Sol, özel olarak Türkiye solu uzun yıllar revizyonizmin ve pasifizmin egemenliği altında kalmıştır. 1965 yılından itibaren gelişen ve yayılan devrimci mücadeleye paralel olarak revizyonizmin ve pasifizmin bu ideolojik egemenliği büyük ölçüde kırılmış ve marksizm-leninizm sağlam temeller üzerinde etkin kılınmıştır. Ancak marksizm-leninizmin güçlenmesi ve etkin hale gelmesi çok uzun sürmemiş, revizyonizmin ve pasifizmin onlarca yıl süren egemenliğinin yaratmış olduğu çarpıklıklar değişik boyutlarda ve değişik kılıklar altında yeniden ortaya çıkmıştır.
Silahlı devrimci mücadelenin yaygınlaştığı 1976-1980 döneminde, tıpkı 1965-71 döneminde olduğu gibi, hemen hemen tüm sol örgütlenmeler “silahlı mücadele” yandaşı ya da savunucusu haline gelmiştir. Bu da revizyonizmin ideolojik zemininde yeni oportünist örgütlenmelerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunun sonucu olarak da, silahlı devrimci mücadele, hiçbir tahlile ve stratejiye dayanmayan, iktidar perspektifinden yoksun, sadece faşist milis saldırılar karşısında “kendini savunma” ya da “meşru müdafa” temelinde bir kendiliğindenciliğin etkisi altına girmiştir.
Böylece 1970-1972 döneminde silahlı devrimci mücadeleyi başlatan ve sürdüren devrimci örgütler (THKO, THKP-C ve TKP-ML) parçalanmış ve pek çok “hizibe” bölünmüştür. Her bölünme, yepyeni teoriler ortaya atılmasına, “nüanslar” üzerinde fırtınalar kopartılmasına ve doğal olarak silahlı devrimci mücadelenin daha da kendiliğindenliğe kaymasına yol açmıştır. En ilginç gelişme ise, kendiliğinden silahlanan ve kendiliğindenci bir silahlı mücadele yandaşı olan sol örgütlerin giderek (dönemin özgün koşullarına bağlı olarak) legalize olmalarıdır.
Legalize olmuş, ama bir yandan da “silahlı” mücadeleyi savunuyor görünen sol örgütlerin “en irileri” ekonomik-demokratik kitle örgütlerinde köşe başlarını tutmuşlar, legalize olmanın getirmiş olduğu tüm avantajlardan yararlanmışlardır. Özellikle “illegal” TKP, DİSK’te kurduğu hegemonya sayesinde işçi sınıfının silahlı devrimci mücadeleye katılımını sınırlamış, neredeyse tümüyle önlemiştir. THKO’nun “devamı” görünümünde olan, ama stratejik olarak silahlı devrimci mücadeleyi, özellikle de gerilla savaşını reddeden “Yoldaş” kesimi Halkın Kurtuluşu adı altında legalde “Sovyet sosyal-emperyalizmi” tezinin savunucularının “en irisi” haline gelirken, TKP-ML, Kaypakkaya çizgisini “revize” edenlerin legalize olmasıyla değişik parçalara ayrılmıştır.
THKP-C ise, Kızıldere’de kurucu ve önderlerini yitirmiş olmasına rağmen ideolojik olarak güçlü ve sağlam konumunu bir süre sürdürebilmiştir. Ancak ideolojik ve stratejik çizgisi güçlü olmasına karşın merkezi bir yapıya sahip olmayan THKP-C, 1976 yılından itibaren değişik bölünmelere sahne olmuştur.
“Devrimci Gençlik” dergisini çıkartan çevre, THKP-C’nin öğrenci hareketi içindeki mutlak etkisini (“Cepheciler”) legal dernekler ve meslek kuruluşları aracılığıyla kendisine kanalize ederek “en iri” örgütlenme olarak ortaya çıkmıştır. 1977’de “Devrimci Yol” adını alan bu çevre, her açıdan legalize olmuşsa da, faşist milis saldırılar karşısında kendiliğinden gelişen silahlı eylemler nedeniyle kendine “has” bir “illegalite”ye sahip olmaya çalışmıştır.
