemi kullanarak işgalini gizlemeye çalışmasının temelinde yatan bu anti-emperyalist tepkilerin artık yeni bir yolla aşılması gerekmektedir. Amerikan emperyalizminin "project democracy"si, bu temelde birincil hale gelmiştir.
Bu çok yönlü gelişim ve olgular karşısında çok yönlü olarak düşünülen planlar "ihracata yönelik sanayileşme" demagojisi altında uygulamaya sokulmuştur. Renkli televizyon yayınından müzik kasetlerine kadar her alanda tüketim mallarına yönelik uygulamalar, askeri darbe koşullarında sindirilmiş, pasifize edilmiş kitleler için yenilik olarak sunulmuştur. Bunun için uygun insanlar bulunmuş, satın alınmış ve kullanılmıştır. Yine de bu uygulamanın tek başına yeterli sonucu sağlayamayacağı açıktır. Ve bu uygulamaya paralel olarak sola yönelik ideolojik propaganda gündeme getirilmiştir.
"İşte bu şekilde ideolojik propaganda için kazanılmış yeni unsurlarıyla emperyalizm ve oligarşiler, basın-yayın alanından eğitim alanına kadar pek çok alanda ideolojilerini sunan ve geçmişteki 'sol' görünümleriyle güven sağlamış kişilerle toplumsal yapıyı etki altına aldılar. Emperyalizmin ve oligarşilerin bu yeni adamları, sol söylem kullanmaya devam ederek, serbest pazar ekenomisi ile demokrasi arasında varolmayan ilişkiyi yıllarca öğrencilerine ve kitlelere propaganda ettiler. Tüm olguları, birbiri ardına sıralayarak, ama bu olgular arasındaki diyalektik ilişkiyi gizleyerek, felsefik olarak pozitivizm ile pragmatizmin yaygınlaşmasını sağladılar. Daha düne kadar 'kendilerinden' olduğunu bildikleri yazarların, gazetecilerin, öğretim üyelerinin bu yeni işlevlerini fark etmeyen ilerici kesim bunları dinlemekte bir sakınca görmediler. Ülkemizde olduğu gibi, 1980'lerin başlarında Asaf Savaş Akat, Çağlar Keyder gibi ekonomistler, Amerikan emperyalizminin istediği doğrultuda yazdıkları ekonomik yazıları, ilerici olarak bilinen gazetelerde ve yayınevlerinde yayınladılar. İhracata yönelik sanayileşme üzerine bu ekonomistlerin yaptığı yoğun yazınsal faaliyet, Gramsci'nin yazılarının çevrilerek birbiri ardına yayınlanmasıyla birlikte geliştirildi. Gramsci' nin burjuva toplum anlamındaki 'sivil toplum' değerlendirmeleri, askeri yönetime karşı, yani askeri yönetimin toplumuna karşı sivil iktidarları tanımlayan bir değerlendirmeymiş gibi sunuldu." [1*]
Tüm bu uygulamalarda emperyalizmin ağırlıkla üzerinde durduğu, bunun arkasında kendisinin olduğunun kitleler tarafından öğrenilmemesiydi. Bu amaçla tüm uygulamalar sanki bireyler tarafından kendiliğinden ve kendi istemleriyle yapılıyormuşcasına sürdürüldü. Bu konuda en temel araç değişik adlarla kurulmuş olan
vakıflar olmuştur.
"'Project Democracy' de 'temiz' vakıflara oynamıştı. ABD Enformasyon Dairesi, 'project democracy' bütçesini senatonun dışişleri komisyonuna sunduğunda, Demokrat Parti'nin bazı üyeleri tarafından hükümetle olan sıkı bağı yüzünden eleştirilmişti. Senatör Paul Tsongas için çözüm, her büyük partinin asıl olarak vergi gelirlerinden finanse edilen bir vakfa sahip olduğu Batı-Almanya modelindeydi. Vakıf paralarını alanlar, böylece, hükümet parası olmayan 'temiz' para aldıklarını iddia edebilirlerdi. Örneğin Alman Friedrich-Ebert Vakfı, yetmişli yıllarda, komünistlerin iktidara gelmesini önlemek için Portekizli sosyal-demokratlara mali yönden büyük destekler vermişti..." [2*]
Amerikan emperyalizminin ideali Alman emperyalizminin kendi "demokratik" görünümünü koruyan Friedrich-Ebert Vakfı türünden vakıflar aracılığıyla geri-bıraktırılmış ülkelerdeki faaliyetlerini kamufle etmekti. Bunun için ilk dönem tek tek bireylerin yabancı vakıflar tarafından finanse edilmeleri gündeme getirildi. Zaman içinde bu uygulama
yerli vakıflar oluşturularak ve tüm faaliyet bunlarca finanse ediliyormuş görüntüsü verilerek sürdürüldü. Böylece ideolojik faaliyetler önemli ölçüde gizlenildi.
