“Gezi Direnişi”, daha tam ifadeyle, Gezi Parkı’nın bulunduğu alanda Recep Tayyip Erdoğan’ın yapmaya kalkıştığı Topçu Kışlası projesine karşı “çevre duyarlılığına sahip” bir avuç protestocuya karşı uygulanan polis terörüne karşı ülke çapında gelişen ve yayılan halk direnişi, hiç kimsenin yadsıyamayacağı biçimde kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Bu halk direnişinin ne kadar “spontan”, “örgütsüz” olduğuna, eylemcilerin ne kadar “apolitik” ve “idelojisiz” olduğuna ilişkin yapılan vurgular, sözcüğün tam anlamıyla direnişin kendiliğindenliğini tartışmasız biçimde gözler önüne sermiştir.
Bir hareketin kendiliğindenliği, o hareketin örgütsüzlüğünün, plan ve program yoksunluğunun bir ifadesidir. Bu nedenle, kendiliğinden kitle hareketi, bilinçli kitle hareketinden örgütlenme, plan ve program yoksunluğu olarak ayrılır. Kendiliğinden hareket, içinde yaşanılan toplumsal koşulların günlük işleyişi içinde ortaya çıkan, ancak bilincinde olunmayan çelişkilerinin birikmesinin dışavurumudur. Bu nedenle de, kendiliğinden ortaya çıkan her kitle hareketi, ekonomik, toplumsal ve siyasal çelişkilerin yaratmış olduğu sorunların ve gerilimlerin belli bir zaman sürecinde birikmesinin ürünü olmuştur.
İfade ettiğimiz gibi, kendiliğinden harekette bilinç unsuru ve örgütlülük mevcut değildir. Bu iki öğenin eksikliği, kendiliğinden başlayan hareketin bilinçli ve örgütlü bir harekete ait olan özelliklere sahip olmamasını getirir. Ancak bu mutlak bir bilinçsizlik olmadığı gibi, kendiliğinden hareketin kendi içinde örgütlenebilme dinamiklerine sahip olmadığı anlamına gelmez.
Kendiliğinden gelişen, belli bir birikimin dışavurumu olan kitlesel hareketler, bizzat harekete katılanların etkin katkısıyla belli düzeyde örgütlenmeye yönelir. Ama bu örgütlenme, sadece kendiliğinden hareketin gerektirdiği pratik gerekliliklerden öteye geçmez. Doğal olarak, kendiliğinden hareketin bilinçli bir harekete, belli bir amacı gerçekleştirmeyi hedefleyen örgütlü bir harekete dönüşmesini de sağlamaz.
Şüphesiz, Lenin’in de ifade ettiği gibi, tarihsel olarak, bir toplumsal düzenin ya da siyasal yönetimin düzenli kuşatmayla ya da örgütlü bir saldırıyla yıkılma olasılığı çok daha azdır. Tersine, bir toplumsal düzen ya da siyasal yönetim, kendisini her yönden sürekli olarak tehdit eden kendiliğinden patlamaların ya da öngörülemeyen siyasal karışıkların etkisi sonucu yıkılması tarihsel olarak çok daha büyük olasılıktır.
1789 Fransız Devrimi’nde olduğu gibi, 1871 Paris Komünü, Rusya’da 1905 ve 1917 Şubat Devrimleri kitlelerin kendiliğinden ayaklanmasının sonucu olmuşlardır. Ancak bu büyük tarihsel olayların en önemli özelliği, kendiliğinden ayaklanan halk kitlelerinin öncülüğünü kabul edebilecekleri ve kabul etmeye hazır oldukları bilinçli ve örgütlü unsurların varlığıdır. 1789’da Jakobenler ve Jirondenler, 1871’de Blanquistler ve Uluslararası İşçi Birliği ve 1905 ve 1917 Şubatında Rusya’da RSDİP (Menşevikler ve Bolşevikler) ve sosyalist-devrimciler bu bilinçli ve örgütlü unsurları temsil etmişlerdir.
