Herkesin bileceği gibi, ideoloji sözcüğü, bir bütün olarak dünyaya bakış açısını ifade eder. Bilimsel anlamda ideoloji, bir sınıfın nesnel gerçekliği kavrayış ve düşünüş tarzıdır.
Teori (kuram) ise, nesnel gerçekliğin insan bilincine düşünsel olarak yansıyışıdır, diğer bir ifadeyle, düşünce alanındaki bilgidir, bilgi bütünselliğidir. Bu yönüyle, teori ile ideoloji eşanlamlıdırlar. Ancak teori, belirli bir konuda bütünsel düşünce olarak ortaya konulan kuralları ve yasaları kapsadığı oranda ideolojinin bir parçasını oluşturur.
Marksizm-Leninizmde ideolojik mücadele, her zaman teorik bir mücadeledir, ancak teori dışındaki alanları da kapsar. Bu nedenle, ideolojik mücadele, bir yandan burjuva ideolojisine karşı yürütüldüğü gibi, her türlü burjuva ve küçük-burjuva teorilere ve bunların soldaki uzantılarına karşı da yürütülür. Somutta, proletaryanın ve partisinin burjuva dünya görüşüne ve yaşam tarzına karşı yürüttüğü mücadele ideolojik mücadele olarak tanımlanırken; proletarya ve partisinin soldaki değişik teorilere karşı yürüttüğü mücadele teorik mücadele olarak tanımlanır. Bu bağlamda, teorik mücadele, hemen her durumda devrimin yolu ve rotası çevresinde odaklanan bir teorik tartışma bütünselliği oluşturur. Dolayısıyla, Marksist-Leninist hareket içinde ortaya çıkan oportünizme ve revizyonizme karşı yürütülen ideolojik mücadele teorik bir mücadele niteliği kazanır. Bu teorik mücadele, doğru devrimci çizginin, sapmalara ve yanlış devrim teorilerine karşı yürüttüğü bir mücadeledir. Bu mücadelede, teorinin ve teorik mücadelenin her küçümsenişi, sapmaların ve yanlış devrim teorilerinin güçlenmesi anlamına gelir.
Genel olarak teori, pratik faaliyetin nasıl yürütüleceğini ortaya koyan düşünce bütünlüğüdür. Bu yüzden, teorik tartışmalar, doğrudan pratiğe ilişkin bir tartışmadır. Farklı devrim teorilerinin pratikleri de farklı olacaktır. Bir başka deyişle, teori ile pratik, günlük dilde söylersek "söz ile iş" bir bütün oluştururlar. Lenin'in "devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz" sözü, teori ile pratiğin bütünselliğini ifade eder.
Ancak konu, genelden çıkıp özele, sola geldiğinde, sorun, teori ile pratiğin birliği ve bütünselliği olmaktan çıkar. Solda, sıklık ve çokluk, teoride söylenenler ile pratikte yapılanlar birbiriyle uyumlu olmaktan uzaktır. Teori, neredeyse, söylenmesi gereken söz olarak kalırken, pratik "o anın gerekleri"ymiş gibi ortaya çıkar. Teori ile pratik arasında bir ilişkinin bulunmadığı koşullarda her teorik tartışma sadece boşa geçirilmiş zaman olarak görünür. Böylesi koşullarda sorun, teori ile pratik (söz ile iş) arasındaki farklılığın sergilenmesi noktasında odaklaşır. "Biz yaptık, oldu" ya da "siz ne yaptınız" türünden sözler hep bu noktada söylenir.
Ülkemiz solunun 1970 sonrasındaki en tipik özelliği, teori ile pratik arasındaki kopuştur. Teoride neyin söylendiğine bakılmaksızın "işe yarayan" (güncel dilde "işbitiren") birşeylerin yapılması esas olduğundan, teori, ya yapılanları haklı göstermek amacıyla kullanılır, ya da sorulduğunda göstermek için "el altında" bulundurulan yazılı metin olarak düşünülür. Marksist-Leninist literatürde "oportünizm" olarak tanımlanan siyasal davranış tarzı, böylesi bir ortamda egemen "teorik anlayış" olarak ortaya çıkar. Teoriyi küçümsemek, teorik tartışmadan kaçmak oportünizmin en tipik özelliğidir. Teorik tartışmadan kaçamadıkları koşullarda Marksist-Leninist teoriyi tahrif etmek, bozmak oportünizmin en sık kullandığı yöntemlerden birisidir.
