Ve nihayetinde Anayasa Mahkemesi AKP’nin kapatılmasıyla ilgili Cumhuriyet Başsavcısının açmış olduğu davanın kararını açıkladı: AKP, yoğun ve yaygın irticai hareketlerin odak noktası haline henüz tam olarak gelmemiştir!
“Bitaraf” olmadığı ayan beyan ortada olan Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç’ın açıklamasıyla, AKP “ciddi” bir biçimde uyarılmış, ama kapatılmamıştır.
Böylece kimilerinin “yargıç oligarşisi”, kimilerinin “bürokratik elit” adını verdikleri “yüce yargı”nın en yüksek mahkemesi, son anda “yargısal darbe” yapmaktan uzak durarak, borsayı coşturmuş, yürekleri ferahlatmış, ülkeye bir süreliğine de olsa “istikrar” kazandırmıştır.
Ama hiçbir şey değişmemiş, şeriat tehlikesi ve laiklik “hassasiyeti” olduğu yerde kalmıştır. Aynı şekilde “ne olacak bu memleketin hali” sorusunda ifadesini bulan “ne olacak şimdi” sorusu da ortada kalmıştır.
Futbol terminolojisiyle konuşanlar için, durum 1-1’dir. Satranç deyimlerinden hoşlananlara göre, “pat” durumu vardır. Savaş sözcükleriyle ifade edildiğinde, geçici ateş-kes ilan edilmiştir. R. Hisarcıklıoğlu’nun sloganıyla “herkes eski konumuna” çekilmiştir. Kimi “medya” yazarlarına göre, “top Tayyip Erdoğan’dadır”.
Tüm bu yorum ve değerlendirmelere kulak asmayan aklı-selim sahipleri ise, Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi “irticanın odağı” olarak tescil ettiğini, ama kapatmayarak da bu “odağa” teslim olduğunu düşünmektedirler.
Gerçekte Anayasa Mahkemesi sadece bir yargı kurumudur. Yargı kurumu olarak sadece önüne gelen dosyayı karara bağlar. Mahkeme kararı kesinleştiğinde, “gereğinin yapılması” ilgili kuruluşlara havale edilir. Yani yargı kurumlarının kararları, ancak yürütme organının bu kararı icra etmesiyle fiili ve somut bir geçerliliğe sahip olur.
Yürütme organı ise, hükümet, emniyet ve askeri kurumlarından oluşur. AKP, hükümet olduğuna ve emniyet teşkilatını denetim altında tuttuğu gözönüne alındığında, yargı kurumunun kararını icra edebilecek tek kuruluş askeri kurumlar, yani ordu olmaktadır. Bu nedenle de, Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin kapatılmasına ilişkin alacağı herhangi bir karar, hükümet ve emniyet tarafından icra edilemeyeceğinden, ordu tarafından icra edilmek zorunda kalınacak bir karar niteliğindedir.
Ve herkes bilmektedir ki, Anayasa Mahkemesi AKP davasını karara bağlamak için toplandığında, tek icra kurumu olarak ortaya çıkan ordu, kendi YAŞ hesapları içinde, paşaların emeklilik ve terfi işlemleriyle uğraşmaktaydı.
Ankara’nın “kulağı kesik” gazetecileri ortalıkta herhangi bir “hareketlilik” gözlemlemediklerinden, Anayasa Mahkemesi’nin kararının hiçbir geçerliliğe sahip olmayacağı da açıktı.
“Velevki” Anayasa Mahkemesi AKP’yi “irtica odağı olduğuna hükmetseydi, ne olurdu?
Hiç bir şey!
Şeriatçılar ve müttefiki liberaller bir süre Anayasa Mahkemesi’ne verip veriştirirler, AKP yeni bir isimle kurulur, “yola devam edilir”.
Ortada ne 28 Şubat gibi iktidar partisini alternatif olarak üretilmiş bir “hülle partisi” mevcuttur, ne de “yargısal darbe”nin gereğini yerine getirecek bir “ordu iradesi” söz konusudur.
Abdüllatif Şener’in AKP’yi “parçalayacağı” beklentileri de, ne gerçekçidir, ne de geçerlidir. Dolayısıyla ortada sadece bir dava ve bir mahkeme vardır.
Açık ifadeyle, ne “yargısal darbe” için, ne “askeri darbe” için öznel ve nesnel koşullar “olgunlaşmış” değildir. Bundan çok daha belirleyici olan ise, gerek oligarşi için, gerek emperyalizm için AKP’ye duyulan ihtiyaç sona ermemiştir. Bu ihtiyaç varolduğu sürece, adı AKP olsun, PAKP olsun, “ılımlı islam” görünümü altında dinci-şeriatçı bir siyasal güç varolmaya devam edecektir.
AKP’nin varoluşu, ne kadar oligarşi/emperyalizm ikilisinin çıkarlarına denk geliyor olsa da, aynı zamanda oligarşi dışında kalan tüm sömürücü sınıf ve tabakaların da çıkarlarına denk düşmektedir.
Bu ise, sömürücü sınıflar arasında tam bir “consensus”un varlığı demektir.
Elbette Anayasa Mahkemesi, “aba altından sopa” gösteren bir karara imza atarken, aynı zamanda geleceğe dönük bir “darbe” olasılığını da sürekli varetmiştir. Öznel ve nesnel koşullar olgunlaştığında, Anayasa Mahkemesi’nde görülecek yeni bir kapatma davası, AKP ve temsil ettiği kesimlerin topyekün tasfiye edilmelerinin yolunu açacaktır.
Bu yönüyle Anayasa Mahkemesi’nin kararı, Haşim Kılıç’ın beyanında ifade ettiği gibi “ciddi bir uyarı” niteliğindedir.
Ama siyasal olaylar mahkeme zabıtlarında ifade edilen hüküm kesinliğine sahip değildir. Doğrudan sınıfların ve sınıfların alt gruplarının çıkarlarına, bu çıkarlarda meydana gelen değişimlere ve siyasal güçlerin halk üzerindeki etkinliğine bağlıdır. Bu nedenle de Anayasa Mahkemesi’nin “ciddi uyarı”sı, siyasal gelişmelerle bir anda çöp sepetine atılabilecek bir gayrı-ciddilik haline dönüşebilir.
Şeriatçı kesim, tarikatlar ve nihayetinde AKP’nin her cinsten mensupları, “gördünüz mü kapatmaya cesaret edemediler” propagandasıyla Anayasa Mahkemesi’nin “ciddi uyarı”sını zaten işlevsiz ve anlamsız hale getirmekte fazlaca zorlanmayacaklardır.
Yine de siyasal olarak “ilgili”, ancak siyasal olaylara bulaşmaktan özenle kaçınan “laikçi” büyük bir “meraklı” kitlesi sorular sormaya devam edecek ve geleceğe ilişkin kahinlikler yapılmasını arzu edecektir. Bu soruları yanıtlamak, kahinlik yapmak elbette olanaklı değildir. Sadece “meraklı sorular” sorarak, bunlar üzerine gevezelikler yaparak “ne olacak bu memleketin hali”nden söz etmeyi sürdürecek olan bu “meraklı laikler”, siyasete bulaşmaktan özenle kaçındıkları sürece, ülkenin kaderi de, kendilerinin geleceği de, laiklik sorunu da “derin siyaset” ve “derin ilişkiler” ağı içinde süregiden çatışma-uyum (uzlaşma) diyalektiği içinde belirsizliğini korumaya devam edecektir.
Hep söyledik, söylemeye devam ediyoruz: Merak etmeyin ordu yok!
Ordu denilen devletin resmi zor gücü, “emir-komuta zinciri” içinde tümüyle mevcut düzenin “koruma ve kollama” gücüdür. Mevcut düzeni gerçekten tehdit eden bir siyasal güç ortaya çıkmadığı sürece, ordunun “koruma ve kollama” görevi de askeri biçimde maddeleşmeyecektir. 12 Martta ve Nisan 2007 “sanal muhtırası”nda görüldüğü gibi, oligarşinin kendi iç çelişkileri ya da oligarşi ile diğer sömürücü sınıflar arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi yönetimin askerileştirilmesi için yeterli bir neden değildir. Erbakan’dan AKP’ye kadar şeriatçı kesimlerin oligarşi ve emperyalizme uzlaşma gelenekleri de bunu engelleyen bir başka etmendir.
Gerçek gerçeklikte laikliğin tek güvencisi, devrimci mücadeledir. 1 Mayıs’ta görüldüğü gibi, “ayaklar baş olmaya kalkınca”, şeriatçılık da, laiklik de unutulmakta, şeriatçılar ile laik ordu, elitler ile tarikatlar bir ve bütün olmaktadırlar. Sorun bir kez daha amansızca ortaya konulmuştur: Mevcut düzenin topyekün ortadan kaldırılması! Başka alternatif yoktur.