Paris Komünü, tarihin kaydettiği ilk proletarya iktidarı, Fransa-Prusya savaşının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Prusya orduları tarafından kuşatılmış Paris’te Ulusal Muhafızlara ait olan toplara hükümet tarafından el konulmasına karşı gösterilen bir tepkinin ürünü olmuştur.
Marks, Paris Komünü’ne ilişkin yapıtında şöyle yazar: “18 Mart sabahı, Paris şu gökgürültüsü ile uyandı: Vive la Commune!”
1917 Şubat Devrimi, savaş koşullarında açlıkla boğuşan Petrograd’da gıda dağıtımının düzenlenmesi talebiyle yapılan bir gösteriyle başlamıştır. Gösteriye katılım hızla artmıştır. Çar II. Nikola gösterilerin bastırılmasını emretmiş ve göstericilere ateş açılmıştır. Bu da “barışçıl” gösterinin birden silahlı bir ayaklanmaya dönüşmesine yol açmıştır. Devrimin örgütlü ve bilinçli unsuru ise, Petrograd Sovyeti olmuştur. Göstericiler ve isyancılar Petrograd Sovyeti’nin öncülüğünü ve otoritesini kabul etmişler ve devrimin gerçekleşmesini sağlamışlardır.
Lenin’in tanımıyla, halk kitlelerinin, “eskisi gibi yönetilmek istemedikleri” koşullarda, ister “üsttekiler”in bir eylemiyle, ister toplumsal birikimin bir sonucu olarak kendiliğinden sokağa çıkmaları büyük toplumsal olayların ve devrimlerin başlangıcını oluşturmuştur. Kendiliğinden gösteriler ve isyanlar, geniş halk kitlelerinin “hoşnutsuzluk ve öfke”lerinin dışa vurumundan başka bir şey değildir.
Büyük toplumsal olaylar, halk kitlelerinin “hoşnutsuzluk ve öfkesi”nin had safhaya çıktığı, dayanma sınırını aştığı koşullarda ortaya çıkan kendiliğinden patlamaların ve isyanların başgösterdiği olaylardır.
Bu tarihsel gerçeği gözlemleyen ve tahlil eden Lenin, böylesi bir duruma karşı “Nereden Başlamalı?” sorusunun yanıtını şöyle verir:
“Biz, durmadan sistemli ve planlı hazırlıktan söz ettik; buna rağmen otokrasinin sadece düzenli bir kuşatmayla ya da örgütlü saldırıyla yıkılabileceğini söylemek istemiyoruz. Böyle bir görüş, saçma ve öğretisel (doktriner) bir görüştür. Tersine, otokrasinin, her yönden kendisini sürekli olarak tehdit eden kendiliğinden patlamaların ya da öngörülemeyen siyasal karışıklıkların etkisi sonucu çökmesi gerçekten olanaklıdır ve tarihsel olarak çok daha büyük olasılıktır. Ama maceracı kumardan sakınmak isteyen siyasal bir parti kendi faaliyetlerini böylesi patlamaları ve karışıklıkları beklemeye dayandıramaz. Biz kendi yolumuzda ilerlemeliyiz ve düzenli çalışmalarımızı kararlılıkla sürdürmeliyiz ve beklenmedik olaylara ne kadar az bel bağlarsak, herhangi ‘tarihsel dönemeç’te hazırlıksız yakalanma şansımız o kadar az olur.”[1*]
Bir toplumsal hareketin kendiliğinden niteliği ne kadar büyük olursa, bir örgütün planlı ve programlı faaliyetinin varlığı o kadar önemlidir. “Tarihsel dönemeçte”, kitlelerin kendiliğinden sokağa döküldüğü koşullarda, devrimci öncünün bilinçli ve örgütlü faaliyeti belirleyicidir. Kendi faaliyetini kitlelerin kendiliğinden hareketine ve ayaklanmasına değil, kendisinin saptadığı (elbette bilimsel temelde) kendi çizgisini izleyen ve bu çizgiye bağlı kalan, bu bağlamda düzenli ve örgütlü bir saldırıyla toplumsal düzeni ya da siyasal iktidarı yıkmayı hedefleyen örgütün varlığı ve onun öncülüğünün halk kitleleri tarafından kabul edilmesi, “tarihsel bir dönemeçte” belirleyici niteliktedir.