1980 sonrasında, özellikle de 1990'larda ideolojisizleşme süreci, teorisi (varsa) ayrı, pratiği apayrı olan bir oportünizm çeşidini, neredeyse ülkemiz solunun tek siyasal çizgisi haline getirmiştir.
1980 öncesinde, başını "Devrimci" Yol'un çektiği ve geliştirdiği bu oportünizm, teoride söylediğinden farklı bir pratik yürütmek ve bu farklılığı değişik yöntemler kullanarak gizlemek şeklinde ortaya çıkmıştır. 1990'lara gelindiğinde ise, teori ile her türlü ilişki giderek kesildiğinden, teori ile pratik arasındaki farklılığın gizlenmesi gereği ortadan kalkmıştır. Bunun yerini, her somut duruma, yere ve kişiye göre değiştirilebilen bir teorik söylem almıştır. Bütünsel bir teori ortada bulunmadığından, böylesine çok değişkenli teorik söylemin belirlenmesi, eleştirilmesi de olanaksız hale gelmiştir. Solda çıkan tüm yayınlar da, bu somut koşullara uygun olarak, geneli ve pratiği bağlayan teorik belirlemelerden özenle kaçınır olmuşlardır.
Bu koşullar altında, yapılanların (pratiğin) doğru ya da yanlışlığı bir yana, yapılması gereken birşey olup olmadığının, bir önceki ya da sonraki yapılanlarla bir bütünselliğinin olup olmadığının saptanması ve tartışılması bile olanaksız hale gelmiştir. Artık, herhangi bir sol örgütlenmenin pratiği ve teorisi, ülkenin herhangi bir şehrinde ya da mahallesinde bulunan kişilerin bilgi düzeylerine göre, birbirinden farklı ve çoğu zaman taban tabana zıt gerekçelerle açıklanır olmuştur.
Bugün ülkemiz solunda faaliyet yürüten herhangi bir örgütlenmenin "kökeninde" olduğu söylenen ya da "izledikleri"ni söyledikleri teorik belirlemelere (ister THKP-C'nin çizgisi olsun, ister İ. Kaypakkaya'nın çizgisi olsun) bakarak pratiklerini değerlendirmek ya da "izledikleri" çizginin doğru ya da yanlışlığını saptamak olanaksızdır.
Sadece solda yayınlanan dergilere bakıldığında bile, "örgütler"in "izledikleri" varsayılan çizgi ile yaptıkları arasındaki farklılık görülecek boyutlara ulaşmıştır. Keskin bir "maoist" geçmişten hızla ayrılarak keskin bir "ayaklanma" söylemcisi haline dönüşen MLKP'nin "Atılım"ı, İ. Kaypakkaya'nın teorik görüşlerini sürdürdüğünü söyleyen TKP(ML)'nin "Devrimci Demokrasi"si, kendisini DHKP-C olarak örgütlediğini söyleyen DS'nin "Kurtuluş"u, "Yaşadığımız Vatan"ı ve son olarak da "Ekmek ve Adalet"i, teori ile pratiğin bütünselliği bir yana, öz ile biçimin ilişkisini bile ortadan kaldırmıştır.
Basit ve günlük dille yazılmış "teorik" olduğu varsayılacak metinlere bakıldığında ise, durum çok daha kötüdür.
Daha dün, Gazi "ayaklanması"ndan, Gazi "barikat savaşından" sözedilirken, bugün Gazi "masalları" anlatılmaktadır.[1*] "Feda eylemi" denilerek "intihar eylemleri" yüceltilirken, hangi bakış açısının ya da mücadele çizgisinin bir parçası olduğunu söylemek bile gereksiz görülmektedir.