Böylece silahlı devrimci mücadele alanında TKP-ML’nin DABK kesimi ile THKP-C’de “184’lükler” ya da “Acilciler” adlarıyla legal alanlarda “küçümsenen” Halkın Devrimci Öncüleri ve MLSPB dışında silahlı devrimci örgütlenme kalmamıştır (DY’den ayrılarak oluşturulan DS, bugünkü adıyla DHKP-C, bu dönemden sonra, 1978 yılında ortaya çıkmıştır). Legal alanlarda oportünizmin ve revizyonizmin gücü ve etkisi, silahlı mücadelenin artan oranda kendiliğindenleşmesi bu örgütleri de belli ölçülerde etkilemiş ve yeni ayrışmalara yol açmıştır. Yine de bu örgütler uzun yıllar varlıklarını sürdürmüşlerdir.
1980 öncesinde her türden revizyonistin ve oportünistin silahlı mücedele yandaşı olduğu, hemen herkesin silahlandığı ve eylem yaptığı bir ortamda, ayırıcı özelliği belli bir stratejiye bağlı silahlı devrimci mücadele olan doğru devrimci çizgi yeterince etkili olamamış ve legal olanaklara sahip olan oportünistlerin (özellikle öğrenci hareketinde etkin olan “Devrimci Yol”un) gerçek niteliğini gereğince teşhir edememiştir.
Bugün için pek çok kişinin anlamını bile bilemeyeceği bazı “saptamalar” (“öncü savaşı taktik bir evredir” vb.) ile kendilerini “ötekiler”den ayıran oportünistler, en kaba deyimle, “açık faşizm koşullarında”, yani askeri darbe koşullarında “topyekün silahlı mücadeleye geçecekleri” türünden umutlar ve hayaller yaratmışlardır. Bu hayalin en büyük “üreticisi” “Devrimci Yol” oportünizmi olmuştur.
Yıllar yılları kovalayıp, kendiliğinden de olsa gelişen devrimci mücadeleyi durdurmak ve yok etmek amacıyla 12 Eylül askeri darbesi gerçekleştiğinde, (diğer legalize olmuş örgütler bir yana bırakılırsa) “Devrimci Yol”un tüm söylemlerinin sadece “laf”tan ve bir hayalden ibaret olduğu açığa çıkmıştır. Yine de, yıllar sonra, 12 Eylül askeri darbesinin teröründen kaçınmak ve saklanmak için “dağa” çıkışları, “planlı ve programlı” bir “gerilla savaşı”ymışçasına (“anı” kitaplarıyla) sunulabilmiştir.
Tüm bu süreç sonucunda, ideolojik arka planında DY’nin oportünist görüşleri yatan DS, bölünen ve bir kez daha bölünen TKP-ML ve THKP-C/Halkın Devrimci Öncüleri dışında, stratejik düzeyde silahlı mücadeleyi savunan örgütlenme kalmamıştır. (PKK, A. Öcalan’ın “Ben hala Dev-Genç’liyim ... Ertuğrul anlar” söylemlerine rağmen, tüm bu sürecin dışında ve “ayrı” örgütlenerek ortaya çıkmıştır.)
Bu ayrışma, dağılma, legalize olma, kendiliğindenci silahlanma olguları, her zaman Türkiye solundaki revizyonizmin ideolojik hegemonyasından türemiştir.
Revizyonizm (19. yüzyılın sonlarında Alman sosyal-demokrasisi içinde ortaya çıkan Bernstein revizyonizminden ayırmak için “modern revizyonizm” olarak tanımlanır), SBKP’yi “dünya komünist hareketinin merkezi” olarak kabul eden TKP, TİP, TSİP gibi “illegal” ve legal partilerin “resmi ideolojisi”nde temsil edilir. Bunların en etkin olduğu alanlar sendikalar (özellikle DİSK) ve küçük-burjuva sol aydınlardır. Dolayısıyla revizyonizmin taşıyıcısı ve sürdürücüsü de bu kesimler olmuştur.
Revizyonizmin en temel savı, “dönemin” ya da “çağın” değiştiği, dolayısıyla yeni “çağ”a uymayan eski saptamaların ve görüşlerin bir yana bırakılarak yeni saptamalar yapılması gerektiğidir. Bu bağlamda SBKP’nin Kruşçev sonrasındaki “anti-Stalinist” çizgisi revizyonizmin dünya görüşünü ifade eder.
