Herhangi bir yerde, kendisini "sol"cu (devrimci, sosyalist ya da komünist gibi sıfatlarla) olarak tanımlayan ya da öyle bilinen herhangi bir kişinin "memleketin hali" üzerine "sohbet"lerde "bu halk adam olmaz" dediğine sıkça tanık olunur. Kimileri ise, ülkenin içinde bulunduğu durumu, emperyalist sömürüyü, AB'ye boyun eğişin ulusal onursuzluk olduğunu, ekonomik durumun olumsuzluğunu söyleyerek, halkın bunlara karşı ne kadar "duyarsız" kaldığından söz ederler ve bu "duyarsızlık"ın ortadan kaldırılması için devrimcilerin neler yapması gerektiğini sıralarlar. Daha bilinen kişiler ise, "televoleci kültür"ün yaratmış olduğu tahribatlardan, yozlaşmalardan söze girerek, "İşçiler artık kendi hayatlarını, tıpkı geceleri izledikleri diziler gibi izliyorlar" diyerek ortaya çıkarlar.
Üniversite öğrencilerinden gecekondu mahallelerine kadar her yerde ve her kesimde görülen apolitik, ulusal ve uluslararası ekonomik ve siyasal olaylara karşı "duyarsızlık", sol ve devrimci örgütlere karşı "ilgisizlik", şeriatçılık karşısında gösterilen "kayıtsızlık", kültürel ve ahlaki "yozlaşma", alkolizm, uyuşturucu, kumar, fuhuş, rüşvet, yolsuzluk ve bunlara karşı gösterilen "bananecilik", solda ve "medya" köşe yazarları arasında çokça ve bolca konuşulur.
Ardından "bu halk adam olmaz", "bu halkla bir şey olmaz" sözleri ya da "bu halk"ı "adam" etmek için neler yapılması gerektiğine ilişkin bir yığın söz gelir.
Tüm bu olguları ve söz yığınını bir tarafa bırakıp, devrimci mücadelenin içinde bulunduğu durum ele alındığında ise, söylenenler çok farklı değildir. Ortak yargı ise, mücadelenin ne kadar gerilemiş olduğudur. Mitingler, çağrılar, kültürel etkinlikler, seminerler, kurslar, dersler, afişler, atılan sloganlar ve hatta yapılan silahlı eylemler kitleler üzerinde etkide bulunmadığı gibi, onların "tepkisiz"liğini de ortadan kaldıramamaktadır.
Marksizm-Leninizm sosyoloji olmadığı gibi, Marksist-Leninistler de sosyolog değildirler. Bu nedenle, sosyolojik olayları ve olguları saptamak, bunları alt alta dizmek, Marksist-Leninist durum tahlili olamaz. Daha da önemlisi, mevcut tarihsel ve somut koşullarda halk kitlelerinin içinde bulunduğu apolitikliğe ve eylemsizliğe bakarak, kitlelerin bu durumundan "şikayetçi" olmanın devrimcilikle de uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Marksizm-Leninizm yaşanılan tarihsel ve somut koşullarda hangi olguların neden ortaya çıktığını, bunların üretim ilişkileri ile olan bağlantısını ve sınıfsal niteliğini ortaya koyar. Buna bağlı olarak da, mevcut düzenin neden ve nasıl devrileceğine ilişkin saptamalarda bulunur. "Her siyasal görüş, içinde bulunulan toplumu belli bir biçimde kavrayışın ifadesidir... Toplumsal dinamik, içinde bulunduğu üretim ilişkilerine ve sahip olduğu üretici güçlere ve bunlar arasındaki çatışmanın gelişme durumuna göre şekillenir."[1*] Bu noktadan hareketle içinde bulunulan toplumu genelde doğru olarak kavrayabilmek ve gelişmenin dinamiğini çıkarabilmek için, şu saptama esas alınmak zorundadır: "Artık geri-bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini -ki buna ülkedeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için emperyalist üretim ilişkileri demek yanlış olmayacaktır- uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin, özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasifize edilerek, bu tepkilerle oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur (bu durum pasifizmin ve revizyonizmin bu ülkelerdeki maddi dayanağını teşkil etmektedir)."[2*] Suni denge, ülkemizin hem tarihsel sürecine, hem de mevcut durumuna ilişkin bir olgudur. Tarihsel sürece ilişkin niteliği, suni dengenin bozulmasına yönelik mücadeleye stratejik bir nitelik kazandırırken, mevcut durumla olan bağıntısı devrim mücadelesinin taktiklerine yön verir.