Son on yıl içinde solda yazılan ve çizilenleri tek tek sıralamak ve bunların birbirleriyle ve iddia edilen "izlenen çizgiyle" ilişkisizliğini ortaya koymak, şüphesiz, ne zaman olarak, ne de yer olarak olanaksızdır. Bu nedenle, son aylardan birkaç örnek vererek konuyu biraz somutlaştıralım:
İnternet üzerinden "18 Mart 2002 tarihli 132. sayımızdan sonra yayınımızı durdurmuş bulunmaktayız" açıklamasıyla "yayın hayatına" son verilen "Yaşadığımız Vatan"ın yerine çıkartılan "Ekmek ve Adalet"te şöyle denilmektedir:
"12 Mart'ın ardından şöyle yazıyordu Mahir:
'Bütün bunların anlamı, kaba deyişle, ülkemizin Latin-Amerika ülkelerinden farksız bir ülke haline gelmesidir. Artık ... emperyalist işgalin ve istismarın Türk Ordusu aracılığıyla sürdürüldüğü, ekonomik ve demokratik amaçlı her çeşit kıpırdanmanın terörle susturulduğu, legal bütün yolların tıkandığı, devrimci politikanın silahla susturulduğu bir ülke haline gelmiştir Türkiye.'
Bu satırlar, günümüzü de anlatmıyor mu?"[2*]
Evet, "Ekmek ve Adalet"e göre, "Mahir" 12 Mart'ın "ardından" (adı belirtilmemişse de) Kesintisiz Devrim II-III'de yer alan bu belirlemeleri, "günümüzü de anlatıyor"muş. Yani, onlar, bugün ülkemizin "legal bütün yollar tıkanmış, devrimci politikanın silahla susturulduğu bir ülke" olduğunu kabul ediyorlar.
Bu durumda ne yapılmalıdır?
Bu sorunun yanıtını Mahir yoldaş, ("Ekmek ve Adalet"in Kesintisiz Devrim II-III'den yaptığı alıntının devamında) şöyle ifade etmiştir:
"Bundan böyle, bütün legal yolların tıkanmasından, emekçi kitlelere karşı tenkil politikasının en gaddarca sürdürülmesinden dolayı, kitlelerle diyalog kurmanın ve onları devrim saflarına çekmenin temel mücadele biçimi silahlı propagandadır." (abç)
Mahir yoldaşın yaptığı değerlendirmenin "günümüzü de anlattığı"nı söyleyenlerin yaptığı ise yeni bir legal dergi çıkarmak olmuştur.
İşte ülkemiz solundaki "teori" ile "pratik" böylesine "uyumlu" bir bütün oluşturmaktadır. Söylenenle yapılan birbiriyle taban tabana zıttır.
Devam edelim:
"Türkiye solunda, siyasi arenaya yeni çıkan herkes, önce uzun uzadıya bir 'THKP-C eleştirisi' yapar. Çünkü Parti-Cephe, Türkiye soluna 30 yıldır damgasını vuran bir çizgidir. Devrimci gelenekler, onun açtığı yoldan hayat bulmuştur. Parti-Cephe çizgisi, aynı zamanda soldaki tüm kaçışları, ilkesizlikleri, tutarsızlıkları açığa çıkaran bir ayna olmuştur. Cephe ve Cepheliler varken, reformizmi, pasifizmi, kaçkınlığı, devrimcilik diye yutturmak zordur.
'Emperyalizmin bizim gibi ülkelerde içsel bir olgu haline dönüştüğünü' söylemişti Mahir, 'emperyalizmin gizli işgali' tanımını kullanmıştı. Emperyalizm-Türkiye ilişkilerini bugün 'işgal' den daha iyi ne anlatabilir ki?"[3*]
Eski "vatanseverler"in, yeni "adalet"cilerin "Mahir"inin yaptığı "emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmesi" ve "gizli işgali" belirlemesi de (adı belirtilmemişse de) Kesintisiz Devrim II-III'den alınmıştır ve aynı yerde Mahir yoldaş şöyle yazmaktadır: "Ayrıca emperyalizmin işgali karşı tarafın bizzat zora, şiddete, silaha başvurması demektir. Bu ise, silahlı savaşın objektif şartlarının mevcudiyeti demektir." Evet, Mahir yoldaş (onlara göre "Mahir") "iyi anlatmış"tır. Ama onların aktardıkları "mevcut durum değerlendirmesi"dir ve doğal olarak bu değerlendirmeden çıkartılan sonuçlara hiç değinilmemiştir. Böylece neden-sonuç ilişkisi ortadan kaldırılmakta, somut durumun tahlili ile devrimci görevler birbirinden ayrıştırılmakta, dolayısıyla da teori ile pratik birbirinden yalıtılmakta, ayrıştırılmaktadır.