Uygulama öylesine etkili oldu ki, belli bir dönemden sonra artık hiç kimse ne olduğunu sormaz hale geldi. Neredeyse herşey kendiliğinden gelişmiş gibi düşünülmeye başlanıldı. Bu vakıflar aracılığıyla finanse edilen kişilerin faaliyetleri, diğer uygulamalarla birleşerek yeni kuşağı tümüyle etkisi altına aldı. Solda yıllardır egemenliğini sürdüren revizyonizm ve oportünizm, bu koşullara uyumlanmakta fazlaca zorluk çekmediler. Birey olarak satın alınanlar işlevlerini bitirir bitirmez ortalıktan çekildiler ve yerlerine yenileri getirildi. Bugün 1984-92 yılları arasında ülkemiz solunda boy gösteren pekçok "ünlü"nün ortalıktan kaybolması böyle gerçekleşti. Bu dönemde yayınlanan pekçok dergi, "yazarları"nın kaybolmasına paralel olarak kendiliğinden yayınlarına son verdi. Ve bugün bunların nerede ne yaptıklarını pek az kişi bilebilmektedir.
Bugün ülkemiz solunda kimilerince "141-142 solcuları" olarak tanımlanan, dolayısıyla TCK'nın 141 ve 142. maddelerinin T. Özal döneminde kaldırılmasıyla "solculuğu" bıraktıkları söylenen pekçok eski "solcu", gerçekte Amerikan emperyalizminin ideolojik saldırısının birer aracı olarak faaliyet yürütmüşlerdir. Onların bu faaliyetleri süresince ortaya koydukları "ideolojik düşünceler" yeni yetişen kuşağın tüm teorik bilgisini oluşturmuştur. Yeni yetişen kuşak bu teorik bilgilere, o kişilere güven duydukları oranda güvenmekte ve buna uygun olarak faaliyet yürütmektedirler. Bugün ÖD Partisi çevresinde toplaşan pek çok genç bu ortamın ürünü olarak biçimlenmişlerdir. Ve aynı şekilde o "eski solcular" doğrudan ya da dolaylı olarak ÖD Partisi propagandası yapmaktadırlar.
Bu süreçte Amerikan emperyalizminin "temiz" vakıflarından birisi de Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı (kendi kısaltmalarıyla Tarih Vakfı) olmuştur. Bu vakıf, oluşumuyla, faaliyeti ile, üyeleriyle, sözcüğün tam anlamıyla Amerikan emperyalizminin ideolojik saldırısının nasıl finanse edildiğinin en iyi örneklerinden birisidir.
Bu vakıf kendisini şöyle sunmaktadır:
"Vakfın çalışmaları Türkiye'de bilimsel ve kültürel yaşama, dünün bugüne ve yarına bağlanmasına katkıda bulunmaktadır. Tarih Vakfı, Türkiye'nin ekonomik ve toplumsal tarihi alanında uzmanlaşan bir arşiv, kütüphane, araştırma, eğitim ve yayın kurumudur ve tarih alanını sivil topluma kazandırmak üzere girişilmiş bir kolektif müdahale projesidir.
Tarih Vakfı, çalışmalarını, toplumumuzda her türlü şovenizmden uzak bir tarih bilincinin yaygınlaşması, böylece ülkemiz yurttaşlarının daha zengin ve kapsamlı bir tarihsel perspektif kazanmalarına yardımcı olmak üzere gerçekleştirmektedir."
Aynı şekilde vakfın finans kaynakları da kendileri tarafından şöyle sunulmaktadır:
"Tarih Vakfı, başta tarihçiler ve toplumbilimciler olmak üzere, çeşitli meslek ve çevrelerden aydınlarımızın bir ortak girişimidir. Vakıf, 1990 yılının son aylarında bir araya gelen 12 kişilik Vakıf Girişim Kurulu'nun kuruculuk önerdiği kişilerden 264'ünün bu öneriyi kabul etmesi ve Temmuz 1991'de gerekli yasal işlemleri tamamlamasıyla kurulmuştur. Tarih Vakfı, kuruluş süreci ve yapısı bakımından ülkemizdeki vakıfların büyük çoğunluğuna benzememektedir. Vakfın arkasında varlıklı bir aile, büyük bir sermaye grubu ya da bir politik parti yoktur. Vakıf, devletten tümüyle bağımsız bir sivil toplum kuruluşudur. Vakfın kuruluş sermayesi, temel olarak, kurucularının küçük çaplı katkılarıyla oluşmuştur. Kuruluş sonrasında da kurucu ve üyelerinin özverili katkıları Tarih Vakfı'nın ana dayanağı durumundadır.
Vakıf, bu bağımsız ve demokratik yapısı ile çevresinden artan bir destek görmektedir. Tarih Vakfı, şimdiye kadar, giriştiği birçok çalışmada, gerek merkezi devlet kurumlarının, gerek yerel yönetimlerin ve gerekse de çeşitli özel kuruluşların maddi desteğini almıştır. Böylece, Tarih Vakfı ülkemizde varlığı öteden beri duyulan bir kurumsal boşluğu kapatmaya yönelmiştir."
Kendisini böyle ortaya sunan Tarih Vakfı' nın bazı üyelerinin adları da şöyle sıralanıyor:
Tektaş AĞAOĞLU, Prof. Dr. Asaf Savaş AKAT,
Çağatay ANADOL, Prof. Sadun AREN,
Suha ARIN, Enis BATUR,
Oya BAYDAR,
Doç. Dr. Murat BELGE,
Doç. Dr. Fatmagül BERKTAY,
Doç. Dr. Halil BERKTAY,
Prof. Dr. Korkut BORATAV,
İcen BÖRTÜCENE,
Rıdvan BUDAK,
Hasan CEMAL,
Dr. Tevfik ÇAVDAR,
Murtaza ÇELİKEL,
Nuri ÇOLAKOĞLU,
Erdoğan DEMİRÖREN,
Şemsi DENİZER,
Prof. Dr. Sencer DİVİTÇİOĞLU,
Koray DÜZGÖREN, Faruk ECZACIBAŞI,
Prof. Dr. Cevat GERAY,
Doç. Dr. Haluk GERGER,
Ergun GÖKNEL,
Doç. Dr. Korel GÖYMEN,
Yiğit GÜLÖKSÜZ, Prof. Dr. Bozkurt GÜVENÇ,
Algan HACALOĞLU,
Prof. Dr. Talat HALMAN,
Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI,
Fatma Hikmet İŞMEN,
Alpay KABACALI, Ali İhsan KARACAN,
Gülsün KARAMUSTAFA,
Atilla KARAOSMANOĞLU,
Osman KAVALA,
Prof. Dr. Yakup KEPENEK,
Prof. Dr. Çağlar KEYDER,
Prof. Dr. Mübeccel KIRAY,
Prof. Dr. Emre KONGAR,
Cem KOZLU,
Prof. Dr. Oya KÖYMEN,
Şükran KURDAKUL, Prof. Dr. Bilsay KURUÇ,
Ziya MÜEZZİNOĞLU, Zeynep ORAL,
Prof. Dr. İlber ORTAYLI,
Ali ÖZGENTÜRK,
Atilla ÖZKIRIMLI,
Orhan PAMUK,
Kenan SOMER,
Mustafa SÖNMEZ,
Prof. Dr. Nurettin SÖZEN,
Prof. Dr. İlhan TEKELİ, Prof. Dr. Şirin TEKELİ,
Mete TUNÇAY,
Vedat TÜRKALİ,
Osman ULAGAY,
Hilmi YAVUZ,
Ragıp ZARAKOLU
Şimdi bu ünlü isimlerin 1991'de
"çalışmalarını, toplumumuzda her türlü şovenizmden uzak bir tarih bilincinin yaygınlaşması, böylece ülkemiz yurttaşlarının daha zengin ve kapsamlı bir tarihsel perspektif kazanmalarına yardımcı olmak üzere" oluşturduğu vakfın "faaliyetleri"nin bazılarına bakalım:
"MİLLİ PİYANGO TARİHİ
Mayıs 1992:
Proje yöneticisi: Doç. Dr. Mete Tunçay
Milli Piyango Genel Müdürlüğü için Mete Tunçay'ın yazdığı kitap 'Milli Piyango Tarihi ve Milli Piyango İdaresi' adıyla yayınlandı. Piyangonun Dünü Bugünü Yarını kitabı. Vakfımız, Milli Piyango Tarihi kitabından ayrı olarak, bir de promosyon kitabı düzenledi. Bu kitapta, Milli Piyango'nun tarihi iyice özümlenmiş biçimiyle ve tarih, görsel malzemeyle rengarenk veriliyor."