İşte tam burada Mahir Çayan yoldaşın “öncü savaşı” ve “suni denge” saptamaları özel bir önem kazanmaktadır.
Mahir Çayan yoldaş,
Kesintisiz Devrim II-III’de şöyle yazar:
“... yeni-sömürgecilik metodu, bir yandan emperyalizmin ülkeye iyice yerleşmesi (yani emperyalizmin sadece dışsal bir olgu değil aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesi) sonucunu doğururken, öte yandan geri-bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş dönemlere kıyasla, izafi olarak -feodalizmin etkin olduğu, eski sömürgecilik dönemine kıyasla- belli ölçülerde pazarın genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nispi refahı artırmıştır.
Bunun sonucu olarak, geri-bıraktırılmış ülke içindeki çelişkiler görünüşte yumuşamış (feodal döneme kıyasla) halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur. Emperyalist işgal gizlendiği için –emperyalizm aynı zamanda içsel bir olgu haline geldiği için– halk kitlelerinin milliyetçi tepkileri, gavura alerjisi nötralize olmuştur. Merkezi devlet aygıtı, geçmiş döneme kıyasla çok güçlenmiş ve ittifak projeleri, ikili anlaşmalar, askeri pakt ilişkileri ile oligarşik devlet cihazı, devrimci iç savaş dikkate alınarak militarize edilmiştir. (Emperyalist yardımların 3/4’ü askeri yardımlardan oluşmaktadır).” (abç)
Ve yine
Kesintisiz Devrim II-III’de şu saptama yapılır:
“Oligarşi ile halkın düzene karşı memnuniyetsizlik ve genellikle bilinçsiz tepkileri arasında kurulmuş olan suni dengeyi bozmanın, kitleleri devrim saflarına çekmenin temel mücadele metodu silahlı propagandadır.” (abç)
Bu saptamalardan yola çıktığımızda, oligarşi ile geniş halk kitlelerinin memnuniyetsizlik ve bilinçsiz tepkileri arasında kurulmuş olan suni dengenin iki dayanağı açık biçimde ortaya çıkar.
Bunlardan birincisi, ekonomik gelişmeye ve özellikle de üretimdeki artışa paralel olarak ortaya çıkan “
nispi refah” ortamıdır. Nispi refah, belli ölçülerde işsizliğin azalmasına ve “hane halkı” gelirlerinin belli ölçüde artmasına yol açar. Bu da halk kitlelerinin alım gücünün artması demektir. Ancak bu “nispi refah”, gerçek ve kalıcı bir ekonomik gelişmeye dayanan bir mutlak üretim ve tüketim artışından kaynaklanmaz.
Bir önceki döneme göre, halkın geçim koşullarında belli ölçüde meydana gelen iyileşmeye, göreli düzelmeye ve göreli gelir artışına denk düşer. 2001 Şubat Krizi’nın ardından iktidara gelen AKP’nin geniş bir kesimi etrafında toplamasının temelinde de, kriz sonrasında ortaya çıkan “nispi refah” ortamıdır.
Suni dengenin ikinci ve uzun dönemli temel dayanağı
siyasal zordur. Nispi refahın etkisi belli bir dönem sonrasında ortadan kalktığı ölçüde siyasal zor, suni dengeyi koruma ve sürdürmenin temel aracı haline gelir. Halk kitlelerinin mevcut düzene karşı tepkilerinin pasifize edilmesinde temel olarak siyasal zor kullanılır. Düzenin yasal kolluk güçlerinin uyguladığı zorun yetersiz kaldığı koşullarda, siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesi gündeme gelir. Yani siyasal yönetim askerileştirilir, askeri bir yönetim kurulur (açık faşizm).