Bu dünya görüşü, herşeyden önce “çağın değiştiği” tezinden yola çıktığı için, koşullarda meydana gelen “önemli” denilebilecek her durumda kendisine yeni yollar ve yeni teoriler uydurur, onun dünya ve ülke tahlilleri, temelli ve köklü değişimlerden daha çok “önemli” değişimlere göre biçimlenir. Genel olarak taktik düzeyinde sonuçlar üretebilecek olan bu “önemli” (belki de “önemsenebilir” demek gerekiyor) değişimler stratejik görüşlerin değiştirilmesine neden olur. Her “önemsenen” değişimle stratejik değişikliklerin ortaya çıkartılması, doğal ve kaçınılmaz olarak, bir önceki “stratejik” görüşlerin geçersizliğini ya da yanlışlığını göstermeye yönelen bir ideolojik çabaya yol açar. Böylece bu çizginin izleyicileri ve etkisi altında olanlar, “önemli değişimler”le sürekli değişen ve değişirken bir önceki görüşleri olumsuzlayan bir mantıksallığa sahip olmuşlardır. Bunların en sevdikleri söz, “değişmeyen tek şey değişimdir” sözüdür.
“Modern revizyonizmin” ikinci özelliği, legalize olması ve legalizmi yüceltmesidir. “İllegal” TKP’nin legalize olma “ülküsü”, mevcut düzenin legal sınırları içinde kalmayı ve bu sınırlar içinde “siyaset yapmayı” getirmiştir. Ancak doğrudan TKP adıyla legalize olamadıklarından, her durumda değişik adlarla kurulmuş legal partiler ve legal kitle örgütleri içinde kendilerini varetmeye çalışmışlardır. Bu da “illegalite” adı altında garip bir legalizm anlayışı üretmiştir. Bu “illegal legalizm”, değişik yol ve yöntemlerle “illegalite”nin kutsanması ve tabulaştırılması ile legalitenin yüceltilmesi olmuştur.
Ancak bu garip legalizm anlayışı ve legalizmin yüceltilmesi sadece “teorik” ya da “ideolojik” bir konu olmayıp, aynı zamanda pragmatik ve oportünist bir anlayışa denk düşer.
Legal alanlarda, özellikle büyük kitle örgütlerinde “köşe başlarının” tutulması, devrimci mücadeleye sempati duyan ve katılmak isteyen yeni unsurların yönlendirilmesi açısından etkin ve belirleyici bir yere sahiptir. Çünkü devrimci mücadeleye katılmak isteyen her kişi, belli bir bilgi ve deneyime sahip olmadığından, ilk önce legal faaliyet yürüten, ama “sol” ya da “devrimci” olduğu varsayılan kitle örgütlenmelerine yönelir. Buralarda egemenlik kurmuş olan revizyonizm ve oportünizm bunları kendi çizgilerine ya da örgütlerine kanalize eder. Bu nedenle de, legalizm, legalleşme ya da legalde etkin olma, bu ideolojik bakış açısı, aynı zamanda, yeni unsurlar kazanmanın tek aracı olarak ortaya çıkar. Yeni unsurların, her durumda legal faaliyetlere ve bunlar arasında da adı en çok geçen, “medya”da en çok sözü edilen faaliyetlere yönelmeleri revizyonist ve oportünistlere başka avantajlar da sağlar.
Legal alanların “köşe başlarını” tutan revizyonist ve oportünistler, yeni unsurları kendilerine devşiremeseler bile, bunların başka ve devrimci örgütlere yönelmelerini engellerler. Bunu, kimi durumda “steril” ortamlar yaratarak, kimi durumda devrimci örgütleri dedikodularla, yalan ve çarpıtmalarla karalayarak gerçekleştirirler. Kimi zaman “sterilizasyon”, kimi zaman karalama kampanyaları öne geçer.
“Sterilizasyon”, devrimci mücadeleye sempati duyan yeni ve genç unsurları belli alanlarda ve belli “arkadaşlık ilişkisi” içinde tutarak, başka sol örgüt ve kişilerle ilişkilerini keserek gerçekleştirilir. Örneğin, kitle gösterilerinde ortaya çıkan bu “sterilizasyon”, kendi saflarında gösteriye katılanların dışarıyla ilişkisini keserek gerçekleştirilir (şüphesiz “güvenlik” vb. nedenlerle gerekçelendirerek). “Sterilize” edilmiş mekanlarda bir “arkadaş/dost” ortamı oluşturulur. Mevcut düzenin ilişkileri içinde yalıtık durumda kalan birey için bu ilişkiler “canlı ve sıcak” göründüğü ölçüde süreklilik sağlar.
“Sterilizasyon”un ikinci yönü ise, kendilerinin dışındaki kişilerle her türlü ilişkinin kesilmesidir. 1980 öncesinde DY’nin “soyutlama” adını verdiği bu durum, diğer sol örgütlerden olan ya da olduğu varsayılan kişilerle ilişkinin kesilmesi (“virüs” tehlikesi) ve onların hiçbir yayınının alınmaması ve okunmamasıdır.
Bu revizyonist ve oportünist “teknikler”, zaman zaman yenilenir ve yeni biçimler alır. Örneğin “Yürüyüş” dergisi çevresinin geliştirdiği, “çelik kapılarla” korunan ve içinde sürekli belli sayıda insanın oturduğu ve yaşadığı “komünler” gibi. Halkevleri ya da “Öğrenci Kolektifi” de benzer “komün evler” tekniğini kullanmaktadır.
Şüphesiz kentin belli yerlerinde böylesine “komün evler” ya da “mekanlar” (ya da “kültür merkezleri”) oluşturulmasının pratik yararları da vardır. Hemen hergün ve hatta her saat değişen ülke gündemine karşı “hemen ve anında” bir tepki göstermek için (büyük ölçekli fotokopi tekniğinden yararlanılarak hazırlanan pankartlarla) belli bir insan kitlesi hazır ve nazırdır. Bu da, her protesto hareketinin içinde yer almalarına ve bu yolla “medya”da yer bulmalarına olanak sağlar. Bu yolla da yeni unsurların yönelebileceği bir “adres” haline gelirler.
Bu “steril” ortamda yer alanlar, bu “teknik”in revizyonist ve oportünist bir zihniyetin ürünü olduğunu kavrayamazlar. Onlar, “savaşta ve barışta”, “iyi günde ve kötü günde” bir arada olan, herşeyi paylaşan “dost”lar arasında olduklarını düşünürler. Yukardan aşağıya gelişen kapitalizm koşullarında artan bencillik, bireycilik ve yalıtılmışlık ortamında böylesine “dost” mekanlar cazip ve cezbedici olur. Bu ortamlarda bulunan bireyler, 1980 öncesinde DY’nin yaptığı gibi, “zamanı gelince savaşacakları”na inanırlar. Kutsanmış bir illegalite mantığı içinde legal alanlarda varlıklarını sürdürürler. İçlerinden bazılarının “illegal” faaliyete katılmaları da onların beklentilerini korur ve güçlendirir.
Tüm bu ilişkiler içinde revizyonizmin ve oportünizmin mantığı yerleşik hale gelir ve bu mantık içinde yapılanlar “meşru”laşır, “ideolojik” bir zemine oturtulur, oportünizm içselleşir ve başat hale gelir.
Revizyonizmin ve oportünizmin ideolojik egemenliğini sağlayan ve demokratik kitle örgütleri aracılığıyla gerçekleşen “kitleselleşme”, aynı zamanda demokratik kitle örgütleri içinde legal sol yapıların paylaşım ve yeniden paylaşım savaşlarına yol açar. Birbirine zıt sol yapıların garip ittifakları, demokratik kitle örgütlerinin yönetiminin “seçiminde” belirleyicidir.
Özellikle DİSK, KESK vb. “sol” konfederasyonların ve diğer “sol” demokratik kitle örgütlerinin yönetimini ele geçirenler, kendilerine belli olanaklar sağlamanın yanında 1 Mayıs gibi kitlesel kutlamalarda belirleyici yere sahip olurlar. Ancak bu kutlamalarda ya da protesto eylemlerinde ortaya çıkan gariplikler yönetimi paylaşan “sol” örgütlere fatura edilmez.
Revizyonizm ve oportünizmin egemenliğinin ürünleri olan garip ilişkiler, çelişik tutumlar ve düpedüz pasifizm, en tipik biçimde 1 Mayıs’larda kendisini gösterir. Geçen yılki 1 Mayıs’ta görüldüğü gibi, 1 Mayıs’ın işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olmaktan çıkarak bir “karnaval” havasına dönüşmesi hiç umursanmaz; “Taksim Meydanı”nda gövde gösterisi yapmak her şeyin üstünü örten “incir yaprağı” görevini görür.
Böylesine “karnaval” havasına sokulmuş 1 Mayıs’ın geleceği de tam anlamıyla belirsizliğe mahkum olmuştur. Yine de “devlet” ve devletin zor güçleri imdada yetişmiştir. “Taksim Meydanı” 1 Mayıs’a kapatılmıştır. Böylece “karnaval” havasının yaratacağı yozlaşma “dış irade” tarafından engellenilmiştir.
Öte yandan yeni KESK başkanı, hiçbir çekinceye sahip olmaksızın AKP’nin “Akil Adamlar”ının içinde yer alabilmiştir. İttifaklarla ve kapalı kapılar arkasında varılan uzlaşmalarla oluşturulan KESK yönetimi bu durum karşısında sessiz kalmayı sürdürmüştür.
Legalizmin meşrulaştırdığı oportünizm (fırsatçılık) ve pragmatizm solda egemenliğini sürdürürken, “sterilizasyon” bu durumların görülmesini engellemektedir.
Tüm bu ilişkilerin ve çarpıklıkların en belirgin sonucu, günü kurtarmaktır. Bu da, belli bir programa ve stratejiye bağlı olarak devrimci mücadelenin yürütülmesinin engeli olmaktadır.[1*]
Revizyonizmin ve oportünizmin ideolojik egemenliği altında planlı, programlı ve sistemli bir devrimci çalışmadan, devrim teorisinden, devrim stratejisinden söz edilmez hale gelinmiştir. Silahlı mücadeleyi “stratejik” bir anlayış olarak kabul ettiğini söyleyen sol örgütler bile, legalizmin sağladığı avantajlardan yararlanmak uğruna “stratejik” görüşlerini terk etmişlerdir. Öyle ki, geçmişte, devrimci mücadelenin geliştiği dönemde revizyonistlerin yaptığı gibi, “gerilla yapan şubeler” oluşturmaya yönelmişlerdir.
Bu “gerilla yapan şubeler”, hiçbir stratejik plana bağlı olmaksızın hareket ederler. Gerçekleştirdikleri birkaç silahlı eylem de, legaldeki örgütlenmeyi ayakta tutmak, yeni katılımlar sağlamak için kullanılır. Dışsal olarak “silahlı devrim” savunuluyormuş gibi görünürken, özsel olarak kendiliğindencilik ve günü kurtarma zihniyeti egemen kılınır.
Bugün Türkiye solunda, sözcüğün tam karşılığıyla ideolojik ve teorik bir eleştirinin (ya da tartışmanın) olmayışı, tümüyle bu legalizasyonun ürünüdür ve legalizmin hepsinin ortak paydası olmasındandır.
Dış ilişkileri “sterilize” edilmiş ve “gizli” olan birkaç kişinin gerçekleştirdiği silahlı eylemler ya da “feda eylemleri”, “gerilla eylemleri” olarak sunulabilirken, hiç kimse silahlı propagandadan, öncü savaşından, halk savaşından söz bile etmemektedir. Bunlardan söz edilmemesi ve giderek unutturulması konusunda Türkiye solunda (silahlı mücadeleyi savunduğunu iddia edenler dahil) bir “consensus” oluşmuştur. Bu “consensus” içinde gün kurtarılmaktadır.
Devrimcilik, devrim yapma amacından uzaklaştırılmış ve sadece protesto eylemlerinde, kitle gösterilerinde, konserlerde yer almaya indirgenmiştir. Böyle olunca da, “gerilla yapan şube”lerin gerçekleştirdiği tekil ve bireysel eylemler “devrimci savaş” olarak “algı”lanabilmektedir. Böylece de, devrim, kitleleri bilinçlendirip örgütleyen devrimcilerin, belli bir devrimci stratejiye bağlı olarak gerçekleştirecekleri bir iktidar mücadelesi olmaktan çıkartılmıştır.