"İSKİ TARİHİ
Kasım 1993
Proje yöneticisi: Burhan Oğuz
Osmanlı İmparatorluğu döneminde su vakıfları, Dersaadet Anonim Şirketi ve İSKİ tarihine ilişkin metin basıma hazır halde Mayıs 93'de kuruma teslim edildi."
"I. TARİH VE DENİZ ŞENLİĞİ
12-18 Temmuz 1993
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Türk PROJESİ Armatörler Birliği, Deniz Kuvvetleri, Denizcilik İşletmeleri, çeşitli kaptan dernekleri, Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Deniz Ticaret Odası, balıkçılar dernekleri destek verdiler. Amaç, İstanbul şehrinin çağlar boyunca denizle kurmuş olduğu tarihi ve kültürel ilişkileri bir kez daha tazelemek ve bu ilişkiler çerçevesinde oluşmuş değerleri korumaktı. Şenlik çerçevesinde Yat Yarışı, İstanbul'da Deniz Sergisi, Şenlik Pazarı, Konferanslar, Geziler, Sempozyumlar, Konserler, Model Gemi Gösterileri, Paneller, Kürek Yarışı, Asya Avrupa Yüzme Yarışı, Centerboard Yarışı, Açık Deniz Yat Yarışı, Regetta/Tekneler Geçidi gerçekleştirildi. Özel Gün Zarfı, Afiş, Broşür, Bülten, Anı Kartları bastırıldı. Çeşitli promosyon malzemeleri hazırlandı."
Sıradan herhangi bir reklam şirketinin yapacağı bu "faaliyetler"in Tarih Vakfı'yla ve üyelerinin "ünleri" ile ne kadar çakıştığı ortadadır. Öte yandan tüm bunlar yapılırken, Demirel'in başbakanlığında DYP-SHP koalisyon hükümetinin iktidarda olduğu ve İstanbul Büyükşehir Belediye başkanının SHP'li Prof. Dr. Nurettin Sözen ve
İSKİ Genel Müdürü' nün de Ergun Kökner olduğu anımsandığında bu sıradan reklam işlerinin ne denli para getirdiği kolayca anlaşılabilir.
Ancak bu vakfın daha değişik faaliyetleri ve projeleri de vardır. İşte bu projelerden ikisi:
"Editör"lüğünü 1980 öncesinin ünlü TSİP'li revizyonisti, 1980 sonrasının yurtdışı "göçmeni" ve 1990 sonrasının "yurda dönüşcüsü"
Oya Baydar'ın yaptığı ve Haziran 1996'da tamamlanacağı ilan edilen
Sendikacılık Ansiklopedisi. Bu ansiklopedinin Kültür Bakanlığı, ILO, Türk-İş, DİSK ve Hak-İş tarafından finanse edildiği vakıf tarafından ilan edilmektedir.
Kendi kuruluş amaçları içinde ifade edildiği gibi "tarih arşivi" olarak
TSİP arşivi oluşturma projeleri bulunmaktadır.
Tektaş Ağaoğlu ve Oya Baydar gibi TSİP revizyonizminin iki "eski tüfeği"nin finansmanları böyle yollarla karşılanmıştır.
Başını Mete Tunçay'ın çektiği Murat Belge'nin en gözde üye ve aktivist olduğu bu Tarih Vakfı, Amerikan emperyalizminin geri-bıraktırılmış ülkelerde kendine uygun personel yetiştirilmesini amaçlayan
Rockefeller Vakfı yanında Alman
Körber Vakfı ve Amerikan emperyalizminin ideal olarak tanımladığı
Friedrich Ebert Vakfı ile ortak proje ve faaliyetler yürütmüştür.
Bunların yanında yine vakfın pek çok faaliyetini birlikte yürüttüğü diğer kuruluşlar arasında
İnsan Hakları Vakfı ve
Helsinki Yurttaşlar Derneği bulunmaktadır. Bu derneğin merkezi Finlandiya'da olup, Türkiye şubesinin yöneticisi Murat Belge'dir. Her iki kuruluş da, insan hakları ihlallerine ilişkin olarak faaliyet yürüttükleri için, Tarih Vakfı ile ortak çalışmaları, doğal olarak çok "insani" ve "demokratik" olmaktadır. Ancak Tarih Vakfı'nın "küçük çaplı" ve "özverili katkıları" bulunan üyelerinden birisi
Osman Kavala'dır. Osman Kavala,
Kavala Holding'in sahibi olup 1980 sonrasında Murat Belge'nin sahibi olduğu
İletişim Yayınları'nın, moda deyimle söylersek "sponsor"udur. Kurtuluş Cephesi'nin Mart-Nisan 1997 tarihli 36. sayısında yayınladığımız "
1980'den Günümüze Kitle Pasifikasyonu ve Sonuçları" yazısında ortaya koyduğumuz gibi,
"cezaevinden çıkmış, işsiz ve mesleksiz pek çok eski devrimci, bu yayınevinin çatısı altında topluma yeniden entegre olabilmeye yetecek bir süre için 'yazar' olarak işe alındılar." Ve yine yayınladıkları Sosyalizm Ansiklopedisi ile, yeni yetişen kuşağın sosyalizme ilişkin bilgileri parçasal ve tekil olarak, yani bütünsellikten uzak bir biçimde bulabilecekleri yanılsamasını üretenler de aynı kişilerdir.
Ancak Osman Kavala'nın sahibi olduğu holdingin 1990 sonrasında ülkemizde kurulmasına izin verilen iki GSM sisteminden (cep telefonu hattı) birisi olan TURKCELL'de %20 hissesi olduğu ve TURKCELL'in en büyük ortağının ise TELECOM FİNLAND olduğu düşünüldüğünde, Helsinki Yurttaşlar Derneği' nin nereden çıktığı ve nasıl finanse edildiğine ilişikin fazlaca kafa yormak gerekmemektedir. (Turkcell'in diğer ortakları Çukurova Holding, Murat Vargı'dır.)
İşte bu ilişkiler içinde bulunan Tarih Vakfı, ülkemizde Amerikan emperyalizminin 1980 sonrasında aradığı "temiz" vakıflardan birisidir. Ve bu ve benzeri vakıflar aracılığıyla yeni devrimci kuşak ideolojik olarak "kazanılmaya" çalışılmıştır. Özellikle devrim teorisini öğrenmeye ve kavramaya yönelmiş pekçok samimi genç unsur, bu ilişkiler içinde "entellektüel ortamlar"a yöneltilmiş ve bu "ortamlar"da pasifize edilmişlerdir. Kendilerini kültür, sanat vb. çevreler olarak sunan pekçok "ortam"a yöneltilmiş bu genç kuşağın ileri unsurları, birer "entellektüel" olarak kendi bireyselliklerini "yaşamaya" yönelerek, devrim mücadelesinden kopmuşlardır. Ancak bu kopuş, aynı zamanda, devrim mücadelesinin çarpıtılmasıyla birlikte olmuştur. Onlar, bu "temiz" vakıflar aracılığıyla öğrendikleri devrim mücadelesinin tarihine yabancılaştırılmışlardır. Ve Tarih Vakfı, kurucularıyla, üyeleriyle, bilinçli ya da bilinçsiz katılanlarıyla ülkemiz devrim tarihinin çarpıtılmasının vakfı olmuştur.
Bugün bunlar devrimci mücadelenin şu ya da bu alanında doğrudan yer almamaktadırlar. Ancak oluşturdukları yanılsamalarla, çarpıtmalarla belli bir anlayış yaratmışlardır. Devrimciler, bir yandan bu türden "temiz" vakıfların niteliğini sergilerken, diğer yandan bu çarpıtmalara, yanılsamalara karşı mücadele etmek ve bunların devrim saflarında etkili olmasını engellemek zorundadırlar. Bu ise, burjuva ideolojisine ve onun soldaki uzantısı oportünizme karşı verilen ideolojik mücadelenin en temel hedefleri durumundadır.
Dipnot
[1*] Kurtuluş Cephesi, Sayı: 36, s: 24, Mart-Nisan 1997
[2*] G. Weber: Gerilla Bilanço Çıkarıyor, s: 35