Bugün “askeri vesayet”in, askeri darbe dönemlerinin bittiğini ilan edenler, halk kitlelerinin mevcut düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerinin “nispi refah” aracılığıyla pasifize edildiğini söylemiş olmaktan öteye geçmemektedirler. “Refah”ın nispi ve geçiciliği, her şeyden önce yönetimin askerileştirilmesinin (askeri darbe) her zaman oligarşinin bir seçeneği olarak el altında tutulduğunu gösterir.
İlker yoldaş bu durumu “
Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz” yazısında şöyle ortaya koyar:
“Siyasal zor, oligarşinin elinde ilk şart olarak, oligarşinin siyasal hakimiyetini koruması şeklinde görevini somutlaştırır. Kuşkusuz en önemli araç, devlet aygıtıdır. Devlet, bu dönemde, hakim sınıfların karakterine bürünerek, oligarşik devlet niteliğini almıştır. Siyasal zorun bu biçimdeki görevi ona, üretim ilişkileri tarafından verilmiştir. Ve temel görevi, mevcut üretim ilişkilerinin devamını sağlamayı yerine getirmektir. Bu görevin yerine getirilişinde “zor”un askeri bir biçimde maddeleşmesi ve görünür olması, a) Hakim sınıfların kendi iç çelişkileri yüzünden idare edememeleri, b) Gelişen sınıfsal muhalefetlerin mevcut üretim ilişkilerini tehdit eder bir nitelik almaları, c) Doğrudan doğruya iktidara yönelik bir siyasal alternatifin ortaya çıkması durumlarında olur. Ülkemizde özellikle 12 Mart ertesi uygulamalardan sonra, hakim sınıfların kendi iç çelişkilerinden dolayı yönetimin askerileşmesi beklenemez. Bu nedenle, siyasal zorun askeri bir biçimde kendini göstermesi, mevcut üretim ilişkilerine yönelik muhalefetin görüldüğü yerlerde ve oligarşiye alternatif bir gücün ortaya çıkması zamanlarında olacaktır. Bir başka deyişle, oligarşi emekçi yığınların muhalefetinin topyekün muhalefete dönüşmesine hiçbir zaman izin vermek istemeyecek ve daha mevzi durumlarda iken uygulayacağı zor ile onu sindirerek, kitleleri pasifize etmeye çalışacaktır. Ülkedeki şekli demokratik ortam içinde gündemde olan bu uygulamada oligarşi, gerek nispi demokratik ortamın maddi koşullarını kullanarak yapacağı ideolojik ve politik saptırmalarla, gerekse de gelişen muhalefeti icazetli sosyalistler ve küçük-burjuva demokratlarına kanalize ederek, mevcut üretim ilişkilerine ve iktidara yönelik siyasal bir nitelik almasını engellemeye çalışacaktır. Ne var ki, bu nispi demokratik ortam içinde, ilk bakışta demokratik mevzi ve haklar mücadelesi şeklinde görülen bu demokratik muhalefet dahi, bir süre sonra oligarşinin kaçınılmaz bunalımları gereği, varlığı devam ettirilmemesi gereken bir unsur haline dönüşmektedir. Bu halde oligarşinin siyasal zorunu askeri bir biçimde görüntülemesi, şaşırtıcı olmayacaktır.”
Askeri darbe, yani yönetimin askerileştirilmesi, oligarşinin suni dengeyi korumak ve sürdürmek için kullanabileceği en son seçenektir.
Suni denge, halk kitlelerinin mevcut oligarşik düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerinin pasifize edilmesiyle sağlanan bir “istikrar” ve “huzur” ortamı oluşturur. “İstikrar ve huzur”, halkın düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerini
ortadan kaldırmaz, sadece bunları
pasifize eder, öteler. Dolayısıyla suni dengenin bozulması, halk kitlelerinin mevcut düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerinin dışa vurulmasına yol açar. Bu da, kitlelerin kendiliğinden hareketinde belirgin bir artışa neden olur. Bu nedenle, kitlelerin kendiliğinden hareketlerindeki artış, suni dengenin eskisi gibi sürdürülemediğinin, belli ölçülerde bozulmaya yöneldiğinin ifadesidir. Lenin’in ifadesiyle, “alttakiler”, artık eskisi gibi yönetilmek istemediklerini eylemleriyle açığa vururlar. Bu da,
siyasal zorun artan oranda gündeme gelmesinin maddi koşullarını oluşturur.
Ülkemizde 12 Eylül askeri darbesi, gelişen ve yayılan devrimci mücadeleyle suni dengenin bozulmasının ürünü olmuştur. Siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesiyle, yani askeri darbeyle suni denge yeniden oluşturulmuştur. Kitlesel ölçekte ve ülke çapında uygulanan devlet terörüyle “mezar barışı” kurulmuştur.
Özal’lı yıllar, nispi refahın arttığı yıllar olmuştur. Geniş halk kitlelerinin askeri yönetim altında olağanüstü zorlayan yaşam koşullarına karşı duydukları tepki, bu nispi refah yoluyla Özal’a ve ANAP’a kanalize edilmiştir.
Özal’lı yıllardaki nispi refah 1990’lara girilirken sona ermiştir. 1991 seçimlerinde iktidara gelen S. Demirel, kamu kaynaklarını kullanarak (özellikle erken emeklilik aracılığıyla) yapay bir refah ortamı yaratmıştır. Bunun sonucu olarak da, Özal’ın iktidarına karşı gelişen ve yayılan halk kitlelerinin tepkisi pasifize edilmiştir. Tepkileri nispi refah yoluyla pasifize edilemeyen Kürt halkı ise, doğrudan siyasal zorun hedefi haline gelmiştir.
Ancak kamu kaynaklarına dayanan bu refah dönemi de uzun sürmemiş ve Türkiye giderek ağırlaşan bir ekonomik krizle karşı karşıya kalmıştır. 2001 krizi, 1990’lardaki yapay nispi refah döneminin sonu olmuştur. Bu da, nispi refaha dayanan suni dengenin, nesnel olarak, bozulma koşullarını yaratmıştır. Nesnel olarak halk kitlelerinin mevcut düzene karşı tepkilerinin açığa çıkmasının koşulları ortaya çıkmasına karşın, kitlelerin hareketinde önemsenebilir bir gelişme ortaya çıkmamıştır. Nesnel koşullar ile öznel koşullar arasındaki bu ayrışmanın temel belirleyicisi ise, 12 Eylül döneminde yürütülen devlet terörü ile “muhalefet”in evcilleştirilmesi ve soldaki ideolojik ve politik saptırmalar olmuştur. “Medya” aracılığıyla mevcut düzene ilişkin “beklentiler” yaratılmıştır.
2001 krizi koşullarında İMF ve ABD’nin verdiği (GSMH’nın %25’i büyüklüğünde) 50 milyar dolarlık “kredi” bu “beklentileri” karşılamak için kullanılmıştır. AKP iktidarını yaratan 2001 krizi olmakla birlikte (ki 2002 genel seçimlerinde Refah Partisi ve MHP’nin oylarıyla %34,2 oy almıştır), iktidarını güçlendirmesini sağlayan bu 50 milyar dolarlık “kredi” olmuştur.
İMF ve ABD’nin 50 milyar dolarlık kredisiyle işe başlayan AKP, İMF’nin “düşük kur, yüksek faiz” politikasını izleyerek “sıcak para”ya dayalı bir “refah” ortamı yaratmıştır.
Böylece, ajitatif söylemle, “Amerikan dolarlarıyla” yaratılmış olan “nispi refah”, bir kez daha suni dengenin sürdürülmesini sağlamıştır.