Burada suni dengenin tarihsel oluşumunu ve teorik açıklamasını ele almayacağız. Bu konuda Mahir Çayan yoldaşın Kesintisiz Devrim II-III'de ortaya koyduğu saptamalar ve İlker Akman yoldaşın Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz yazısında yaptığı ayrıntılı tahliller yeterince açıklayıcı ve öğreticidir.
En yalın haliyle suni denge, halk kitlelerinin mevcut düzene karşı tepkilerinin pasifize edilmesidir. Bu nedenle, suni denge kavramı, her durumda halk kitlelerinin mevcut düzene karşı tepkilerinin varlığından yola çıkar. Pasifize edilmiş olan bu tepkiler, mevcut düzene karşıdır ve nesnel olarak mevcut düzenin çelişkilerinin uzlaşmaz çelişkiler boyutuna ulaşması demektir. Bu da devrimci durumun varlığını ifade eder.
Suni denge, devrimci durumun sürekli mevcut olduğu koşullarda, halk kitlelerinin mevcut düzene karşı tepkilerinin siyasal zor temelinde pasifize edilmesiyle sağlanmış olan bir dengesizlik durumudur. Eğer bu koşullarda suni denge kurulamamış ya da sürdürülemez olsaydı, halk kitlelerinin tepkileri açığa çıkmış, kitlesel eylemler olarak görünür hale gelmiş olurdu. Bu nedenle suni denge, halk kitlelerinin tepkilerinin varolduğu, ama eyleme dönüşmediği koşulların varlığı demektir.
Ülkedeki gelişmeler karşısında halk kitlelerinin "duyarsızlığından" söz edenler, suni denge olgusunu göremedikleri sürece, bu şikayet ve yakınmalarıyla küçük-burjuva entelektüalizmden bir adım öteye geçemezler. Dolayısıyla küçük-burjuva entelektüalizminin içinde barındırdığı sağ ve "sol" tepkiselcilikle olaylara bakarlar. Onların siyasal tutumu da bu tepkiselcilikle belirlenir. Ancak bu tepkiselciliğin temelinde halk kitlelerinin "duyarsızlığı" yattığından, hemen her durumda bireysel tepkileri halk kitlelerine karşı bir güvensizliğe ve düşmanlığa yönelir. Bu da, küçük-burjuva entelektüel anarşizminin ve pasifizminin (ve de "hümanizm"inin) içinde boy attığı maddi ve düşünsel koşulları oluşturur.
Hangi ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel ve askeri olgu ele alınırsa alınsın, her zaman halk kitlelerinin bu olgular karşısında gösterdiği "ilgisizlik" ve "duyarsızlık" ile sol ve devrimci kesimlerin onları "duyarlılığa" çağıran bildirileri, sloganları ve eylemleriyle karşılaşılır. Olay ve olgu ne olursa olsun, ister Afganistan ve Irak'a yönelik emperyalizmin açık askeri saldırısı ve işgali olsun, ister "televoleci" kültürel yozlaşma olsun fazla önemli değildir. Ekonomik kriz, borsa aracılığıyla gerçekleştirilen mülksüzleştirme, tarımın emperyalizmin istekleri doğrultusunda tasfiye edilmesi gibi genel olgular ya da tarım ürünlerinin taban fiyatları, asgari ücret, toplu sözleşme, uyuşturucu, fuhuş, kapkaççılık gibi somut olgular olmasının burada önemi yoktur. Her durumda bu genel ve somut olgular, "ateş düştüğü yeri yakar" söyleminde ifadesini bulan bireysel ve parçasal etkide bulunur, ama toplumun genel olarak tutumunda herhangi bir değişikliğe neden olmaz.
Son on yılın olaylarına baktığımızda, 1994, 1999 ve 2001 ekonomik krizlerinde olduğu gibi döviz fiyatlarında meydana gelen artışlarla insanlar bir gecede yoksullaşabilmekte; IMF'nin talimatlarıyla tütünden şeker pancarına kadar pek çok tarımsal ürüne kota konulabilmekte; tarım ürünlerinin fiyatları Şikago emtia borsasındaki spekülasyonlarına tabi kılınabilmekte; kömür maliyetleri uluslararası maliyetlerden yüksek diye kömür madenleri kapatılmaya çalışılmakta; işsizlik büyük boyutlara ulaşmakta; yolsuzluk, dolandırıcılık, kamu mallarının talan edilmesi olağan işler haline gelmekte; rüşvet olağanlaşarak resmi tarifeye bağlanmaktadır. Televizyon ve gazete haberleri alabildiğine magazinleştirilmiş, her türlü mal ve hizmetin reklamına dönüştürülmüş; "televole kültürü" başlı başına bir "yaşam tarzı" haline getirilmiştir. "Nüfusunun %99'u müslüman bir ülkede" dini bayramlar bile tüm "kutsallığından" arındırılmış, kredili tatil olanağına dönüştürülmüştür. Yarım santim kar yağdığında okullar tatil edilmekte, iki adım ötedeki okula "servis araçları"yla giden bir kuşak yetiştirilmektedir.
İslamcı kesimler ile bazı sol yapıların ifadesiyle, "manevi değerler tahrip edilmiş", varolan ahlaki değerler ne olduğu bilinmeyen bir "yozlaşma"ya uğramış; eğlenmek, oynamak (ya da "usul usul dans etmek") başlı başına sosyolojik olgu haline gelmiştir. Son on yılın genel seçimlerinde görüldüğü gibi, %20'lere varan oy kaymalarıyla iktidarlar değişebilmiştir. "Geleneksel sol" ya da "sağ" oylar ortadan kaybolmuş, sözcüğün demagojik anlamıyla "ideolojiler ölmüş"tür.
AB'nin ya da IMF'nin dayattığı her türlü ulusal ve yerel koşullar neredeyse hiçbir engelle ve tepkiyle karşılaşmaksızın birbiri ardına kabul edilmiş, toplumsal ve siyasal yapının "paradigmaları" kaybolmuştur.
Sözcüğün bütünsel ve genel anlamıyla, ülke altyapısından üstyapısına kadar eski-sömürgecilik dönemlerine benzer bir sömürge yapısına dönüştürülmektedir.
Bu genel gelişim içinde toplumsal yapıda meydana gelen dağılma ve çözülme kargaşaya neden olmakta, her türden "yozlaşmış" ilişkiler kendisine bir yaşam alanı bulabilmektedir.
Bu genel dağılma ve çözülme koşullarında, aileler parçalanmakta, anne-babalar ile çocuklar arasındaki ilişkiler değişmekte, fuhuş, hırsızlık, uyuşturucu kullanımı gibi "çürüme" olguları yaygınlaşmaktadır. Öylesine bir "çürüme" ortaya çıkmıştır ki, tek tek aileler kendilerini ve çocuklarını bu süreçten tekil olarak kurtarma peşine düşmüşlerdir. (Son dönemde İstanbul'un "varoş"larında ortaya çıkan "yozlaşmaya karşı savaş" türü söylemler ve eylemler bu tekil kurtuluş çabalarının ürünüdür.)
İthal tüketim mallarındaki artışlar, dış ticaret açığı, cari açık, sıcak para, yabancılara mülk satılması, özelleştirmeler yoluyla sanayi mülkiyetinin gayri-millileştirilmesi vb. olgular "piyasa aktörleri" ve ekonomistler dışında kimseyi ilgilendirmez olmuştur.
Ulusal bağımsızlık, ulusal kalkınma, ulusal servet, ulusal değerler vb. kavramlar ise, birkaç "ulusalcı" dışında kimse tarafından kullanılmamakta ve önemsenmemektedir.
Hergün "medya"ya yansıyan linç girişimleri, linç olayları, herkesin kendi "hukuk"unu kendisinin uyguladığı, mevcut düzenin yasalarının ve yasa koruyucularının ciddiye alınmadığı bir toplumsal yapı ortaya çıkarmaktadır.
Bunlara daha pek çok somut ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel olguyu eklemek olanaklıdır.
Tüm bunların gösterdiği gerçek, toplumsal yapının bir bütün olarak dağıldığıdır. Ama bu dağılma koşullarına karşılık, toplumun kitlesel olarak tepkisi görünür değildir.
Diğer yandan herkes bireysel olarak bu gelişmelerden rahatsızlık duymakta ve şikayetçi olmaktadır. Bu rahatsızlıklar ve şikayetler, kimi durumda "milliyetçilik" eğilimlerini güçlendirirken, kimi durumda "islami değerler"e yöneliş olarak bireysel arayışlara yol açmaktadır.
Bu yönelimlere rağmen, toplumsal düzenin bütün olarak devrilmesi ve yerine yeni devrimci bir toplumsal düzenin geçirilmesi yönünde gelişmeler ise önemsenmeyecek kadar azdır.
Sözcüğün ideolojik ve politik anlamıyla, bugün halk kitleleri, içinde bulundukları durumdan bireysel olarak ne kadar şikayetçi olurlarsa olsunlar, her durumda oligarşik düzene siyasal olarak yedeklenmiş durumdadır. Geçmişten en temel farklılığı, oligarşinin siyasal tutumunun, siyasal bir parti (DP, AP, ANAP gibi) çerçevesinde tanımlanmış ve belirginleşmiş bir niteliğe sahip olmamasıdır. Bu belirsizliğin temelinde ise, oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların (küçük ve orta sermaye çevrelerinin) oligarşinin mutlak denetimi altında olmaması yatar. Oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki "uyum-çatışma" ilişkisi, belli bir "uzlaşma" ya da "denge" durumunda değildir. Dolayısıyla oligarşinin ülkedeki gelişmeleri denetleyemediği ve yönlendiremediği şeklinde bir görünüm ortaya çıkmaktadır. ("Serbest piyasa" söylemiyle ve "globalizm" demagojisiyle gerekçelendirilen bu görünüm emperyalist sistemdeki bunalımların ülkeye yansımasından başka bir şey değildir.)
Sömürücü sınıflar içindeki bu kargaşa, üretimdeki kargaşaya dayanır. Üretimdeki kargaşa ise, ülkedeki üretici güçlerin emperyalist üretim ilişkilerine tabi bir biçimde nispi olarak gelişmesinden kaynaklanır.
Mahir Çayan yoldaşın 1970 başlarında saptadığı gibi, bu dışa bağımlı gelişme, yani yeni-sömürgecilik, "geçmiş dönemlere kıyasla, izafi olarak -feodalizmin etkin olduğu, eski sömürgecilik dönemine kıyasla- belli ölçülerde pazarın genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nispi refahı artırmıştır". Bu durum çelişkileri görünüşte yumuşatmakla birlikte, sürekli bir ekonomik ve siyasal bunalımın da temelini oluşturur. "Ülkenin iç dinamiği, üretici güçleri, kendi toplumsal çıkarları doğrultusunda geliştirmek için zorlarken, üretici güçlerin sisteme bağlı bir biçimde (metropollere yönelik) düzenlenmesi, hem üretici güçlerin serbest gelişmesini engellemekte, hem de üretimde sürekli bir bunalım yaratacak olan bir kargaşa (üretim anarşisi) doğurmaktadır. Bu durum, ülke ekonomisinin (emperyalizme bağımlı olmasından gelen) emperyalizmin hastalıklarından etkilenmesiyle birlikte, (bağıntılı olarak) ekonomik bunalımın temelini oluşturur. Özetle, o ülkedeki ekonomik bunalımın temelinde, ekonomik dengenin ülke içinde değil, metropollerde tamamlanması yatar."[3*] Emperyalist ekonomilere bağımlı ekonomik yapı, popüler ifadeyle "dış piyasalardaki gelişmelere bağlı olarak" sürekli bunalım ve kriz üretirken, nispi refah giderek bunalımlardan sonraki nispi gelişmeye bağlı hale gelmiştir. Artık üretimdeki gelişmeler kısa dönemli refah etkisi yaratır olmuştur. Bu da halk kitlelerinde "an"ı yaşamak, yarına yönelik hiçbir beklentiye sahip olmamak şeklinde bir tutuma yol açmıştır.
