KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1995





     "Project Democracy"si
     ve Legal Partileşme Hastalığı






      Bundan yaklaşık 6-7 yıl önce üniversite öğrencilerinin örgütlenme çalışmalarının geliştiği bir evrede T. Özal'ın şu sözleri gazetelerde yer aldı:
      "Dernek kurupta ne yapacaksınız, onun yerine parti kurun."
      İşte bu sözlerle başlayan solda parti kurma süreçleri, neredeyse bir dernek görünümü aldı. İlkin TBKP'nin büyük show'uyla başlayan parti kurma girişimi, giderek tüm revizyonist ve pasifistlerin sıradan bir girişimi haline geldi. Eskinin ünlü revizyonist ve oportünistlerinin birbiri ardına açtıkları partiler sahneye çıkarken, oligarşinin başka arayışlar içinde olduğu göze çarpıyordu. Cem Boyner'in TÜSİAD başkanlığına getirilmesi, bu arayışın bir ifadesiydi. Bu süreç gelişerek, bugün TDKP'nin legal (ya da kendi deyimleri ile "açık") parti kurmasına kadar geldi. Ve şimdi sırada DY'lilerin kuracakları legal (ya da "açık") parti bulunuyor.
      Kendisine Marksist-Leninist diyen bir örgütlenmenin "legal" ya da "açık" bir parti kurması doğru mudur, değil midir türünden tartışmaların yeni yeni yapılmaya başlandığı bu dönemde, gözlerden sürekli kaçırılan ise oligarşinin, sözünü etmiş olduğumuz arayışıdır. Bugün, hangi temelde olursa olsun, ister revizyonistlikleri, oportünistlikleri yıllar önce açığa çıkmış olanların kurdukları ya da kuracakları legal partileri oligarşinin (ve dolayısıyla emperyalizmin) planlarını bir yana bırakarak değerlendirmek olanaksızdır. Planın tek amacı vardır: Silahlı devrimci mücadelenin tasfiye edilmesi.
      12 Eylül darbesinin sergilediği şiddetin boyutları ve süresi, kesinkes devrimci örgütleri mevcut durumları içinde fiziki olarak yok etmeyi ve geniş çaplı bir kitle pasifikasyonunu hedeflemiştir. Ancak emperyalizmin de çok iyi bildiği gibi, böylesine bir fiziki yok etme eylemi, sadece mevcut devrim güçleri üzerinde etkide bulunabilir. Oysa devrim mücadelesinin temel dinamikleri, toplumsal sistem içinde sürekli olarak mevcuttur ve potansiyel güçler, bu fiziki yok etme eyleminden etkilenmemektedirler. Bu açıdan, bugün uygulanmak istenen plan, mevcut devrimci güçleri kullanarak devrimci mücadelenin potansiyel güçlerini pasifize etmeyi ve zararsız hale getirmeyi hedeflemek durumundadır.
      İşte oligarşinin 1990'lara doğru yaptığı tüm girişimler, 12 Eylül askeri darbesinin şiddet ve terörü üzerine inşa edilmiştir.
      "Gerilla Bilanço Çıkarıyor" adlı kitabın yazarı, benzer bir süreci yaşayan Latin-Amerika'daki durumu şöyle tanımlamaktadır:       G. Weber'in bu tabloda belirtmediği yan, gerillaya karşı bu tepkiyi veren kitlenin, aynı zamanda eski dönemin gerilla örgütlerinin üyeleri ve sempatizanları olduğudur.
      Hemen hemen benzer durum ülkemizde de ortaya çıkmıştır.
      1980 öncesinin milyonları aşan devrimci kitlesi, günümüzde tam bir pasiflik ve gericilik içinde bulunmaktadır. Hemen hepsi, 1980 öncesinde kendilerini "devrimci" olarak tanımlıyordu ve şu ya da bu örgütün ilişkileri içinde hareket ediyordu. Bugün ise, toplumun içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Ancak halk kitleleri onların geçmişini unutmuş değildir. Onların günlük yaşamlarında, kendi geçmişleriyle ilgili ne varsa hepsini silmeye ve anımsamamaya yönelik çabalarına rağmen, halk kitleleri, onların zamanında, sokaklarda, kahvelerde, meydanlarda nasıl devrimcilik yaptıklarını, neler söylediklerini hiç unutmadı. Ve bugün onlar, devrimci mücadelenin tüm değerlerini hiçe sayan bir yaşam içinde bulunuyorlar. Ama yine de geçmişin ağırlığını üstlerinden atabilmiş değiller. Yapılan her silahlı eylem, onların yüreklerini titretiyor, korkuyla evlerinde gizlenmelerine neden oluyor. Ve bu korkuyla, silahlı devrimci mücadeleye saldırıyorlar. Günlük yaşamlarında birer sıradan insan gibi yaşayanlar, silahlı devrimci eylemler karşısında birer karşı-devrimci gibi evlerinde, işyerlerinde konuşuyorlar. Bunu yaparken, PKK ya da bir başka örgütün geçekleştirmiş olduğu yanlış silahlı eylemleri, devrimci silahlı eylemleri ve örgütleri karalamak için kullanıyorlar. İşte G. Weber'in "eskinin sempatisini nefrete ve hor bakmaya gönüştürüyor" dediği durum, ülkemizde bu şekilde ortaya çıkmaktadır.
      Onların duydukları korku, şüphesiz 12 Eylül askeri darbesinin şiddet ve terörü ile belirlenmiştir. Bu nedenle, uzun süre yeni bir askeri darbe korkusuyla yaşamışlardır. Ancak aradan geçen zaman ve değişik silahlı eylemlerin tüm sonuçlarına rağmen, ortada, bir "askeri darbe" olmaması, giderek korkularını biçimlendirmiş ve yönünü değiştirmiştir. Artık "globalleşen bir dünya"da, şiddetin globalleşmesinden korkmaktadırlar. Aradan onlarca yıl da geçse, herhangi bir durumda, kendilerinin 1980 öncesi "devrimcilikleri"in hesabının sorulacağı korkusuyla yaşamak zorunda kalmışlardır. Özellikle politikayla ilişkisini kesmeyenlerin daha yoğun bir biçimde duydukları bu korku, "yargısız infaz" ve "kayıplar"la birlikte sürekli varlığını korumaktadır.
      İşte bu terör ortamının sürekli kılınması, ülkemizdeki legalizmin toplumsal temelini oluşturmaktadır. Yeni-sömürgecilik yöntemleriyle yukardan aşağı geliştirilen kapitalizm ve onun ürünü olan orta ve hafif sanayinin geliştirilmesinin yarattığı maddi temelle birleşen, bu toplumsal temel, tüm legalistlerin üzerinde hareket edecekleri zemini ortaya çıkarmaktadır.
      Oligarşi elindeki tüm zor güçlerini kullanarak, illegal ve silahlı devrimci örgütlere yönelik imha operasyonlarını aralıksız olarak sürdürmesi, aynı zamanda bu zemini sürekli kılmayı amaçlamaktadır. Devrimci örgütlere birbiri ardına yapılan operasyonlar ve bu operasyonlarda açık imhaya yönelinmesi, illegal her türden örgütlenmeye verilen bir gözdağı niteliğinde olmaktadır. Ancak oligarşinin faaliyetleri gözdağı ile sınırlı değildir. Şu ya da bu nedenle illegal faaliyetten uzak durmayacaklar içinde özel operasyonlar düzenleyebilmektedir. Özellikle 1993-94 yıllarında yapılan bazı operasyonlar, salt bu durumda bulunan kişi ve örgütlenmelere yönelik olmuştur.
      İşte bu ortam ve zeminde hareket eden oportünistler ve pasifistler, bir yandan kitlelerin oligarşinin terörü ile yüz yüze oldukları pasifikasyon ve depolitizasyondan yararlanmakta, diğer yandan da kendilerinin içsel korkularını giderecek adımlar atmaktadırlar. Bu durum öylesine gözle görülür hale gelmiştir ki, legal particilik üzerine yapılan bir eleştiride şöyle bir değerlendirme yapılabilinmiştir:       İşte bu noktada, başta belirttiğimiz T. Özal' ın "parti kurun" ifadelerinin anlamı açıklık kazanmaktadır. Sol unsurları kendi korkularının esiri olan oportünist ve pasifistlerin legal partileri aracılığıyla pasifize etmek ve oligarşiye yedeklemek, gelinen noktayı göstermektedir. Bu aynı zamanda, SHP'ye başlayıp CHP ile süren sosyal-demokratların kendi kendelerini tasfiyelerine ve itibarsızlaşmalarına benzer bir sürecin devrimci kesimler için de ön görülmesi demektir.
      Diyebiliriz ki, "kaleler feth edilmedi, içten ele geçirildiler".
      Amerikan emperyalizminin 1980'lerde üzerinde uzun süre çalışıığı ve ancak resmi olarak 1983 yılında ABD Dışişleri Bakanı G. Schultz ve Enformasyon Bakanılığı USIA'nın yöneticisi C. Wick tarafından açıklanan "Demokrasi Projesi" (Project Democracy), işte tam da bunu öngörmektedir. Bu nedenle, sorun, salt ülkemize özgü de değildir.
      G. Weber, kitabında bu proje için 1984 yılında 65 milyon dolar ayrıldığını yazmaktadır. Bu para ile, öncelikle partiler, enstitüler, üniversiteler, sendikalar ve gazeteler finanse edilecekti. Ve öyle de oldu. Ama ilk dönemde hedef, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki askeri yönetimlerin yerine geçirilecek ve daha sonra bu projeyi sürdürmeyi garantileyecek temelleri atmak olmuştur.
      Anımsanacağı gibi, T. Özal, 1983 yılında uzun süre ABD'de kalmış ve kendi deyişi ile "kuracağı parti için hazırlanmış"tır. Aynı şekilde Aydın Doğan Milliyet gazetesini satın almış ve Doğramacı Bilkent Üniversitesi'ni kurmaya yönelmiştir. Ve bu projenin bir parçası olan vakıflar, ülkemizde aynı dönemde birbiri ardına kurulmaya başlanmıştır. En önemli parasal kaynak aktarımları da bu vakıflar aracılığıyla sağlanmıştır. Bu öylesine bir uygulamadır ki, tüzüklerinde "hükümetlerden parasal destek almayı" yasaklayan hükümler bulunan kuruluşlara, bu proje çerçevesindeki paralar vakıflar aracılığıyla aktarılmakta ve vakıflar aracılığıyla kullanılmaktadır. [3*]
      Amerikan emperyalizminin, kendi bütçesi açısından küçük, ama kendi çapında büyük parasal kaynaklarla desteklediği "Demokrasi Projesi", öncelikle, askeri yönetimler döneminde işsiz kalmış aydınlar için önemli bir kaynak niteliğine sahip olmuştur. Bunların satın alınmaları, içinde yaşadıkları ekonomik koşullar yüzünden kolay olmuştur. Hele ki, kendilerinden istenen, askeri yönetimlere karşı "sivil alternatifler" konusunda çalışma yapmak olunca, satın alınmanın manevi tarafı da halledilmiş olunmaktadır. Bugün ülkemizde, en sık duyulan sözcüğün "sivil toplum örgütleri" olması hiç de şaşırtıcı olmamaktadır. Genel olarak ve her yerde "demokratik kitle örgütleri" olarak tanımlanan kuruluşların, birer "sivil toplum örgütü" gibi sunulması ve tanıtılması, aynı zamanda, bu projenin ideolojik hedeflerini de açıklamaktadır.
      Bu son nokta, ülkemizde oldukça etkili olmuştur. Özellikle 12 Eylül döneminde binlerce memur, öğretmen işlerinden atılmış ve zor ekonomik koşullarda yaşamaya itilmişlerdir. Aynı şekilde yıllarca cezaevlerinde yattıktan sonra dışarıya çıkan onbinlerce kişi, tümüyle işsiz ve parasız olarak düzenin içinde kala kalmışlardır.
      İşte 1989 Yerel Seçimlerinde SHP'nın kazandığı belediyeler, bu kesimlerin çıkış noktası haline gelmiş ve bu yolla önemli bir parasal kaynak ve iş olanakları transferi gerçekleştirilmiştir.
      Ancak bugünkü legalizmin konusu olan kesimler, TDKP, DY, KSD, ağırlıklı olarak 1990 sonrası uygulamaların konusu olmuştur. Örneğin TDKP'liler, "Deniz Gezmiş Vakfı" aracılığıyla, bir yandan belirli bir parasal olanak ele geçirirken, diğer yandan kendileri için "yasal bir kılıf" bulmuşlardır. DY'liler ise, ağırlıklı olarak SHP'li belediyeler ve hükümet aracılığıyla kendilerine aynı olanakları sağlamışlardır. (DY'lilerin TDKP'lilere göre dezavantajları da buradan kaynaklanmaktadır. Birincisi TDKP'lilere belirli bir legal örgütlenme olanağı sağlarken, ikincisi DY'lilere bireysel kazanç sağlamıştır. Dolayısıyla legal partileşmede fazlaca hızlı davranamamaktadırlar!) Bugün TDKP'lilerin devlet paralarıyla kurdukları "Evrensel Kültür Merkezleri" ile kendi çapında bir holding gibidirler. Çıkacak olan [4*] "Evrensel" gazetesi ile, ülkemizdeki medya imparatorlarını kıskandıracak bir gelişme kapısı aralamışlardır. Ve ardından "Evrensel Partisi" geleceği de kesindir. [5*]
      İşte ülkemizde TBKP ile başlayan, İP'i ile, SİP'i ile süren, BSP'si ile kendi halinde gelişen ve TDKP'siyle, DY'siyle "atılım" yapmaya hazırlanan legalizmin gelişimi ve dayandığı zeminler, öz olarak böyledir.
      Burada, Marksist-Leninist bağlamda, "legal" ya da "açık" parti tartışmasına girmek, en azından bugün için, pek fazla gerekli olmamaktadır. Çünkü böyle bir tartışma, kendi yolunu çoktan çizmiş ve bu yolda sürekli ilerleyen PKK ile sosyalizm tartışması yapmaya benzeyecektir. Bu nedenle, legalizm ve tasfiyecilik konusunda yapılacak bir tartışma, ancak Marksist-Leninist kadroların eğitimi ile sınırlı olacaktır. Bunlarda, hemen her devrimci örgütün teorik literatüründe (DS'de dahil), az ya da çok bulunmaktadır. Sorun, Marksist-Leninist olduğunu söyleyenlerin kendi içlerinde başlattıkları ve ciddiye alınabilir bir teorik tartışma zeminine sahip değildir. Ve hiçbir Marksist-Leninist de, politik anlamda açık bir tasfiyeciliği savunamayacağı da ortadadır. Bu açıdan da, sorun, oportünistlerin Marksist-Leninist teoriyi tahrif etmeleri olarak ortaya çıkar ki, ideolojik mücadelenin çerçevesi içinde her zaman amansız bir mücadele olarak sürmüştür ve sürecektir.
      Bu bağlamda, kendilerini açık bir biçimde "açığa" çıkaran, "açık" ya da "legal" parti kurarak, kendilerini ve devrimci mücadeleyi tasfiye edenlerin, kendi girişimleri için buldukları ideolojik kılıfı teşhir etmek gerekli olacaktır. Ancak, yukarda da belirttiğimiz gibi, bugün için, ciddiye alınabilecek bir değerlendirme de bulunmamaktadır.
      Bugünün görevi, bu girişimlerin ve oluşumların dayandıkları zeminleri ve bu zeminlerin kalıcılığını sağlamak amacıyla kendilerinin yaptıklarını sergilemek ve teşhir etmektir. Yoksa Devrimci Proletarya'nın yazdığı gibi, "bu örgütlerin geçmişten beri izledikleri ideolojik-siyasi çizgi, örgütlenme tarzı ve mücadele anlayışları", olayın kendisini değil, bu tasfiye olayına, bu örgütlerin eski ve mevcut kadrolarının nasıl uyum sağladıkları ve onay verdiklerini açıklar. Bu örgütlenmelerin, oluşumlarının ilk anlarından itibaren ayırıcı bir özellik olarak varettikleri oportünistlikleri, bu türden kırılmalar için uygun kadrolara sahip olmalarını getirmiştir. Oportünist bir çizgide yıllarca hareket etmiş ve bu şekilde şekillenmiş kafa yapısına sahip unsurlara, uzun uzun Leninist parti örgütlenmesini ve Lenin'in tasfiyecilikle mücadelesini anlatmak sonucu değiştirmeyecektir. Onlar siyasi teşhir direğine dikilmedikce, kitlelerden tecrit olmayacakları da bilinmelidir. Bu açıdan, Devrimci Proletarya çevresi, bu teşhir olayını daha somut ve zamanında yapabilmelidir. Örneğin Ankara Evrensel Kültür Merkezi'nin hangi parasal kaynaklarla, nasıl, nerede ve kimlerin katılımıyla açıldığını, bizlerden çok daha iyi bilmek durumundadırlar. Ama bu konuda pek fazla birşey söylemedikleri de ortadadır.
      İşte bu noktada, sorun, oportünizme, pragmatizme karşı mücadele sorunu olarak ideolojik nitelik kazanmaktadır. Amerikan emperyalizminin "Demokrasi Projesi" ile hedeflediği pasifikasyonun ideolojik boyutu da aynıdır. Bugün ülkemizde egemen olan "işbitiricilik" felsefesi, Marksist-Leninist literatürde oportünizm ve pragmatizm olarak ifadesini bulur. Gerek halk kitleleri açısından, gerekse sol unsurlar açısından, gelecek, oportünizm ve pragmatizm ile yapılacak mücadeleyle belirlenecektir. Bu mücadele, her zaman devrimci mücadelenin ve devrimci ilkelerin her koşul altında sürdürülmesi ve korunması ile sürdürülecektir.
      Yıllar önce yazılmış şu sözler bu konuyu daha da açıklayacaktır:       İşte oportünizm budur ve ona karşı mücadele süreklidir. Bu mücadele sürecinde, oportünizmin her değişik görünümlerine karşı sürekli mücadele kaçınılmazdır. Günümüzde "legal" ya da "açık" adlarıyla kurulan ve kurulmak istenen partiler, günümüzün somut koşullarında oportünizmin en tipik temsilcileridirler. Onların siyasal olarak teşhiri, onların temsil ettiği oportünizme karşı mücadeleyle birleştirilmesi gerekmektedir. Bu görev, bugün, aynı zamanda, emperyalizmin devrimci mücadelelere karşı kullandığı bir taktiğinin işlemez hale getirilmesi demektir.



Dipnotlar

(1*) G. Weber: Gerilla Bilanço Çıkarıyor, s: 8-9
(2*) Devrimci Proletarya, Sayı: 36, s: 4, Şubat 1995
(3*) Emperyalizm tarafından vakıfların bu kullanımı yeni değildir. Tekellerin vergi kaçırma yolu olarak vakıfları kullanmalarının tarihi oldukça eskidir. Ülkemizde de hemen hemen her işbirlikçi-burjuvanın kendine ait vakfı vardır. Politik amaçlı olarak kullanılan vakıfların en ünlüsü Alman emperyalizminin Friedrich Ebert Vakfı'dır. Ülkemizde ise, hemen hemen tüm dinsel faaliyetlerin gerisinde bir vakıf vardır. Özellikle emperyalizmin devrimci mücadeleye karşı bir güç olarak desteklediği dini gericilik için gerekli paralar Suudi Arabistan aracılığıyla bu vakıflar kanalıyla aktarılmaktadır.
(4*) Bu yazı kaleme alınırken, legal gazetenin ne zaman çıkacağı henüz belli olmamıştır.
(5*) İnce esprilere özel ilgi duyan okuyucu için hemen not düşelim ki, TDKP'nin "evrensel"i ile Kenan Evren'in "evren"i arasındaki ilişki, sadece aynı "coğrafya" da, birbirinin ardına gelmeleri ile sınırlıdır!
(6*) Lenin: Ne Yapmalı?, s: 22
(7*) THKP-C/HDÖ: Marksizm-Leninizm Bir Dogma Değil, Eylem Kılavuzudur-III


Sayfa başına gidiş