2007 “Mortgage krizi”ne kadar “sıcak para” girişine dayalı “nispi refah” sürdürülebilmiştir. Bu “nispi refah” da,
kredi kartları yoluyla halk kitlelerinin günlük yaşamında görünür bir iyileşmeye yol açmıştır. Ama “Mortgage krizi”, “sıcak para”ya dayalı “nispi refah” ortamının bozulmasına yol açmıştır. AKP iktidarı “sıcak para”yı tutabilmek için daha büyük ölçekte “özelleştirmeye” girmek zorunda kalmış, ülkenin her toprak parçası “inşaat alanı” haline getirilmiştir. “Özelleştirmeler”le “nispi refahı” sürdürebilecek yeni kaynaklar bulan AKP, ithal mallara dayalı tüketim koşullarında ortaya çıkan “cari açığı” finanse etmekte zorlanmaya başlamış ve “bütçe açıklarını” dolaylı vergilerle kapatmaya çalışmıştır. “Sıcak para”ya ve “özelleştirmeye” dayalı “nispi refah” ortamında istihdamda önemsenebilecek bir gelişme ortaya çıkmamıştır. Buna karşılık devlet, temel istihdam kapısı haline gelmiştir. Yine de bu istihdam halkın gelirlerinde artışa yol açmamış, halkın geçim koşulları giderek ağırlaşmıştır.
Ancak Dünya Bankası tarafından finanse edilen köylülere “doğrudan gelir yardımı” ve yine Dünya Bankası tarafından finanse edilen “sosyal yardımlar” (okula giden çocuk başına kadınlara ödenen “çocuk parası” vb.) yoluyla “dar gelirli”, işsiz, dolayısıyla düzene tepkisi olan kesimlerin karşılıksız “gelir” sahibi olmaları sağlanmıştır. Kimi çevrelerin “sadaka kültürü” adını verdikleri bu durum, suni dengenin sürdürülebilmesini sağlamıştır.
TOKİ konutları, AVM’ler ve ithal ürünler kent küçük-burjuvazisinin tepkilerinin pasifize edilmesinde etkin bir unsur olmuştur. “Gelişen, büyüyen ve modernleşen” ülke “algı”sı, bu kesimlerin düzenden “beklenti-leri”ni artırmıştır. Kredi kartlarıyla sağlanan tüketim düzeyi de, bu “algı”yı pekiştirmiştir.
İşte bu ekonomik ve ideolojik araçlarla suni denge sürdürülebilmiştir. Ancak AKP’-nin “islami ideolojisi”, giderek ekonominin önüne geçmeye başlamıştır. AKP’nin, giderek artan ve yaygınlaşan toplumsal yaşamı islami temelde “dizayn etme” girişimleri, özellikle kent küçük-burjuvazisini huzursuzlaştırmış ve AKP’nin “islami” uygulamalarına duydukları tepkiyi büyütmüştür. 12 Mart döneminin “ünlü” sözüyle, “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmıştır”.
AKP, “islami yaşam” dayatmasıyla, kent küçük-burjuvazisini, Lenin’in deyişiyle, “bağımsız bir tarihsel eyleme doğru” itmiş ve bu, “Gezi Direnişi”yle görünür olmuştur. “Gezi Direnişi”,
AKP aracılığıyla sürdürülen suni dengenin bozulmasının ürünüdür.
Ancak suni dengenin bu bozulması, mevcut düzene karşı duyulan memnuniyetsizliklerin ve tepkilerin açığa çıkmasının ürünü değildir. Bozulan suni denge, AKP aracılığıyla korunan ve sürdürülen suni dengedir. “Gezi olayları”nda açıkça görüldüğü gibi, kendiliğinden sokağa çıkan kitlenin düzenin değişmesine ilişkin bir istemi yoktur. Onların tepkisi doğrudan AKP iktidarına yönelik olmuştur. Bu da, AKP iktidarının “yıprandığının” ve suni dengeyi sürdürebilmekten uzaklaştığının görüngüsüdür. Doğal olarak her yıpranmış yönetim gibi, AKP yönetimi de, şu ya da bu biçimde değiştirilmek durumundadır. Bugün herkesin gördüğü gibi, AKP iktidarda kaldığı sürece, suni denge daha fazla bozulmaya yönelecek ve AKP iktidarının destekçisi olan emperyalizme ve oligarşiye karşı tepkilerin ortaya çıkmasına yol açacaktır.
Emperyalizm ve oligarşi kendi egemenliğini koruyabilmek için, suni dengeyi sürdürebilmek için AKP’yi gözden çıkarmak zorundadır. Emperyalizmin dünya kitle mücadelelerinden çıkardığı en önemli ders, yıpranmış yönetimler için sonuna kadar ısrar etmemek olmuştur. Kent küçük-burjuvazisinin daha fazla “radikalleşmesi”ni önlemenin tek yolu AKP iktidarını gözden çıkarmaktan geçmektedir.
Emperyalizm tarafından AKP yerine ikame edilecek “yeni” yönetim, hiç şüphesiz kent küçük-burjuvazisinin tepkisini pasifize edecek, onları kendisine yeniden kanalize edecek nitelikte olacaktır.
Bugün AKP aracılığıyla korunan ve sürdürülen suni denge önemli ölçüde bozulmaya yönelmiştir. Bu da devrimci mücadelenin geliştirilebilmesi için gerekli öznel koşulları giderek olgunlaştırmaktadır. Ama soldaki legalizm, kendilerini “yeni orta sınıf”ın konumuna uyarlayan “neo-liberal sol” böylesi bir gelişmeyi sağlayabilmek bir yana, böylesi bir gelişmenin en önemli engeli durumundadır.
Evet, apolitik ve ideolojisizleştirilmiş bir gençlik kitlesi kendiliğinden sokağa çıkmıştır. Artık bu kitle AKP aracılığıyla “sistem içinde” tutulabilecek eşiği aşmıştır. Ama bu kendiliğinden hareketin en temel çıkmazı da, yine kendisini nitelemekte kullandığı apolitiklik ve ideolojisizliktir. Devrimcilerin en temel görevi, AKP aracılığıyla sürdürülen suni dengenin bozulduğu koşullarda ortaya çıkacak olan kendiliğinden kitle hareketine öncülük etmektir. Bu görev, aynı zamanda suni dengeyi “yeniden tesis etmek” amacıyla emperyalizmin yapacağı politik manevraların ve girişimlerin
gerçek yüzünü açığa çıkarma görevini de içerir.
Bugün kendiliğinden sokağa çıkan kitleler, hala “barışçıl eylemlerle” belli kazanımlar elde edebileceklerini ummaktadırlar. Bu nedenle de, suni dengeyi bozmanın temel aracı olan “silahlı aksiyon yöntemleri” kolayca ve hızla dışlanabilmektedir. Bu “barışçıl” ve “uzlaşıcı” eylemlerle gerçek ve kalıcı kazanımlar elde edilemeyeceğini kitlelere göstermek de devrimcilerin görevidir. Unutulmamalıdır ki, düzenin sınırlarını aşan her “barışçıl kitle eylemi”, ne kadar kendiliğinden olursa olsun, kaçınılmaz olarak oligarşinin siyasal zoruyla yüz yüze gelecektir. Bu ortamda, Lenin’in sözleri herşeyden çok daha öğreticidir:
“Biz kendi yolumuzda ilerlemeliyiz ve düzenli çalışmalarımızı kararlılıkla sürdürmeliyiz ve beklenmedik olaylara ne kadar az bel bağlarsak, herhangi ‘tarihsel döne-meç’te hazırlıksız yakalanma şansımız o kadar az olur.”
Dipnot
[1*] V. İ. Lenin, “Nereden Başlamalı?”, Seçme Yazılar I, İlkeriş Yay., s. 18-19.