Aynı durum çağrıştırmalar, anıştırmalar, imgeler ve özensizlikler üzerinde yükselen yeni bir söylemde yaratmıştır. Bir cümlede "Türkiye solunda, siyasi arenaya yeni çıkan herkes, önce uzun uzadıya bir 'THKP-C eleştirisi' yapar." denilirken, ikinci cümlede "Çünkü Parti-Cephe, Türkiye soluna 30 yıldır damgasını vuran bir çizgidir" denilerek, THKP-C, ne olduğu tanımlanmamış bir "Parti-Cephe" adıyla özdeşleştirilir. Bununla da yetinilmeyip, "Cephe ve Cepheliler varken, reformizmi, pasifizmi, kaçkınlığı, devrimcilik diye yutturmak zordur" sonucuna ulaşılmaktadır.
Ve herkesin bilmesi gerekir ki, kendilerinin "Parti-Cephe" dediklerinin adı DHKP-C'dir ve herkesin göreceği gibi THKP-C adıyla benzerliği sadece sondan üç harftir. "Biz THKP-C'nin devamıyız" demek başka bir şeydir, kendilerini DHKP-C olarak adlandırmak başka birşeydir. Bu yapılan, kendisine "maoist" diyen birisinin kendisini "Mao" olarak tanıtması kadar "abesle iştigal"dir.
Diğer yandan, aynı kısa cümlelerden "Cephe ve Cepheliler"in reformizme, pasifizme vs. karşı nasıl mücadele ettiklerini öğreniyoruz. Oysa sanılırdı ki, reformizme, pasifizme vs. karşı yürütülen mücadele "ideolojik mücadele"dir ve bunu da "Parti ve Partililer" (elbette proletarya partisidir sözkonusu olan) yürütür. Şüphesiz bunlar "sanıdır", eskide kalmıştır, günümüzde Parti demek Cephe demektir, Cephe demek Parti demektir, THKP-C demek Parti-Cephe demektir, Parti-Cephe demek DHKP-C demektir, DHKP-C demek Cephe demektir, Cephe demek Cepheli demektir, Cepheli demek Vatansever demektir, Vatansever demek Adalet demektir, Adalet demek demokrat demektir...
Tüm bunların içinde kendinizi herhangi bir yere koyarak, aynı zamanda hepsinde yer almanız olanaklıdır.
THKP-C'nin 1971 yılında kaleme alınan ilk tüzüğünde Parti ve Cephe üyeliği (popüler dilde "Partili ve Cepheli olmak") şöyle ifade edilmiştir:
"Türkiye Halk Kurtuluş Partisi, proletaryanın siyasi partisidir.
Partinin tüzük ve programını kabul eden, devrimci çalışmayı rahatlıkla yürütebilecek seviyede MarksistLeninist olan ve ülke gerçeklerini bilen, parti teşkilatlarından birine katılıp içinde faal olarak çalışan, partinin kararlarına ve disiplinine uyan herkes Türkiye Halk Kurtuluş Partisi'ne üye olabilir."
"Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi üyesi olmanın şartları: a) Öğrenciler için belli bir Marksist-Leninist formasyona sahip olmak, belli bir alanda çalışmak; b) İşçiler, köylüler ve diğer halk kesimlerinden gelenler için, Partinin kılavuzluğunu kabul etmek, örgüt disiplinine tabi olmak."
Görüldüğü gibi, THKP-C için, Parti ile Cephe birbirinden farklı iki ayrı örgütlenmedir ve sınıfsal niteliği de farklıdır. Parti, hiçbir tartışmaya yer vermeyecek biçimde, proletaryanın siyasi partisidir, Marksist-Leninist partidir. Cephe ise, anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrim mücadelesinin politik örgütlenmesidir, dolayısıyla anti-emperyalist ve anti-oligarşik kesimleri kapsar. Cephe üyesi olabilmek için Marksist-Leninist olmak koşul değilken, Parti üyesi olmak için Marksist-Leninist olmak aranan mutlak koşul durumundadır.
Ama... Bunlar işin "sözel" tarafıdır. Onlar da pekala Parti ile Cephe'nin THKP-C ile DHKP-C'nin bir ve aynı olmadığını bilmektedirler. Bu öylesine açıktır ki, kendi sözleriyle ifade edersek, Mahir Çayan "1970'te kurulan THKP-C'nin önderidir" ve yine kendi sloganlarında ifade edildiği gibi, "DHKP-C' nin önderi" Dursun Karataş'dır.
İşte ülkemiz solundaki ideolojinin ve ideolojik mücadelenin odak noktası da burada bulunmaktadır. Teorik söylemde (ya da yazılı olarak) ne söylediğiniz değil, somuttaki kişiye ne dediğiniz önemlidir. Örneğin, yukardaki alıntılar yapılarak geliştirilecek bir tartışma, çok kolaylıkla, "bunları bizde biliyoruz, Partili olmak o kadar kolay mı? Herkes Partili olamaz ki, o yüzden önce Cepheli olmak gerekir" sözleriyle değişecektir.
Ve o zaman, herkes düşünecektir ki, madem herkes istediği gibi söyleme ve söylediğinden farklı şeyler yapma "özgürlüğü" ne sahiptir, bunca söz niye ediliyor? Söylenenlerin ve yapılanların doğru ya da yanlışlığını ortaya koyacak bir ölçü yok mudur? Marksizm-Leninizm ve tarihsel gerçekler bir ölçü olarak kabul edilmeyecekse, sizin, bizim ya da bir başkalarının kim ve ne oldukları neye göre belirlenecektir?
Bunlar boş sözler ve sorulardır. Ülkemiz solunda, bu ve benzeri sorular ve de teori sadece bu işleri "merak edenler" için vardır. Gerisi, her nabza göre şerbet vermek, her kişiye göre teori yapmaktır.
[1*] Pek inandırıcı gibi görünmese de, gerçek durum budur. 11 Mart 2002 tarihli "Özgür Vatan"dan bir örnek:
"Panzerin karşısında onbinler, Panzerin karşısında Gazi emekçi halkı...
Gazi halkı öfkeli, kararlı, Gazi halkının gözleri çakmak çakmak...
Panzer korkuyor...
- Şu öndeki şeyin adı neydi Hala?
- Panzer.
- Ne işe yarar?
- Çocuk ezer... Hani kasette vardı ya, "yürümüş panzer, Sevcan yedi yaşında kalmış"...
- Tamam, tamam hatırladım. Küçükarmutlu'da küçük bir kız çocuğu ezilmişti. Demek böyle birşeydi o yavruyu katleden.
- Bir saniye önde slogan atıyorlar;
"Asıl Hesabı Parti-Cephe Soracak!"
- Başka ne yapar bu panzer?
- Mesela devrimcileri katletmeye giden polisler onlara yanaşabilmek için bunun arkasına gizlenirler. Diyelim devrimcilerin kaldığı üs tek katlıysa duvarını bununla yıkmaya çalışırlar. Sonra bu panzerler işçilerin, memurların gösterilerini, yürüyüşlerini dağıtmakta da kullanılır... Ha, bir de bir keresinde gazetede çıkmıştı. Doğu'da bir gerillayı panzerin arkasına bağlamış sürüklüyorlardı özel timler.
- Yeter yeter anlaşıldı; alçak aletin biriymiş yani... Peki şu tepesindeki ne? Makineli tüfek mi?
- Hayır, değil.
- Ne peki?
- Birazdan görürsün...
- Lanet olsun! Gördün mü yaptığını? Nasıl da ıslattı insanları.
- Görürsün demiştim.
- Vay namussuz, aynı fil gibi... Eee, n'olacak bu canavar hep böyle ıslatacak mı halkı?.
"Hayır!" dercesine üç genç halkın içinden fırlayıp çıkıyorlar panzerin üstüne. Ellerinde sopa, çekiç... Yılların birikmiş kiniyle vuruyorlar, tepesine tepesine. Faşizmin beynini dağıtırcasına vuruyorlar. Her vuruşta daha da coşkulanarak dalgalanıyor halk... Her vuruş bir zafer narası olup kucaklaşıyor onbinlerle ve dile geliyor: "Yaşasın Halkın Adaleti!"" [2*] Ekmek ve Adalet, 25 Mart 2002, Sayı: 1 [3*] Ekmek ve Adalet, 25 Mart 2002, Sayi: 1