Bireysel ve tekil olarak herkes içinde yaşanılan durumun farkındadır. Pek çok ekonomik ve siyasal olaylara karşı tepki duymaktadır. Ancak bu tepkiler bilinçsiz olduğu kadar, bireyseldir ve kitlesel boyutlara ulaşmaktan uzaktır. Bu durumun temelinde oligarşinin 12 Eylül sonrasındaki açık askeri zoru yatmaktadır. Oligarşinin 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden 26 yıl geçmiş olmasına rağmen, gelişen her ekonomik, sosyal ve siyasal olayın 12 Eylül ile bağlantılandırılması bundandır.
12 Eylül oligarşinin askeri zorunun hiçbir yasallığa sahip olmaksızın sınırsız olarak kullanılmasıdır. 12 Eylül öncesindeki en küçük ekonomik ve demokratik hak ve istem için mücadele etmiş kişiler, 12 Eylülle birlikte askeri zorun baskı ve terörüne maruz kalmışlardır. Böylece herhangi bir ekonomik-demokratik hak ve istem için mücadele edildiğinde, sadece bugün değil, gelecekte de oligarşinin askeri zoruyla karşı karşıya kalınacağı düşüncesi belleklere kazınmıştır. Bu "toplumsal bellek", her türlü ekonomik-demokratik mücadeleden uzak durulmasına yol açmıştır. Bu koşullarda, halkın mevcut düzene karşı tepkilerini siyasal eylemlerle dışa vurmalarını beklemek boş bir hayaldir.
Gelişen iletişim araçları, bir yandan geniş halk kitlelerinin apolitikleştirilmesi için kullanılırken, diğer yandan olayların daha geniş ölçüde bilinmesini sağlamıştır. Bu nedenle, halkın büyük bir kesimi içinde yaşadıkları koşulları, bunun mevcut düzenle olan ilişkisini, geçmiş dönemdekinden çok daha iyi bilmektedirler. Solun klasik ajitasyon ve propaganda söylemlerinin onlara verdiği yeni ve ek bir bilgi mevcut değildir.
Dünden bugüne, 50'li yıllardan günümüze kadar ülkenin içinde bulunduğu durum, emperyalizme bağımlılık, işbirlikçi burjuvazi ve oligarşik yönetim hiç değişmemiştir. Devrimci mücadelenin yükseldiği dönemler dışında halk kitlelerinin düzene karşı tepkileri her zaman pasifize edilmiştir. Bu koşullarda temelli bir değişiklik olmamıştır. 50'li yıllarda çarık yerine ayakkabı, kara saban yerine pulluk kullanılmasının getirmiş olduğu nispi refah, 90'lı yıllarda "iki anahtar"a (araba ve ev) dönüşmüştür. Bunun toplumsal maliyeti, geçmişte ne kadar ve nasıl olmuş ise, bugün de aynıdır.
Geçmişte oligarşinin siyasal zoru kitlelerin tepkilerinin pasifize edilmesinde ne kadar etkin ve belirleyici olmuşsa, bugün de aynı etkinliğe ve belirleyiciliğe sahiptir.
Kısacası, oligarşi ile halkın düzene karşı memnuniyetsizlik ve genellikle bilinçsiz tepkileri arasında kurulmuş olan suni denge varlığını sürdürmektedir.
Ve devrimci görev, dün olduğu gibi bugün de suni dengeyi bozmak olarak somutlaşır. Bu da devrimci mücadelenin stratejik mücadelesini ifade eder.
Şüphesiz ve tartışmasız günümüzdeki gelişmeler ve olgular dünden farklılıklar da taşımaktadır. Yukarda ifade ettiğimiz gibi, traktörün köylülerin tepkilerinin pasifize edilmesinde oynadığı rol, bugün aynı boyutta değildir. Kentlerin nüfusu kırsal nüfustan çok daha fazladır. Dolayısıyla ekonomik durumun kentlerdeki nüfus üzerindeki pasifize edici etkisi daha fazladır.
Dünden bugüne değişen pek çok toplumsal ve ekonomik olgudan söz edilebilir. Büyük kentlerdeki metrolardan, üçüncü Boğaz köprüsünden, TEM karayollarından, ucuz ithal mallarından, toplu konut fonu aracılığıyla mülk sahibi olunmasından, eğitimin yaygınlaşmasıyla okur-yazar oranının azalmasından, tek kanallı televizyondan çok kanallı televizyonlara geçilmesinden, beyaz eşya kullanımının artışından, borsadan, kadınların hizmetler sektöründeki çalışmalarından ve buna bağlı olarak kadın haklarında nispi gelişmelerden vb. söz edilerek, ülkenin "çok değiştiği", "geliştiği" söylenebilir.
Bu ve benzeri olgular ne kadar sıralanırsa sıralansın, ne ülkenin emperyalizme bağımlılığı, ne oligarşik yönetimin niteliği değişmemiştir. Geniş halk kitleleri, her zamanki gibi, "günlük maişet derdi, vs. içinde", "emperyalist yayınla şartlanmış", "düzenin şu veya bu partisine 'umudunu' bağlamış" durumdadır. Son onbeş yıl içinde yaşanılan ekonomik krizleri, bunların ortaya çıkardığı mülksüzleşmeleri, tahrip ettiği toplumsal ilişkileri söylemeye bile gerek yoktur.
Halkın oligarşik düzene ilişkin bilgi ve düşüncesi dünden daha az ve farklı değildir. Bu bağlamda düzene karşı tepkileri de daha az değildir. Son onbeş yılda şeriatçı partilere gösterilen ilgi düzene karşı olan tepkiyi açık biçimde göstermektedir. AB, ABD ve IMF karşısında takınılan uzlaşmacı ve boyuneğici tutumlar karşısında "milliyetçilik"in yükselişi de tepkilerin bir diğer ifadesidir.
Peki dünden bugüne, 1980 öncesiyle günümüz arasında farklı olan nedir?
Farklılık, kitlelerin ekonomik, demokratik ve siyasal mücadeleleridir. Daha tam ifadeyle, suni dengenin önemli ölçüde bozulduğu, kitlelerinin tepkilerinin açığa çıktığı dünün koşulları ile 12 Eylülle bu tepkilerin bir kez daha pasifize edildiği bugünün koşulları arasındaki farktır.
Evet, suni denge, oligarşinin 12 Eylül askeri darbesiyle yeniden kurulmuştur. 1990 sonrasında emperyalist dünya pazarlarında meydana gelen genişleme, 2000'li yılların başında Çin'in emperyalist dünya ekonomisine eklemlenmesiyle ortaya çıkan üretim artışı, 12 Eylülde oligarşinin askeri zoruyla kurulmuş olan suni dengenin sürdürülmesinde etkin unsur olmuştur.
Bu süreçte, köylülüğün oligarşik yönetime karşı tepkileri RP, AKP gibi dinci partiler aracılığıyla pasifize edilmiştir. Tarımdaki tüm olumsuz gelişmeye karşın, köylü kitlesinin "umudu" dinci partilere bağlanmıştır. İşçi sınıfı, gerek kamu kuruluşlarının özelleştirilmesiyle, gerekse artan ithalat karşısında sanayinin gerilemesine paralel olarak gerilemiş ve zayıflamıştır. Kent küçük-burjuvazisi, kadınların hizmetler sektöründe ucuz işgücü olarak istihdam edilmesiyle meydana gelen gelir artışıyla, tüketimden başka bir şey göremez hale getirilmiştir. İthalata dayanan tüketim ekonomisiyle oluşturulan görüntüsel refah, ağırlıklı olarak küçük-burjuvazi üzerinde etkili olmuştur.
Tüm bu farklılıklardan geriye kalan ise, her ekonomik kriz sonrasında daha fazla belirginleşen ve büyüyen mülksüzleşme, yoksullaşma, bireysel ve ailesel sorunlar, bireysel bunalımlar, insan ilişkilerindeki çürüme, bireysel geleceğin belirsizliğidir.
Bizler, devrimciler olarak, bu durumun nedenlerini ne kadar biliyor olursak olalım, bunları ortadan kaldırmak için devrimin gerekli olduğunu ne kadar söylüyor olursak olalım, asıl sorun, halk kitlelerinin kendilerini bu durumda yaşatan ve yaşamaya zorlayan mevcut toplumsal düzeni değiştirmek için harekete geçmeleridir. Bu, halk kitlelerinin bilinçlendirilmesi sorunu olduğu kadar, suni dengenin dayanaklarının etkisizleştirilmesi ve bozulması sorunudur da.
Suni denge, tam anlamıyla olgun olmasa da varolan milli kriz koşullarında, yani oligarşinin eskisi gibi yönetemediği, halkın eskisi gibi yönetilmek istemediği, ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalımların sürekli mevcut olduğu koşullarda mevcut düzenin sürdürülebilirliğinin olgusudur. Bu nedenle, milli krizin durumuna bakarak halk kitlelerinin mevcut düzene karşı tepkilerinin pasifize edilmesiyle oluşturulmuş olan suni dengeyi görmeyen anlayışlar da, suni dengeyi mutlaklaştırarak ülkedeki milli kriz koşullarını önemsemeyen anlayışlar da, nesnel gerçekliği kavramaktan uzaktırlar.
Suni dengeyi mutlaklaştırmak, dolayısıyla denge durumunu, dış dinamikle gelişen kapitalizmin ortaya çıkardığı doğal bir toplumsal denge olarak görmek, emperyalist ülkelerdeki toplumsal dengenin ülkemizde de mevcut olduğu düşüncesine yol açar. Bu da devrimci mücadelede evrimci çalışma tarzının mutlaklaştırılması sonucunu doğurarak, sağ-pasifizmin ve legalizmin dayanağı haline getirilir.
Suni dengeyi önemsemeyen, daha tam ifadeyle bu olguyu kabul etmeyen anlayışlar ise, ülkede gelişen her ekonomik, toplumsal ve siyasal olaydan milli krizin derinleştiği sonucunu çıkartarak devrimci örgütleri koşulları olmayan ve gücünü aşan eylemlere ve söylemlere yöneltir. Bu anlayış, hemen hergün devrim anının yaklaştığı, devrimin an meselesi olduğu propagandasıyla tüm inandırıcılığını yitirir.
Suni denge, dengesizliğin düzenlenmiş halidir. Suni denge olgusu, toplumsal düzenin dengesizliğinin varlığına dayanır ve bu dengesiz toplumda ortaya çıkan bilinçsiz tepkilerin pasifize edilerek yapay bir denge durumunun yaratılmasını ifade eder. Suni dengenin bozulması, toplumsal dengesizliğin görünür ve açık hale gelmesine yol açar.
Suni dengeyi bozmak, maddi olaylar etrafında siyasi gerçekleri açıklayarak kitleleri bilinçlendirmek, onlara politik hedef göstermek, halkın düzene karşı memnuniyetsizliğini ajite etmek, onları emperyalist beyin yıkamanın giderek etkisinden kurtarmak demektir.
Bu görev, aynı zamanda oligarşinin siyasal zoruna karşı mücadeleyi içerir. Sürekli milli kriz koşulları oligarşiyi, yalnız ekonomik yapıyı değil, sosyal ve politik hayatı da siyasal zorla sürekli kontrol altına almaya yöneltir. Nispi refah, yaşanılan ekonomik krizlerde de görüldüğü gibi, uzun dönemde kitlelerin tepkilerinin pasifize edilmesinde kullanılabilir bir araç değildir.
Ülkede emperyalist üretim ilişkilerinin egemen olmasıyla meydana gelen toplumsal üretim artışı ve nispi refah suni dengeyi kurmakta ve sürdürmekte kullanılır. Ancak, gerek ülkenin iç çelişkilerinin gelmiş olduğu seviye, gerekse kapitalizmin dışa bağımlılığı, uzun dönemde bu olgunun etkisini yok eder. Siyasal zor temel ve belirleyici olur. Zaman içinde milli krizin derinleşmesine paralel olarak, suni dengeyi korumak ve devam ettirmek amacıyla siyasal zor askeri biçimde maddeleşir. Bu nedenle suni dengenin bozulmasına yönelik mücadele, her durumda oligarşinin siyasal zoruna karşı mücadele olmak zorundadır. Bu, devrimci mücadelenin stratejik zorunluluğudur.
[1*] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz. [2*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III. [3*] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz.