12 Eylül askeri darbesinden günümüze kadar yetişen yeni kuşak, içinde bulundukları ilişkilerde her türlü nesnel bilgiden uzak tutulurken, yazılı ve görüntülü basın tarafından ("medya") kendilerine sunulan hazır, kurgusal (montaj) bilgilerle yetinmek zorunda bırakıldılar. Devrim, devrimcilik, devrimci mücadele, örgütsel faaliyet, örgüt vb. hakkındaki tüm bilgileri bu kurgusal bilgilerle sınırlıydı. Böylece, bilgi eksikliği, genel tarihsel bilgi eksikliği, örgütler ve örgütsel faaliyet üzerine bilgi eksikliği, nesnel bilgi ile kurgusal bilgi arasındaki farklılıkla belirlenen bir zıtlık olarak ortaya çıkmıştır. Yazılı ve görüntülü basının, romanların, filmlerin, televizyon dizilerinin, aktüel haberlerin kurgusu içinde ve kurgusuyla devrimci mücadeleye ilişkin olarak elde edildiği zannedilen bilgiyle 'bilgi sahibi' kılınan yeni kuşak, eski(miş) devrimcilerin yozlaşmış ilişkileri içinde, bu bilgilerinin doğru olduğu kanısına ulaştılar. Bunun sonucunda devrimci mücadeleyle kesinkes çatışan ve devrimci mücadeleden dışlanması kaçınılmaz olan anlayışlar ve davranışlar, bu bireyler tarafından doğal kabul edildi ve pratikte de ona göre hareket etmeye başladılar.
Yıllardır süregiden depolitizasyon ve ideolojisizleştirme süreci, bilginin tekil ve parçasal olduğu yanılsamasıyla birleşerek, bütünsel teorik bilgiden uzaklaşmayı ve eklektizmi[1*] (seçmecilik)beraberinde getirdi. Böylece legalizm, hiç sorgulanmaksızın (ve sorgulayabilmek için gerekli bilgiye sahip olunmaksızın) olduğu gibi kabul gördü ve benimsendi. Gerek kurgusal bilgi, gerek tarihsel ve Marksist-Leninist teorik bilgi eksikliği, legalizmin ve eklektizmin gelişmesi için uygun bir zemin teşkil ederken, aynı zamanda kavramların içeriklerinin boşaltılması bu zemini daha da güçlendirdi.
Bu süreçte, Marksist-Leninist teori ve devrimci deneyimler bir yana itildi. Marksist-Leninist dil ve terminoloji, eklektizmin basit araçları haline dönüştürüldü. İsteyen istediği kavramı ve terimi, istediği biçimde ve ne anlama geldiğini tanımlamaksızın kullanır oldu. Böylesi bir ortamda Marksist-Leninist dil ve terminolojiyle düşünceleri açıklamak, çivi yazısıyla yazı yazmaya benzetildi.
Bilimsel olarak kavram, nesnel gerçekliğin insan bilincinde tanımlanmış biçimidir. Dolayısıyla, kullanılan kavramlar, aynı zamanda kişinin ya da ortaya konulan düşüncenin nesnel gerçekliği nasıl kavradığını, algıladığını ortaya koyar. Bu yüzden, her dünya görüşü ya da siyasal görüş, kendi kavrayışını belli kavramlarla, kavramlar dizgesi ile ortaya koyar. Ne anlama geldiği ve neyi ifade ettiği belirlenmiş sözcükler, böylece belli bir görüşün ifade edilmesinin temel araçları durumundadır ve bu yolla kavram haline gelirler. Tanımlanmamış ve her istenildiğinde değişik anlamlara sokulabilen sözcükler, kaçınılmaz olarak belirsizliği ortaya çıkarır ve bu tür sözcüklerle ortaya konulan görüş ve düşünceler de her yöne çekilebilir bir nitelik kazanır. Bu da, her türden oportünizmin kendisini kolayca gizleyebilmesini olanaklı kılar.
Gerçek bu olmakla birlikte, bunları söylemek hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. "Kimsenin anlamadığı" bir dilden konuşuluyormuşcasına dinleneceği kesindir. Bunun yerine siyasette legalizmin, teoride eklektizmin dilini kullanmak çok daha "anlaşılır" olmaktadır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, kurgusal bilgiyle donatılmış, Marksist-Leninist teorik bilgiye sahip olmayan bireylerin "kulakları", legalizmin ve eklektizmin seslerinden başka şey duymaz hale gelmiştir.
Bu "kulaklar" için, sözcüklerin bireylerin zihninde çağrıştırdığı "imge"lere önem vermek, çağrışımların bireyden bireye değişen etkilerini eklektik bir teorik söylemle ifade etmek yeterli olmaktadır. Tarihsel ve teorik içeriğe sahip konularda, kolayca yargılar ilan edilebilir: "Belli bir süre, sosyalist devrim perspektifini tek başına omuzlayan 1975 Türkiye İşçi Partisi Programı, bu anlamda kendini yenilemiş olmaktan çok uzaktı.
Kendini yenilemeyen aşılır...
Etkinliği çok sınırlı olan Sosyalist İktidar dergisinde 1979 ve 1980 yıllarında yazılanlar TİP Programı'nın, kimi doğrular içermesine karşın devrini doldurmuş tezlerini aşmıştır.
Tek bir noktayı merkeze koyduğu için: İktidar."[2*] Bu sözleri söyleyen kişinin SİP-TKP'sinin "genel sekreteri"[3*] olduğu gözönüne alındığında, "inananlar" inanacak, ciddiye almayanlar önemsemeyecektir.
Oysa bugünün "genel sekreter"inin sözlerindeki tarihsel ve teorik bir tartışma konusu olan "sosyalist devrim perspektifi"ni bir yana bırakırsak, TİP'in "aşılması" olarak tanımladığı "iktidar", siyasal partilerin olmazsa olmazıdır.
Politik (siyasal) mücadele kavramı, devlet iktidarını ele geçirme mücadelesini ifade eder. Yani, siyasal (politik) mücadele, siyasal iktidarın ele geçirilmesi mücadelesidir. Bu nedenle, siyasal iktidar, siyasal mücadelenin temel hedefidir. Siyasal iktidarı hedeflemeyen hiçbir hareket siyasal bir hareket olamaz. Siyasal iktidar kavramı ise, devlet işlerine, yönetimine ve devlet faaliyetlerinin biçimi, görev ve içeriğinin belirlenmesine olanak veren gücü tanımlar. Her siyasal parti, ister düzen partisi olsun, ister devrimci parti olsun, her zaman ve her yerde devlete ilişkin faaliyetleri kendi görüşleri çerçevesinde yürütmek amacıyla kurulur ve bu amaç için mücadele eder. Devrimci mücadele, bu bağlamda, siyasal iktidarın, sömürücü sınıflardan alınarak sömürülen sınıflara geçirilmesi mücadelesi olarak siyasal iktidar mücadelesidir. Bu yüzden, mevcut egemen sınıfların devlet aygıtının parçalanarak ele geçirilmesi devrimci mücadelenin temel hedefi durumundadır.
Siyasal iktidar, devlet iktidarıdır. Siyasal iktidar ile hükümet bir ve aynı şey değildir. Ülkemizde değişik dönemlerde açık biçimde görüldüğü gibi, düzen partileri, hükümet olmalarına karşın iktidar olamamaktadırlar. İktidar devlete ilişkindir, hükümet bu devletin biçimine uygun olarak oluşturulan bir yürütme (icra) organıdır.
Devrimci mücadele ise, politik iktidarın ele geçirilmesi mücadelesidir. Bu mücadele, bürokrasi ve militarizmiyle bir bütün olarak egemen sınıfların bir baskı aygıtı olan devletin parçalanarak ele geçirilmesi mücadelesidir. Böyle bir mücadele, kaçınılmaz olarak, egemen sınıfların baskı aygıtına karşı yürütülen bir mücadele olacağı için, bu baskı aygıtının zor güçlerine karşı mücadele demektir. Engels'in deyişiyle, zor, siyasal zor, ordu ve donanma demektir. Egemen sınıfların baskı aygıtı olarak devlet, ordusuyla, diğer silahlı güçleriyle, mahkemeleriyle, cezaevleriyle bu mücadelenin karşısında yer aldığından, devrim mücadelesi, şu ya da bu biçimde devrimci zor uygulamasına sahne olacaktır.
SİP-TKP'sinin Boran-Aren oportünist TİP'ini "aşmakla" övündüğü "iktidar" böylesine açık ve yalın bir gerçeklikten başka bir şey değildir.
Bu açık ve yalın gerçekliğe karşın, birilerinin çıkıp "biz iktidar sorununu temele koyarak TİP'i aştık" diye böbürlenebilmesi, ancak tarihsel ve teorik bilgi eksikliği koşullarında mümkündür.
Legalizm ve eklektizmin egemen olduğu ortamda içeriği boşaltılmış kavramlarla konuşmaya, kurgusal bilgiyle "siyaset yapmaya" ilişkin bir başka örnek verelim: "TKP ... 'ulusların kaderlerini tayin hakkı' ilkesinimutlaklaştıran bir yaklaşımı uzun bir süredir reddetmektedir. (abç) Bu tutum zamanında Yugoslavya için geçerli olmuş ve uzun yıllar barış içinde bir arada yaşayan ulusların emperyalistler tarafından birbirlerine karşı kışkırtılmasına, bu ülkenin parçalanmasına ve her bir parçanın tamamen uluslararası tekellerle savaş baronlarının denetimine girmesine tavır alınmıştır. Gelişmeler 'özgürlük arayan' ulusların kaderlerinin emperyalistler tarafından teslim alındığını göstermiştir."[4*] Evet, "büyük söz" edilmiştir: ulusların kaderlerini tayin hakkı "ilkesini mutlaklaştıran bir yaklaşımı uzun bir süredir reddetmek".
Burada ilk soru şudur: İlke nedir ve "ilkenin mutlaklaştırılması" ne anlama gelir?
İkinci soru ise, ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesi nedir ve nasıl mutlaklaştırılır?
Bilineceği gibi (ve "kongre raporu" yazan "teorisyenlerin"in de bileceği gibi) ilke, TDK sözlüğündeki karşılığı ile, temel düşünce, temel inanç, her türlü tartışmanın dışında sayılan öncüldür.
"İlke"nin "mutlaklaştırılması", bizatihi ilke sözcüğünün kendi içeriğidir. Bu yüzden "ilke"sini "mutlaklaştıran bir yaklaşımı reddetmek" demek, ilkelerde tartışma yapılabileceği, ilkelerden "taviz" verilebileceği, daha tam ifadeyle, ilkelerin pazarlık konusu haline getirilebileceğidir, Türkçesiyle "ilkesizlik"ten başka bir şey değildir.
Ama SİP-TKP'de toplanmış olan SBKP revizyonizminin günümüzdeki eklektik "yoldaşlar"ı, açıkça "ilkesizlik"ten söz etmekten çekinmeyecek kadar "pervasız"dırlar. Çünkü yeni kuşak kurgusal bilgiyle büyümüştür, teorik bilgiye, tarih bilgisine ve bilincine sahip değildir.
İkinci soru, yani ulusların kaderlerini tayin hakkı, ilke sözcüğünden çok daha tarihsel ve teorik bir konudur. Marksizm-Leninizmin bu konudaki saptamalarını az çok bilenlerin hemen anımsayacağı gibi, ulusların kaderlerini tayin hakkına ilişkin bir "mutlaklaştırılamaz" saptaması mevcuttur, ancak SİP-TKP'sinin "kongre raporu"nda yazılanlardan çok farklı içeriğe sahiptir. "... devrimci proletarya milli meseleyi ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında ele alır. Biz, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki: "Her şart altında, her zaman meseleyi misak-ı milli sınırları içinde ele almak gerekir veya kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır" diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa, devrimci proletarya, meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar."[5*] Mahir Çayan yoldaşın kaleme aldığı, THKP-C'nin görüşlerinin ifade edildiği ASD'ye Açık Mektup'ta ifade edilen bu sözler, Lenin'in ulusların kaderlerini tayin hakkına ilişkin şu saptamalarının yinelenmesidir: "Programımızın maddesi, siyasi kaderi tayinden, yani ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkından başka anlama gelecek biçimde yorumlanamaz."[6*]
"... marksistlerin programındaki "ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri" ilkesi, tarihsel ve iktisadi bakımdan, siyasal kaderlerini tayin etme, siyasal bağımsızlık, ulusal bir devletin kurulmasından başka bir anlama gelemez"[7*] Lenin, her zaman ve her yerde, ulusların kaderlerini tayin hakkının "ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı" olduğunun altını çizer, ancak hak ile hakkın kullanılmasını birbirinden özenle ayırır.
Ezilen ulus milliyetçileri, hemen her zaman ve her yerde, "pratik" olma iddiası ile "ayrılma hakkının kayıtsız şartsız kullanılması" yanında tutum alır ve herkesin de bu tutumu desteklemesini ister.
İşte ulusal sorunda, ulusların kaderlerini tayin hakkında "mutlaklaştırılan" tek konu, bu hakkın "ayrılma" şeklinde kullanılmasına ilişkindir ve ezilen ulus milliyetçilerinin istemidir.
Yazımızın amacı ulusların kaderlerini tayin hakkını ele almak olmadığı için, konunun tarihsel ve teorik temellerini ayrıntılı olarak ele almak durumunda değiliz. Şu kadarı açıktır ki, ulusların kaderlerini tayin hakkı ile bu hakkın "ayrılma" şeklinde kullanılmasının mutlaklaştırılması birbirinden farklı şeylerdir.
SİP-TKP, "ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesini mutlaklaştıran bir yaklaşımı uzun bir süredir reddetmektedir" derken, ezilen ulus milliyetçiliğinin "ayrılma"yı mutlaklaştıran tutumlarını "reddettiğini" değil, bizatihi ilkenin mutlaklaştırılmasını reddettiğini söyleyerek, Marksizm-Leninizmin bu ilkesini ayaklar altına alır.
Bu ilkesizlik, anti-marksist tutum aynı "rapor"da, kendi tutumlarının "... zamanında Yugoslavya için geçerli olmuş" denilerek sunulurken, Sovyetler Birliği vb. tarihsel olgular bir yana bırakıldığı gibi, Tito'nun anti-sovyetik ve revizyonist tezleri de kendi eklektik teorilerinin bir parçası haline getirilmiştir. Bununla da yetinmemişler, "Gelişmeler 'özgürlük arayan' ulusların kaderlerinin emperyalistler tarafından teslim alındığını göstermiştir" diyerek, "yepyeni" durumlardan söz ediyormuş bilgiçliği yapmaya kalkmışlardır. Oysa "gelişme" olarak sunulan bu "yeni" durum, hiç de yeni değildir. Yıllar önce Rosa Luxemburg tarafından ulusların kaderlerini tayin hakkını reddetmenin bir gerekçesi olarak sunulmuştur.
Rosa Luxemburg'un, "büyük kapitalist güçlerin gelişmesinin ve emperyalizmin, küçük ulusların 'kendi kaderlerini tayin etme hakkı'nı bir düş haline getirdiği"ni söyleyerek ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesinin geçersiz olduğunu iddia etmesi üzerine Lenin, "burjuva toplumda, ulusların siyasal kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri ve devletlerin bağımsızlığı sorununun yerine, bunların iktisadi bağımlılığı sorununu koymuştur"[8*] diye yanıtlamış olması, aynı zamanda bu olguların "yeni" olmadığını da ortaya koyar.
SİP-TKP, "ulusal sorun" üzerinden "siyaset" yapma uğruna, R. Luxemburg'un tezlerini de savunmaya kalkışır.
Her eklektik teori, kulağa "hoş" gelen şeyleri bir araya getirmeye çalışır. Eğer ortada bir kavram keşmekeşi, içeriği boşaltılmış kavramlar yığını bulunuyorsa, eklektizmin işi daha da kolay olacaktır. "'Demokrasi', sosyalizm mücadelesi açısından da kirlenmiş bir sözcüktür. Çok uzun bir süre, dünyanın hemen her yöresinde, demokrasi yahut demokrasiyi geliştirip ilerletme amacıyla sosyalizm mücadelesi ikinci plana, hatta gündemin dışına itilmiş, görülmesi imkansız bir uzak hedef olarak unutulup gitmiştir. Sosyalizm için mücadele edenlerin bunu unutmaları, öyle sıradan, bağışlanabilir, 'insanlık hali' sayılabilir bir zayıflık değil, ölümcül bir unutkanlıktır."[9*] Bu yargıları ilan edenlerin, "sosyalist devrim" ile demokratik içeriğe sahip olan "ulusların kaderlerini tayin hakkı"nı bağdaştırabilmeleri zaten olanaksızdır:
Lenin şöyle yazmaktadır: "Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokratik bir düzeni zorunlu kılar, öyle ki, bu düzende yalnızca genel olarak demokrasi ile yetinilmez, burada, özel olarak ayrılma sorununu demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı değildir. Demokrasi, genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir. Proletarya, bir ulusun bir devlet sınırları içinde zorla tutulmasını olanaksız kılan bir demokrasiden yanadır."[10*] Evet, Marksizm-Leninizm açısından, "biz söyledik oldu" denilebilecek bir "kolaycılık" mevcut değildir. Eğer birileri, Marksist-Leninist olduklarını iddia ederek Marksizm-Leninizmin temel saptamalarıyla çelişen görüşleri kolayca ortaya koyabiliyorlarsa, bunun tek nedeni yeni kuşakların tarihsel ve teorik bilgi eksikliği, kurgusal bilgiyle eğitilmiş olmalarıdır.
Benzer eklektizm ve kolaycılık "MDD-sosyalist devrim" konusunda da ortaya çıkmaktadır.
Solda yer alan herkesin bilmek durumunda olduğu gerçek, çok uzun zamandan beri MDD'yi savunan herhangi bir siyasal hareket ve örgütün mevcut olmadığıdır. Bunu fırsat bilen eklektik-revizyonistler (SİP-TKP), legal ve her koşulda "icazetli" oluşlarından yararlanarak "siyaset geyiği" içinde "teorik gevezelik"[11*] yapmışlardır.
Bu "geyik-teori" çerçevesinde, "biz sosyalist/komünistiz, sosyalist devrim yaparız" şeklinde basit bir çıkarsamayla MDD'nin "defterini" de "dürüvermişlerdir".
Ama yıllar geçmiş, köprünün altından çok sular akmıştır. MDD'nin defteri "dürülmüş"se de, bu kez karşılarına "emperyalizm" ve "anti-emperyalist mücadele" çıkmıştır. "Ardılı" olmalarıyla övündükleri ve "aştık" diyerek böbürlendikleri Boran-Aren TİP'inin "sosyalist devrim" tezlerini, birbiri ardına piyasaya sürerken, TİP'in anti-emperyalist ve anti-faşist mücadeleyi bir yana itişi görmezlikten gelinir.
Bugün şöyle söylemektedirler, sabırla okuyalım: "Türkiye'de sosyalist devrimin baskın bir anti-emperyalist karakter taşıyacağına ilişkin öngörünün sağlam örülmüş devrimci bir stratejiye dönüştürülmesi konusunda TKP'nin yürüttüğü siyasal, ideolojik ve teorik çalışmalar belli bir olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Emperyalist saldırganlığın Türkiye'de ve dünyada ortaya çıkardığı yeni sorun ve gerilimler ile bu saldırganlığın farklı kesimlerde yarattığı hoşnutsuzluk ve tepkiler emek-sermaye çelişkisinden ayrı ele alınamasalar bile, doğrudan kapitalist sömürüye bağlanamazlar. Bununla birlikte, emperyalist saldırganlığın sınıfsal değil de ulusal bir eksende göğüslenmesi gerektiğine ilişkin görüş, doğrudan burjuvazi tarafından emekçi kitleleri silahsızlandırıcı bir manipülasyon girişimi olarak gündeme gelmiyorsa, marksizmi ve uluslararası işçi sınıfı hareketinin mirasını çarpıtmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Bu görüş ile emperyalizme karşı mücadelenin ortaya çıkardığı yurtsever görevlere 'antikapitalist' konumlanışı zedeleyeceği için sırt çevirenlerin hareket noktası aynıdır: Antiemperyalizm ile antikapitalizmi birbirinden ayırmak. Oysa bugün yalnız Türkiye'de değil dünyanın her yerinde, komünist bir strateji, tek tek ülkelerin özgün koşullarına uygun bir biçimde kapitalizme karşı mücadeleyle emperyalizme karşı mücadeleyi ortaklaştırmak demektir."[12*] (abç) Onca yıldan sonra SİP-TKP, "devrimci bir strateji" oluşturacak "olgunluk düzeyine ulaşmış! "Devrimci strateji"leri de, "baskın bir anti-emperyalist karakter taşıyan" "sosyalist", yani anti-kapitalist "devrim" olmaktadır.
Yukarda ifade ettiğimiz gibi, bu "olgun strateji", Boran-Aren oportünistlerinin "anti-kapitalist devrim"inin "baskın anti-emperyalizm"le "aşılmış" halidir.
Sorun, "baskın anti-emperyalizm" ile "anti-kapitalizm"in birbiriyle nasıl "bağ"daştırılacağıdır.
Şüphesiz eklektik-revizyonistler için sorun "biz söyledik oldu" ile halledilmiştir. Ne yazık ki, "icazetli siyaset" bile işin içinden bu kadar kolay çıkamaz.
Eklektik-revizyonistler, emperyalizmi "başka ülkeleri işgal eden, pervasız saldırganlık" olarak sunmaya çalışırlar. Dolayısıyla emperyalizme karşı kitlelerin "hoşnutsuzluk ve tepkileri"ni de bu "saldırganlığa karşı" tepki olarak sunarlar. Böylece anti-emperyalizm, emperyalizmin saldırganlığına karşı duyulan tepkiye, ama "doğrudan kapitalist sömürüyle bağlı" olmayan bir "tepkiye", dolayısıyla da maddi temeli olmayan bir "duyguya" indirgenir. Artık görev, bu "duygusal vatandaşları", "yurtsever" söylemle örgütlemekten ibarettir!
Ulusların kaderlerini tayin hakkında R. Luxemburg ve Tito'nun tezlerini savunan bu eklektik-revizyonistler, anti-emperyalizm söz konusu olduğunda, çıkar yolu Kautsky'nin tezlerinde bulmuşlardır.
Lenin'in sözleriyle, "Kautsky, 1915'te, hatta 1914 Kasımında, emperyalizmin ekonominin bir 'evresi' ya da aşaması değil de, mali-sermayenin 'yeğlediği' bir politika, belirlenmiş bir politika olduğunu"[13*] söyler.
Emperyalizmi, başka ülkeleri işgal ve ilhak etmek, dünyanın toprak olarak paylaşılmasına yönelik bir "politika" olarak tanımlamak sadece Kautsky'e özgü değildir. Kuruşçev'den Gorbaçov'a kadar SBKP revizyonistleri yıllar boyu emperyalizmi bir "dış politika" konusu olarak ele almışlardır. Dolayısıyla emperyalizm, sömürge, yarı-sömürge ve geri-bıraktırılmış ülkeler için "dışsal olgu" olarak kabul edilmiş ve böylece emperyalizm ile kolonyalizm (eski-sömürgecilik) özdeşleştirilmiştir.
Lenin'in tanımıyla, "Emperyalizm, tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir."[14*]
"İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır."[15*] Dolayısıyla, bu ülkelerde tarihsel süreçte, emperyalist sermayeye bağlı bir kapitalist gelişme ortaya çıkar.
İşte emperyalizm ve kapitalizm "sorunsal"ında en önemli olgu, sömürge, yarı-sömürge ve geri-bıraktırılmış ülkelerde emperyalist sermaye ihracına bağlı kapitalist gelişmedir.
Lenin, ulusların kaderlerini tayin hakkına ilişkin tahlilinde ortaya koyduğu gibi, "Sömürgelerin kendi sermayeleri, ya da sözü edilecek kendi sermayeleri yoktur. Ve finans kapital altında, siyasal bağımlılık koşulu olmadan hiçbir sömürge sermaye edinemez."[16*] (abç)
Bu yüzden, emperyalizme bağımlı ülkelerde gelişen kapitalizm, emperyalist sermayeye bağımlıdır. Gelişen kapitalizm, ülkenin kendi iç dinamiği ile değil, dış dinamikle, yani emperyalist sermaye ihracı ile geliştirilmiştir, dolayısıyla emperyalist sermayenin çıkarlarına göre biçimlenmiştir, çarpıktır. Bu nedenle de, bu ülkelerdeki ekonomik, toplumsal ve siyasal çelişkiler, her durumda dış dinamik tarafından belirlenir.
SİP-TKP'nin "emperyalist saldırganlığa karşı hoşnutsuzluk ve tepki" olarak tanımladıkları anti-emperyalist tepkilerin maddi temeli de, bu çarpık gelişme ve bunun yarattığı çelişkilerdir.
Bu durumun bilincinde olmayan, ancak çelişkilerden değişik biçimlerde etkilenen kesimlerin anti-emperyalist tepkileri, basit bir biçimde "emperyalist bağımlılıktan samimi olarak kurtulmak isteyen"lerin[17*] duygusal tepkisi gibi sunulamaz. Bu "tepkiler", emperyalist sömürünün yaratmış olduğu ilişki ve çelişkilere bağımlıdır. Bu yüzden, çözüm, emperyalizme bağımlılığın sona erdirilmesi, emperyalist sermayeye bağımlı ilişkilerin ortadan kaldırılmasıdır. Bu ise, yalın haliyle emek-sermaye çelişkisinin çözüm platformu değildir.
Ekonomik temele, üretim ilişkilerine ait maddi varlık koşulları bir yana bırakılarak, anti-emperyalist tepkileri "samimi tepkiler" şeklinde sıradanlaştırmak ve çıkışı da bu "samimi tepkileri" gösteren kesimleri "saflara" çekmek olarak göstermek, en hafif deyişle, sınıfların ve sınıf mücadelesinin tarihin devindirici gücü olmadığını, tersine "bilinçli insanların tarihi yaptıklarını" söylemek demektir.
Şöyle söylüyorlar: ".. emekçi sınıflar ve küçük burjuvaziiçerisinde sosyalist bir perspektife hiç sahip olmayan ama emperyalist bağımlılıktan samimi olarak kurtulmak isteyen küçümsenmeyecek bir kesim vardır. Son yıllardaki gelişmelerden dolayı genişleyen bu kesim aynı anda hem milliyetçi hem dinci hem de liberal ideolojilerin etkisi altındadır. Bu kesimde yer alan milyonlarca kişinin söz konusu ideolojilerin etkisinden kurtarılmaları ve tutarlı bir anti-emperyalist mücadelenin unsurları haline getirilmeleri onların ille de sosyalizm perspektifine ikna edilmelerini gerektirmez."[18*] (abç) Evet, insanların anti-emperyalist mücadeleye katılmaları için mutlaka "sosyalist" olmaları gerekli değildir. Asıl olan emperyalizme karşı mücadele etmeleridir. Ancak söz konusu olan "ideoloji" olunca, kaçınılmaz olarak sınıflar ve sınıf ideolojileri gündeme gelir. "Milyonlarca kişinin" milliyetçi, dinci, liberal ideolojilerin etkisinden kurtarılmaları" demek, burjuva ideolojisinin bu değişik biçimlerine karşı proletarya ideolojisinin egemen kılınmasıdır. Bu da, açık ifadeyle, burjuva ideolojisinin etkisi altındaki "milyonlarca kişinin" sosyalist dünya görüşüne kazanılmasından başka bir şey değildir.
Bunun dışında, insanlar, "soyut idealler" uğruna ve "duygusal" nedenlerle mücadeleye atılmazlar. Onları mücadeleye yönelten, her zaman sınıf ilişkileri, son kertede maddi yaşamın üretim tarzıdır.[19*]
Varsayalım ki, bu eklektik-revizyonistlerin "sosyalist perspektife ikna edilmeleri gerekmeyen" insanları, "baskın anti-emperyalist" mücadeleye katıldılar. "Samimi olarak" emperyalizmden kurtulmak isteyen bu kesimler ("milyonlarca kişi"), "sosyalist perspektife ikna edilmedikleri" koşullarda anti-emperyalist mücadelenin zaferiyle neyin gerçekleşmesini isteyecekler ve bekleyeceklerdir?
Eğer bu insanlar ("milyonlarca kişi") "samimi" olmakla, aynı zamanda "aptal" ve kendileri için hiçbir şey istemeyen insanlar olarak tanımlanabilir "idealistler" ise, mücadelenin sonucundan bağımsızlık dışında bir şey beklemek durumunda olmadıkları için, kendileri dışında aynı mücadelede yer alanların, dolayısıyla belli istekleri ve beklentileri olan kesimlerin iktidara gelmesini sağlamaktan başka bir şey yapmayacaklardır. Böylece SİP-TKP, "yurtsever cephe" çevresinde topladığı "milyonlarca kişi"nin "samimi"yetine dayanarak iktidara gelecek, "sosyalist devrim"ini yapıverecektir! Ve diyecektir ki, "özel mülkiyeti kaldırdık"... Söz konusu olan "samimi" "milyonlarca kişi", adıyla sanıyla söylersek, "emekçi sınıflar ve küçük burjuvazi içersinde"ki "milyonlarca kişi" sessiz sedasız bu uygulamaları kabul ederek, "sosyalist Türkiye"de yaşama "onuruna" sahip kılınacaklardır!
Tüm bu saçmalıklar, SİP-TKP'nin eklektizminin ürünleridir. Üstelik kendi "orijinal" teorilerinin de tam tersidir. "Emperyalizm, kapitalizm + mali sermayenin üstünlüğü, tekeller ve çeşitli uluslararası duruşları toparlayan bir bütündür. Bu yüzden anti-emperyalist olmak için kesinlikle anti-kapitalist olmak gerekmektedir. Ülkemizden emperyalistleri kovmak ama ülkemizde kapitalizmin devam etmesine göz yummayı savunmak tamamen yanlış bir politik hattır. Bu yüzden sadece 'Bağımsız Türkiye' savunusu yeterli değildir. Emperyalizme karşı mücadelenin ideolojik yönelimi anti-kapitalizmden kalkan ve anti-emperyalizme yönelen bir doğrultu izlemelidir. Kitlelere neden kapitalizme karşı durmaları gerektiğini öğretmek, onların neden anti-emperyalist olmaları gerektiğini anlatmanın ilk adımıdır.
Anti-kapitalist olmayan anti-emperyalist olamaz."[20*] Dün bunu söyleyenler, bugün "sosyalizm perspektifine ikna edilmeleri gerekmeyen milyonlar"ın anti-emperyalizminden söz etmektedirler.
Bütün bunlardan sonra, SİP-TKP, "baskın anti-emperyalist karakterde sosyalist devrim" için seçimlere "Emperyalizme Karşı Yurtsever Cephe'nin siyasal ve örgütsel çerçevesiyle katılma kararı almış"tır.[21*] Böylece adında "komünist" sıfatı olan "parti" kendi siyasal ve örgütsel çerçevesini bir yana bırakarak, bir başka siyasal ve örgütsel çerçeveyi kabul ettiğini ilan etmiştir.[22*]
Şimdi bu "komünist parti"nin siyasal ve örgütsel çerçevesiyle seçimlere katılma kararı aldığı "EK Yurtsever Cephe" denilen şeye kısaca bakalım.
Programına bakıldığında bu "cephe", "bağımsız ve onurlu" ve "eşitlikçi ve özgür Türkiye" için, "işçileri, emekçileri, yoksul köylüleri, öğrencileri, aydınları, kısacası yaşamını başkalarının sırtından kazanmayan herkesi"[23*] kapsayan bir örgütlenme olarak tanımlanır.
SİP-TKP'sinin eklektizmi, kendi üyelerini "taban inisiyatifleri" şeklinde sunarak oluşturduğu "cephe"sinde bir kez daha ortaya çıkar. Şöyle ki:
Bir yandan işçiler ve yoksul köylülerden söz edilir, diğer yandan "emekçiler"den, öğrencilerden, aydınlardan ve nihayet "yaşamını başkalarının sırtından kazanmayan herkes"ten söz edilir. Bu "kapsam"a göre, işçiler ve yoksul köylüler, emekçiler kategorisine girmemektedir. Dolayısıyla işçiler ve yoksul köylülerin dışında ve onlardan ayrı olarak bir "emekçiler" kategorisi söz konusudur. Bu "emekçiler" programda tanımlanmadığı için hangi kesimleri ve sınıfları kapsadığı belirsiz olmakla birlikte, "yaşamını başkalarının sırtından kazanmayan herkes" olmaktadır. Öte yandan SİP-TKP'si "emekçi sınıflar ve küçük burjuvazi içerisinde sosyalist bir perspektife hiç sahip olmayan ama emperyalist bağımlılıktan samimi olarak kurtulmak isteyen küçümsenmeyecek bir kesim"den ve bunların örgütlenmesinden söz eder.
"Yaşamını başkalarının sırtından kazanmayan herkes"in içinde yer aldığı bu "samimi" küçük burjuvaların kimler olduğu ise meçhuldür. Örneğin küçük köylüler, orta köylüler, küçük esnaf, küçük tüccar vb. kır ve kent küçük-burjuva unsurları "yaşamını başkalarının sırtından kazanmayan herkes"in kapsamı içinde midirler?
Şüphesiz bu ve benzeri soruları sormanın ve yanıtlarını "EKYC" programında bulmaya çalışmanın hiçbir anlamı yoktur. "EKYC", SİP-TKP'sinin eklektizminin pragmatist ürününden başka bir şey değildir. Çünkü programında, "İşçi sınıfımız, Türkler, Kürtler ve diğer ulusal, etnik öğelerden oluşan bir bütündür. TKP bu bütünlüğü esas alır ve her tür ayrımcılığa karşı işçi sınıfının siyasal ve örgütsel birliğini temsil eder" diye yazan bu eklektik oportünistler, 8. Kongrelerinde, "TKP Türk, Kürt, bu topraklarda yaşayan tüm emekçilerin partisidir" diye tanımlayabilmişlerdir.[24*]
Özce söylersek, teoride eklektik, siyasette oportünist, söylemde popülist, pratikte "keskin" geçinen SİP-TKP, 12 Eylül sonrasında Türkiye solunun içinde bulunduğu durumun basit bir örneğidir. Onlar, neo-liberalizmin soldaki uzantısı ÖDP ve teslimiyetçiliğin ve pasifizmin temsilcisi EMEP'le birlikte, "umudu büyüten" genç ve içten insanları kendi oportünist ve kariyerist amaçları için kullanmakta birbirleriyle yarışmaktadırlar. "Oportünizm bukalemun gibidir. Çeşitli kılıklara bürünerek sosyalist hareket içinde ortaya çıkar. Oportünizmin kılık kıyafetini o ülkenin ekonomik ve sosyal bünyesi, işçi sınıfının politik bilinç ve örgütlenme seviyesi, kısaca ülkenin içinde bulunduğu devrimci aşamanın niteliği belirler. Ancak her çeşit oportünizm proletaryanın devrimci potansiyeline inanmamaya dayanır. Genellikle sağ oportünizmin temelinde korkaklık, azimsizlik, ve proletaryanın devrimci zaferine inanmamak yatar. Bu yanlarını örtmek için o, en 'keskin' gözükmek zorundadır... Oportünizmde ilke istikrarı diye birşey yoktur. Düne kadar savunduğu ilkelerin niteliği kitlelerin gözünde açıklığa kavuşunca, o bu ilkeleri en ağır suçlamalarla karalar. Onun için tek şey önemlidir: 'Herşeye rağmen proletaryanın devrimci hareketini nasıl pasifize edebilirim?'. Bu eyleminde Marksist ilkeler sadece basit birer araçlardır."[25*]
[1*]Eklektizm (seçmecilik), proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz sınıf çelişkisinin belirlediği sınıf mücadelesinde "ortada" kalan küçük-burjuva aydınlarının bir çizgisidir. Proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin "üstünden atlamaya kalkan" küçük-burjuvazi, eklektizm ile, her iki sınıfın "en iyi", "en olumlu" yanlarını "alarak", her iki sınıfı "uzlaştırabileceğini" düşünür. Onlara göre, proletarya ile burjuvazinin "en iyi" ve "en olumlu" yanları seçilerek ortaya çıkartılacak "bileşim", tüm sınıf mücadelelerini ortadan kaldıracaktır! Genel tanımlamayla, eklektizm, "Değişik ve çoğu kez birbirinin tam karşıtı olan felsefe dizgelerinin, görüş açılarının, kuramsal öncüllerin vb. bağdaşmaz yanlarını görmezlikten gelerek, bağdaşabilir yanlarını düzenli bir bütün oluşturmadan bir araya getirme tutumudur." [2*] C. Hekimoğlu (K. Okuyan), Gelenek, Sayı: 15. [3*] Bu kişinin halen genel sekreter görevi yapıp yapmadığı bilinmemektedir. Çünkü legalizmlerini garip bir "gizlilik" görünümü altında kendi "üye"lerine kabul ettiren bu parti, yasal kongresinde yapılan seçimlerin sonuçlarını "legal olarak" açıklamamıştır. [4*] SİP-TKP 8. Kongre Raporu. [5*] Mahir Çayan, ASD'ye Açık Mektup, Ocak 1971. [6*] Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, s: 94. [7*] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 52. [8*] Lenin, age, s. 50-51. [9*] Mesut Odman, Gelenek, Sayı: 64. [10*] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 11-12. [11*] SİP-TKP'nin "kıdemli teorisyeni" M. Çulhaoğlu şöyle yazmaktadır: "Türkiye soluna uzun yıllar damgasını vuran, bunca yakınmaya konu olan 'teorik gevezelik' artık sahneden çekilmiş, yerini 'pratik gevezeliklere' ve 'siyaset geyiğine' bırakmıştır." ("Komünist", Sayı: 299, 5 Ocak 2007) [12*] SİP-TKP 8. Kongre Raporu. [13*] Lenin, Emperyalizm, s. 109. [14*] Lenin, age, s. 111. [15*] Lenin, age, s. 78. [16*] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 156. [17*] SİP-TKP 8. Kongre Raporu. [18*] SİP-TKP 8. Kongre Raporu. [19*] "Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır." (Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 25. [20*] Emin Sarp, Gelenek, Sayı: 60, Ağustos 1999. [21*] Yurtsever Cephe 1. Genel Kurul Kararlarından, 11 Mart 2007. [22*] Bunun kılıfı da şöyle dikilmiştir: "Komünist partisi tarihsel olarak bir iktidar alternatifidir; tersi düşünülemez. Ancak seçimler, kendi özel gündemleri gereği bu alternatifin birtakım başlıklarda somutlanması gerekliliğini daha fazla dayatır. Parti buna kayıtsız kalamaz. Ancak sosyalizm programını tüm ayrıntılarıyla propaganda etmek hem imkansızdır hem de faydasızdır. Bu bağlamda da parti yine temel stratejisi etrafında birtakım öncelikler belirleyecek ve bu öncelikleri son derece yalın ve anlaşılır bir biçimde, kararlı bir tarzla propaganda edecektir." ("Komünist", "İddiamız büyüktür", Sayı: 304, 9 Şubat 2007.) [23*] Yurtsever Cephe'nin Yolu. [24*] Bu "genişleme"nin gerekçesi ise şöyle ifade edilmektedir: "... geçici, marjinal istihdam türleri ve boğucu yoksullaşma sonucu, klasik 'işçi sınıfı kimliği'nin bir yoksul-proleter-halk kimliksizleşmesiyle yer değiştirdiği bir süreç yaşanmaktadır. Bir toplumsal sınıf olarak sahip olduğu geleneksel konumu gölgelenen işçi sınıfı, biçimsiz bir halk kategorisinin içinde, orta sınıfların ideolojik eziciliği altında ve lümpen eğilimler sergileyen bir yoksullar kalabalığının gölgesinde eritilmektedir." (Gelenek, Sayı: 85.) [25*] Mahir Çayan, Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine.