Solda Birlik Oluşumlarının Yeni Adı :
İdeolojisizlik
1996 yılına girilmesiyle birlikte kitle hareketlerinin çoğalmasına paralel olarak, ülkemiz solunda yeniden "birlik" kurma girişimleri yoğunlaşmıştır. İlk planda kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS ile, yine kendisini MLKP olarak örgütleyen DHB arasında kurulduğu ilan edilen "birlik" ortaya çıktı. Ardından Med Tv aracılığıyla PKK ile aynı kesimlerin ittifak kurma "ilişkileri" başlatıldı. Ve bu "birlik" ilk olarak kendisini 1 Mayıs'da ortaya koymaya çalıştı. Ancak 1 Mayıs sonrasında DHKP-C ile MLKP "birliği"nin birbirlerine yönelik eleştirileri başladı ve eleştiriler giderek ağır suçlamalara yöneldi. Ama buna rağmen hala "birligin" varlığından sözetmektedirler.
İkinci gelişme, Med Tv aracılığıyla kurulmaya çalışılan ittifak üzerine olmuştur. Başını DHKP-C'nin çektiği bu ittifak girişimi, A. Öcalan'ın "taktik önderlik" düzeyinde bir ittifak yapılabileceği yönündeki açıklamasıyla birlikte, büyük manşetlerle gazetelere yansıyan bir "görüşme başlatıldı"ya kadar ulaştı. Kendi içinde "cezaevelerinde ayrı ayrı yürütülen açlık grevlerinin birleştirilmesi" gibi somut bir hedefi olduğu açıklanan "görüşmeler"in, böyle bir hedefi bile gerçekleştirememiş olması, nasıl bir "görüşme" sürdürüldüğünü de belirsizleştirmiştir. DS'nin legal Kurtuluş'larında yaptıkları açıklamaya bakılacak olursa, "görüşmeler"e ilişkin yapılan açıklamalar bir "reklamdan" öte birşey değildir. [1*]
Legal ya da illegal çeşitli sol örgütlenmelerin yayınlarına bakıldığında görülen tablo, ortada ciddiye alınabilecek ve kendi içinde belirli bir programa ve işleyiş kurallarına sahip bir birliğin olmadığıdır. Bu öylesine açık bir gerçek durumundadır ki, birlikte yapıldığı iddia edilen kitle hareketleri sonrasında birbirlerine yönelik suçlamaların odak noktası birlikte hareket edilmediği üzerine olmaktadır.
Yurt-dışı kaynaklı olarak geliştirilen yeni "birlik" girişimlerinin böylesine yaygın bir propaganda malzemesi olması ile gerçekte birlik adı verilebilecek bir oluşumun olmaması, tüm bu sürecin en belirgin çelişkisi olmaktadır. Kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'nin şu sözleri, bu çelişkinin boyutlarını göstermesi açısından önemlidir:
"Herhangi bir örgüte bağlı olmayan bir devrimci sempatizan, içinde yeraldığı bir eylemle ilgili olarak 4 ayrı yayın organını alıp okuyor ve şunu söylüyor: 'Bunların hepsi yalan söylüyor...'" [2*]
İşte gerçek bu kadar açık ve yalın durumdadır.
Ancak bu gerçeği ortaya koymak önemli değildir. Önemli olan, somutta böylesine açık bir zıtlık oluşturan "birlik" türü girişimlerin nasıl ve neden ortaya çıktığını kavramaktır. Bu kavranmadığı sürece, somut kendiliğindenci ve reklama yönelik söylemiyle sürüp gidecektir.
İdeolojisizleşme
Ülkemizde 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan depolitizasyon süreci, bir dizi ideolojik saptırmalar ve propagandalarla ideolojisizleşmeyle tamamlanmıştır. Depolitizasyon kitleler açısından sonuçlar ortaya çıkarırken, ideolojisizleşme sol örgütler açısından sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Kitlelerin pasifize edilmesi ve buna bağlı olarak depolitizasyonun ortaya çıkması, devrimci mücadelenin somut hedeflerini ortaya koymuştur. Marksist-Leninist terminolojiyle ifade edersek, geniş halk kitlelerinin oligarşiye karşı tepkileri siyasal zor ile pasifize edilmektedir. Böylece halkın mevcut düzene karşı tepkileri ile oligarşi arasında suni bir denge oluşturulmtur. Bugünkü devrimci aşamada, işte bu suni dengeyi bozmak devrimci öncünün temel görevi durumundadır.
Öncü Savaşının iki temel hedefi olarak ortaya konulan, kitlelerin mevcut düzene karşı tepkilerini açık hale getirme ve bu tepkileri kanalize etme, somut durumun tahliline bağlı olarak (mevcut durum tahlili) belirlenen devrimci taktiklerle yürütülmek durumundadır. Bunun anlamı, kitlelerin mevcut düzene karşı tepkilerinin pasifize edilmesinde kullanılan araçların bertaraf edilmesi, bu araçların işlevlerini yerine getiremez hale getirilmesi; oligarşinin her türlü propaganda ve pasifikasyon araçlarıyla yürüttüğü demagojinin açığa çıkartılması demektir.
Devrimci mücadelenin bu temel görevleri, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi olarak tanımlanan genel görevin yerine getirilmesine yöneliktir. Burada iki temel olgu ortaya çıkar: Siyasal zor ve ideolojik saptırmalar.
Oligarşinin siyasal zoru, yani devlet gücünü kullanması, kitlelerin tepkilerinin pasifize edilmesi için temel bir işleve sahiptir. Siyasal zor uygulaması, ister yerel düzeyde uygulansın, ister ülke çapında uygulansın, her zaman kitlelerin tepkilerini pasifize etmeyi hedefler ve bu amaçla kullanılır. Kitlelerin mevcut düzene karşı tepkilerini ortaya koymaları ve giderek bu tepkilerini siyasal iktidarın ele geçirilmesi yönündeki örgütlü bir mücadele içinde ifade etmeleri, devrimci mücadelenin amacı olması gibi, oligarşinin siyasal zorunun amacı da bu süreci tersine çevirmektir. Bu boyutu ile devrimci mücadele, oligarşinin siyasal zoruna karşı yürütülen bir mücadele olarak temel bir niteliğe sahiptir. Bu durum, bir yandan kitlelerin devrimci silahlı mücadele için örgütlenmesini zorunlu kılarken; diğer yandan, örgütlü gücün, oligarşinin siyasal zorunu işlemez hale getirmek ya da işlevlerini yerine getiremez hale getirmek üzere kullanılmasını gerektirir. Öncü Savaşının en temel görevi de burada somutlaşır.
Ancak 12 Eylül sonrasındaki depolitizasyon ve ideolojisizleşme, 1980 öncesindeki oportünist ve revizyonist anlayışların etkinliği ile birleşerek, tam bir belirsizlik ve kendiliğindencilik içinde hareket edilmesini getirmiştir. Genel olarak pragmatizmin egemenliğini ifade eden bu durum, ülkemiz solunda herşeyin "yarara" göre ele alınmasını getirmiştir. Eğer yapılan herhangi bir eylem, faaliyet ya da örgütlülük, şu ya da bu açıdan bir işe yarıyorsa "doğru" kabul edilmektedir. Ama bu faaliyetlerin, kısa vadede belli bir "yarar" getirmesinin ötesinde, kitle pasifikasyonunu ortadan kaldırma, kitleleri örgütleme ve uzun süreli bir savaşa yöneltme açısından hiçbir katkısı olmaması, ülkemiz solunda önemsenmemektedir. Belirlenmiş bir plan dahilinde, yani devrimci bir stratejiye bağlı olarak, devrimci mücadelenin yürütülmesi bu ortamda "itibar" sahibi olmamaktadır. "Pratikte varmısınız?", "Kaç kişisiniz?" türünden söylemle desteklenilen ve yaygınlaştırılan pragmatizmin bu sonucu, yani belirli bir plan ve programa sahip olmaksızın günlük faaliyet yürütme mantığı, ülkedeki nesnel koşullar ile öznel koşullar arasındaki farkı daha da büyütmektedir.
Bugüne kadar KURTULUŞ CEPHESİ'nin değişik sayılarında sürekli olarak ortaya koyduğumuz bu gerçekler, 1980 sonrasındaki ideolojisizleştirilme sürecinin soldaki yansıları olduğunu, az çok Marksist-Leninist teori ile tanışıklığı olan herkesin kabul edebileceği bir gerçektir. Ancak solda egemen olan revizyonist anlayışlar ile oportünist tutumlar, günümüz koşullarında pragmatizmin egemenliği olarak varlığını sürdürmektedir. Bir başka deyişle, geçmiş dönemlerin oportünizmi, günümüzde pragmatizm olarak kendisini yeniden örgütlemiştir.
Pragmatizmin kendisi bir burjuva ideolojisi olmasına karşın, solda etkin ve egemen bir kavrayış olarak ortaya çıkmasının çok az bir tepkiyle karşılanmış olmasının nedeni de, yine aynı kavrayış olmaktadır. Deng Zio Ping'in, "kedinin görevi fare tutmaktır, fare tuttuktan sonra renginin ne önemi vardır" sözlerinde ifadesini bulan pragmatik mantık, PKK'nin bugün içinde bulunduğu politik çıkmazın da en temel nedeni olduğu ortadadır.
Kendisini Marksist-Leninist olduğunu iddia eden her örgütün, baştan itibaren ve her eyleminde, Marksist-Leninist ilkeleri esas alması ve buna göre hareket etmesi zorunludur. Ancak ülkemiz solunda en olumsuz durumda burada kendisini göstermektedir. Leninist olmayan Marksistlerin ortaya çıkması gibi, Marksist-Leninist olduğunu yazıp, bunla hiçbir ilgisi olmayan faaliyet ve propaganda içinde olan örgütlerin varlığı alışılmış bir durum olmuştur. Sol örgütlerin yayınlarında ideolojik-politik değerlendirmelerin hemen hiç yer almaması, yapılanların ve söylenenlerin Marksist-Leninist ilkeler ve belirlemelerle ilişkisinin ya da ilişkisizliğinin hiç belirtilmemesi, ülkemiz solundaki ideolojisizleşmenin geldiği boyutu gözler önüne sermektedir. Marksist-Leninist teorinin bu değerden düşürülmüşlüğü, örgütler açısından teorinin değersizleştirilmesi, pratikte karşılaşılan tüm sorunların temel nedeni durumundadır. Solda kurulduğu ilan edilen ya da kurma girişimlerine sahne olan "birlik"lerin ortaya koyduğu tablo da bu gerçekleri ortaya koymaktadır. Daha düne kadar, birlik konusunda "ilkeli birlik"ten sözedenlerin, bugün sadece pratik çıkar ve yarar üzerine "birlik" kurmaktan sözetmeleri, Marksist-Leninist ideolojinin yol göstericiliğinin reddinden başka bir anlamı yoktur.
Bu durumun somut görünümü ise, Marksist-Leninist ideolojiyi bilmeyen, Marksist-Leninist belirlemelerden habersiz unsurların solda faaliyet yürütmeleri ve pratik içinde bulunmalarıdır. Bunlarla yapılan sıradan bir ideolojik konuşmanın nasıl sonuçlandığını, pratikte çalışan kadrolar çok iyi bilmektedirler. Hangi Marksist-Leninist ilkeye ya da belirlemeye ters düşeriz ya da Marksizm-Leninizmle ilgisi olmayan hangi politik kavrayışla benzeşiriz gibi bir kaygının ya da sorumluluğun olmadığı, hemen her durumda ortaya çıkmaktadır.
Bu sorumsuzluk, kaçınılmaz olarak, pragmatizmden alınan güçle eklektizmin yolunu açmaktadır. Bu da ülkemiz solundaki gelişmelerin en son yönelimi durumundadır. Bir başka deyişle, bugün ülkemiz solunda, eklektizm, yeni bir teorik anlayış olarak gelişme durumundadır.
Şüphesiz eklektik teori oluşturma yönelimi, ülkemiz solunda ilk kez ortaya çıkmamaktadır. 1980 öncesinde olduğu gibi, 1980 sonrasında da solda eklektik teoriler oluşturma yönünde girişimler olmuştur. Özellikle THKP-C'nin kitlelerde yaratmış olduğu sempati, pekçok oportünist çevreyi böyle bir teori kurmaya yöneltmiştir.
Şöyle yakın tarihe bakıldığında, THKP-C ile T"K"P arasında "bütünleşme" sağlamaya çalışan, her iki "örgüt"ün "olumlu yanlarını" alan bir teori kurmaya çalışan çeşitli çevreler olduğu görülecektir. Bu yönde birkaç yıl süren girişimleri ile Y. Küçük en tipik örnek durumundadır. Gorbaçov yıllarında yapıldığı gibi, kapitalist ölçütler ile sosyalist ekonomiyi bütünleştirme çabalarında görülen pragmatizm ve eklektizmin nasıl sonuçlandığı ortadadır. Ancak tüm bunlar "unutulmuş"tur. Dolayısıyla yeniden eklektik teorilere yönelmenin fazlaca sakıncası bulunmamaktadır. Özellikle yeni yetişen devrimci kuşağın Marksist-Leninist ideolojiye ilişkin fazla bir bilgiye ve eğitime sahip olmaması, eklektik teori arayışları için uygun bir zemin oluşturmaktadır. Eklektizmin ne denli anti-Marksist olduğunu bilmeyenlerin, bu anlayışın görünüşteki "olumlu herşeyi bünyesinde topla" yönündeki söylemini mantıklı bulmaları kaçınılmazdır. Oysa ki, eklektizmin en tipik özelliği, başlangıçta ortaya koyduğu hedeflerin, sonuçta tam zıddına ulaşmasıdır. Böylece, başlangıçta "soldaki olumlu herşeyi kendisinde toplama" yönünde hareket edenlerin, kendilerine yabancılaşacakları ve giderek sıradanlaşacakları kesindir. Bilimsel olarak önceden kesin olarak belirlenebilen bu gerçeğin, ideolojik ve teorik formasyonun hemen hiç olmadığı bir çevre için bir şey ifade etmeyeceği de açıktır.
Bugün ideolojisizleşmenin sonuçlarını hemen her düzeyde ortaya koymak olanaklıdır. PKK'nin "uzlaşma" yönündeki hareketi ile Marksist-Leninist ideolojinin nasıl dışlandığı ve dışlanma sürecinde nasıl çarpıtıldığını daha önceki sayılarımızda ayrıntılı olarak ortaya koymuştuk. Buna benzer bir süreç, bu kez kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'de işlemektedir.
Bilindiği gibi, kendisini DHKP-C olarak örgütlerken, daha program düzeyinde pragmatik bir yöne kayan DS, giderek ideolojik-teorik bir belirsizlik içine kaymıştır. Hemen herşey, günlük bir söylemle ve günlük faaliyetler için yapılır olmuştur. Bunun sonucu ise, yapılanların birbiri üzerine yükselmemesi, herşeyin günlük eylemlerin "medyatik" sonuçlarıyla sınırlı kalmasıdır. Böylece, gelişen bir örgütsel yapı ve yayılan bir kadrosal ilişki yerine, günlük eylemlerde biraraya gelen unsurların bir toplamına dayanan bir yapı ortaya çıkmıştır.
Şöyle birkaç ay öncesine bakılacak olursa, DS'nin legal yayınlarında binlerden, "otuz binleri yürütmek"ten söz edildiğini sık sık görmek olanaklıdır. Ancak bunların ne denli örgütlü ve bilinçli bir hareketin sonucu olduğu ise, ajitatif söylemin arasında kaybedilmiştir. Eğer "medyatik" yaklaşımlar ve ajitatif söylemler bir yana bırakılacak olursa, DS'nin içinde bulunduğu durum (tabi tüm solun), kendilerince de bilindiği görülmektedir:
[3*]
Görüldüğü gibi, ülkemizdeki pratik faaliyet içinde bulunan "insan sayısı" "yüzlerle" ifade edilebildiğinden söz edilmektedir. üstelik bu "yüzler", değişik örgütler arasında dağılmakta ve belirli bir ideolojik-politik niteliğe ulaşmamış bir niceliktir.
Kendisini DHKP-C olara örgütleyen DS'nin Gazi olayları sonrasındaki yayınlarına bakılacak olursa, kitleler "ayaklanmıştır" ve "iktidara yürünmekte"dir. Ancak Temmuz ayında çıkan kendilerinin Merkez Yayın Organı'nda D. Karataş imzalı yazıda şunlar söylenmektedir:
[4*]
Oligarşinin siyasal zorunun amacının kitlelerin pasifikasyonu olduğunu, bu nedenle sorunun oligarşinin siyasal zorunu bertaraf etme, yani kitle pasifikasyonu yönündeki uygulamalarını etkisizleştirme olduğunu ne kadar söylerseniz söyleyin, kendiliğindencilik ve pragmatizm, günlük faaliyetlerin derin anlamlarından söz etmekten geri kalmayacaktır. Oligarşinin katliamı ile yüzyüze gelen kitlede, oligarşiye karşı duyduğu tepkinin, öfkenin ve kininin artacağı düşüncesinin, nesnel gerçeklikle ne denli çakışmadığı yaşanılarak öğrenilmektedir. Ama bu öğrenme yönteminin ampirizm (deneycilik) olduğu ve Marksizm-Leninizmin ampirizme ne denli karşı olduğu bilinmediği sürece varlığını sürdüreceği de kesindir.
Aylar ve yıllar sonra, olayların düşünceler üzerindeki baskısı azaldığında yapılan değerlendirmelerin nesnel gerçekliğe yaklaşmış olması, elbette ileri doğru atılmış bir adımdır. Ancak yukardaki değerlendirmelerin, ne denli Marksist-Leninist teorinin gereği olarak yapıldığı, ne denli pratikte karşılaşılan zorlukların bir sonucu olduğu bilinmemektedir. Dolayısıyla, bu değerlendirmeler, Marksist-Leninist evrensel tezlerle ve belirlemelerle bütünleştirilmediği sürece, pragmatik bir kavrayışın sonucu olmaktan başka bir anlamı olmayacaktır.
Doğru devrimci çizgiye sahip olmaksızın, yani doğru bir devrim teorisine, örgütlenme anlayışına ve çalışma tarzına sahip olmaksızın, doğru devrimci mücadele yürütebilmek olanaksızdır. Örgütlerin karekterini belirleyen, onun eyleminin muhtevasıdır. Bu muhteva ise, kaçınılmaz olarak doğru devrim teorisinde kendisini tanımlar. İşte ülkemizde görülen ideolojisizleşme, Marksist-Leninist teorinin değersizleştirilmesi ve eylem kılavuzluğunun dışlanmasını getirmiştir. Devrimci mücadele içinde olan herkesin, bu gerçeği bilerek, Marksist-Leninist teorinin pratiğin yol göstericisi haline getirilmesi için büyük bir mücadele vermesi gerekmektedir. Devrimci teori olmadan, devrimci pratiğin olamayacağını hiçbir biçimde unutmamak gerekmektedir. Devrimci pratiğin yürütülmesinde ortaya çıkan sorunlar, devrimci teorinin varlığı koşullarında pratik sorunlar olarak ele alınır ve çözümlenir. Bu bağlamda, devrimci mücadele, devrimci pratiğin ortaya çıkardığı sorunların, devrimci teorinin ışığında ele alınıp çözümlenmesi olarak belirginleşir. Ancak devrimci teorinin yol göstericiliğinin olmadığı koşullarda, pratik sorunlar, o anki durumun ortaya çıkardığı olanaklar ve kavrayışlarla ele alınacaktır. Böylece, her pratik sorunun çözümü, bir önceki ya da bir sonraki pratiğin dışlanması ya da engellenmesi olarak somutlaşacaktır. Bu da, birbirini tamamlamayan, tamamlayamayan, doğal alarak sistemli ve uzun vadeli bir devrimci planın parçaları olamayan pratiğin ortaya çıkması demektir. Görünüşte ortaya çıkan her gelişme, bir sonraki gelişmenin engeli olacağı için de, iktidara yönelik stratejik bir mücadelenin parçaları olamayacaktır. Adına devrimci taktik denilebilecek ve devrim stratejisinin parçası olan faaliyetler bütünü oluşturulamayacağı için, sonuç, kısır bir döngü içine hapsolmak olacaktır.
İdeolojisizliğin Sonuçları
Ülkemiz solundaki ideolojisizlik ve Marksist-Leninist teorinin kılavuzluğunun dışlanmışlığının bir sonucu da, kendine özgü bir devrim teorisine sahip olmayan örgütlerin ortaya çıkmış olmasıdır.
Hemen herkesin açık biçimde kabul ettiği gibi, ülkemiz solunda iki "çizgi" ortaya çıkmıştır. Mevcut düzenin yasallığı çerçevesinde örgütlenerek politika yapmak durumundaki örgütlenmeler ile yasa-dışı faaliyet gösteren ve örgütlenen örgütler olarak bu iki çizgi tanımlanabilmektedir. Örgütlerin faaliyetlerinin biçimi ve alanı ile ilgili olan böyle bir ayrım muhtevaya ilişkin olmadığı için nitelik bilerleyici bir ayrım durumunda değildir. İllegal (yasa-dışı) örgütlerin, kimi durumlarda legal olanaklardan yararlanmaları söz konusu olduğu ve olacağı düşünülecek olursa, böyle bir ölçütün nitelik belirleyici olamamayacağını kavramak zor değildir. Öyle ki, bugün kendisinin illegal olduğunu söyleyen, ama ağırlıklı olarak legal alanda örgütlenmiş ve faaliyet yürüten örgütler söz konusudur. Bu da, ayrımın legal ya da illegal olmasına göre yapılamayacağının bir göstergesidir.
Ülkemiz solunda çalışma alanlarına ve yöntemlerine ilişkin ayrımların, devrimci örgütler ile oportünist ve revizyonist örgütler arasındaki ayrımı tanımlayamaması, kaçınılmaz olarak, her örgütün eyleminin muhtevasına bakılmasını gerekli kılmaktadır. Aksi halde, 1980 öncesinin "illegal" T"K"P'si ile günümüzdeki herhangi bir illegal örgütün birbirinden farklılığını ortaya koymak olanaksız olacaktır. Ancak bir örgütün niteliğini belirleyebilmek için, o örgütün Marksizm-Leninizmle, Marksist-Leninist devrim teorisi ile ilişkisine ve bunların eylemine ne oranda ve nasıl yansıdığına bakmak gerekir. Bu durumda, her örgütün devrim teorisi, devrimin rotasına ilişkin belirlemeleri ve mücadele biçimlerini ele alışı önem kazanmaktadır. İşte solda ortaya çıkan ideolojisizlik ve devrimci teoriden uzak duruş, bu yöndeki belirlemelerin yapılmasını engellemektedir. Bunun doğal ve kaçınılmaz sonucu ise, özde birbirine benzer, pratikte aynılaşmış, ancak söylemde farklılı olan örgütlenmelerin ortaya çıkmış olmasıdır. Böylece yeni yetişen devrimci kuşak, örgütlerin devrim teorilerine ve bunun pratik sonuçlarına göre karar vermek durumunda olamaktadırlar. Sonuç, şu ya da bu örgütün, o anki somut koşullarda verdiği imgelere göre (günlük dildeki ifadesiyle "imaj"a göre) hareket eden unsurlar ve onların pratikleri olmaktadır. Böylece, bu durumdaki örgütlerin, pratikte sergiledikleri biçimsellikten, yayınlarındaki içeriğe kadar her şey birbirine benzemektedir. Bu benzerlik öylesine bir düzeye ulaşmıştır ki, bu örgütlerden birinin yaptığı bir hareket ya da biçimsel davranış, hemen diğer örgütlerin unsurları tarafından benimsenilmektedir. Örneğin, yayın organınlarının mizanpajlarına (sayfa düzenlerine) bakıldığında, tümünün birbirine benzediği görülmektedir. Yine 1 Mayıs 1996'da görüldüğü gibi, tarihsel olarak ve ideolojik köken olarak birbirleriyle ilgisi olmayan örgütlerin (DS ve MLKP gibi) kendi kitlesine verdikleri imaj ve biçim birbirinin benzeri durumundadır. Aynı şekilde, herhangi bir pratik eylemde kullanılan simgeler (yazılı baş bandı gibi), ayrımsız ve sorgusuz hemen genelleşebilmektedir. [5*]
Ülkemiz solundaki pekçok örgüt arasında ideolojik-politik farklılığın belirsizleşmesi, pragmatizmin başlı başına bir çizgi haline gelmesinin yansısıdır. Böyleci, birbirlerine benzeyen, aralarında ideolojik-politik farklılık bulunmayan örgütlerin "birlik" kurmaları ya da kurduklarını ilan etmeleri şaşırtıcı olmamaktadır. Şaşırtıcı olan, bu durumdaki örgütlerin, tarihsel ve köken olarak, birbirleriyle benzeşliklerinin olmamasıdır. Örneğin TKP(ML) çizgisinin en sağında yer alan DHB'nin yeni oluşumu MLKP ile THKP-C çizgisinden gelen DS'nin ittifak kurması, 1 Mayıs 1996'da görüldüğü gibi, tüm unsurlarının birbiriyle benzeşmesiyle paralellik göstermektedir. Her iki örgütün de, zaman içinde kendi ideolojik-politik köklerinden ayrılmaları, benzerliklerinin diğer bir ortak noktasıysa da, belirleyici olanan belirli bir devrim çizgisine bağlı olmaksızın kendiliğinden gelme bir pratik çizgi izlemeleridir.
Bu konuda verilebilecek sayısız örnek mevcuttur. Genellikle pratik faaliyet içinde görülen benzeşmeler, aynı zamanda, devrimci unsurların değişik örgütler arasında gidiş-gelişlerinde de yansımaktadır. Daha düne kadar DS saflarında bulunan bir unsurun, kolaylıkla ve zorlanmadan eski dönemin "sosyal-emperyalizm" teorisini savunan bir örgüte geçebilmeleri ideolojisizliğin tipik sonucu durumundadır. Birkaç yıl öncesine kadar ülkemiz solunda benzer geçişler PKK'ye yönelik olarak ortaya çıkmıştı. Hemen tüm geçişlerde ortaya konan gerekçe, PKK'nin "birşeyler yaptığı" şeklinde olmaktaydı. Oysa Marksizm-Leninizmle az çok tanışıklığı olan bir kişinin, böyle bir gerekçeden çok, Marksizm-Leninizmle olan yakınlık ya da uzaklık durumuna göre tavır belirlenmesini beklemesi doğaldı.
İdeolojisizliğin yarattığı bu sonuçlar, kaçınılmaz olarak, ideolojik-politik çizgilerin belirsizleşmesine, ideolojik-politik belirlemelerin ikincil hale getirilmesine neden olmuştur. Böylece bir sol örgütün yaptığı bir eylem, faaliyet ya da simgesel davranışlar, hemen diğer örgütler tarafından benimsenmektedir. Çünkü, pratikte bunların yeni yetişen genç kuşak arasında etkili olduğu görülmekte ve bu kesimleri kendi yanına çekebilmek için aynı biçim kullanılmaktadır. 1992'lere kadar, hemen tüm sol yayınlarda "silahlı gerilla" fotoğraflarının birbiri ardına yayınlanmaya başlaması, aynı gelişmenin bir ürünü olmuştur. Gerilla savaşıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan örgütlerin bile, fotoğraf çektirme düzeyinde de olsa kendilerine gerilla "şübeleri" açmaları öylesine uç noktalara kadar ulaşmıştır ki, pekçok samimi unsur bunların etkisinde kalarak tavır belirleyebilmişlerdir. Ve gelişmeler tümüyle "medyatik" olmaya, reklamcılığa yönelmiştir. (Bu konuya ilişkin olarak daha ayrıntılı bir değerlendirme Kurtuluş Cephesi' nin 30. sayısındaki "Kitle Gösterilerinde Görsellik Ya Da "Medyatik Olmak" yazısında bulunmaktadır.)
İdeolojisizleştirme, 1980 sonrasında ülkemizde ve dünyada emperyalizmin temel amaçlarından biri olduğu açık bir gerçektir. Böyle bir ortamda, ideolojiden kaçınma ya da ideolojik yaklaşımlardan uzak durma, sadece emperyalizme ve oligarşiye hizmet edeceği kesindir. Bugün ülkemiz solundaki en temel sorunlardan birisi de, örgütlerin kendi eylemlerine muhteva veren, nitelik sağlayan ideolojik-politik çizgilerini belirsizleştirmeleridir. Bu belirsizlik, oligarşinin her türlü propaganda aracını kullanarak yürüttüğü ideolojik saptırmalar karşısında, devrimci mücadelenin gelişimini engelleyeceği ve giderek yönünü saptıracağı bilinmek zorundadır. Marksist-Leninist ilkelere ve belirlemelere bağlı kalmanın "dogmatizm", "dinazorluk" olarak sunulduğu bir ortamda, Marksist-Leninist ilkelere ve belirlemelere bağlı olarak mücadele etmek elbette pek çok zorluklar içerecektir. Pratikte, bu zorluklar, pragmatik anlayışlara yatkın ve pragmatizmin etkisinde bulunan unsurların örgütlenmesinde çok daha fazla olacaktır. Öyleki, bilimsel olarak yanlışlığı kesin olarak kanıtlanabilen yöntemler, ideolojik-politik eleştirilerle etkisizleştirilemiyecektir. Çoğu durumda, bu pragmatik yöntemler ve faaliyetler, kendi içinde ve kendi kendine mantıki sonuçlarına kadar gitmesi ve yanlışlığının bu süreçte kendi kendine açığa çıkmasıyla etkisizleşebilmektedir. PKK pratiğinde açık bir biçimde görüldüğü gibi, böyle bir sonuç ortaya çıktığında da, geriye pek bir şey kalmamaktadır. Yeni yetişen devrimci kuşak, tüm ideolojik-politik bilinçlerini böyle bir ortamda edinmektedirler. Tümüyle örgütlerin kendi yayınlarından alınan bilgilere dayanan bu bilinç ile, örgütlerin çizgileri ile Marksist-Leninist ideolojinin pek fazla ilgisi olmadığını anlamaları bile olanaksız olmaktadır. Kendisine "sosyalist" ya da Marksist-Leninist diyen bir kişinin, kolaylıkla sosyalizmin "bir ütopya" olduğunu zannedebilmektedir. Salt A. Öcalan'ın konuşmalarını ve PKK yayınlarını izleyen bir kişinin, Eflatun'un Milatan önce eski Yunanda ortaya koyduğu "İnsanlık Cumhuriyeti" ile sınıfsız toplumun (komünist toplum) farkını kavrayamaması doğaldır. Hatta Eflatun'un "İnsanlık Cumhriyeti"nin köleci toplumun içindeki köle sahiplerine ilişkin bir ütopya olduğunu bile bilmesi olanaksızdır. Doğal olarak, böyle bir bilisizlik ortamında, küçük ve orta sermayenin çıkarlarıyla çakışan bir anlayış, kendileri için "Marksist-Leninist" bir anlayışın PKK tarafından "geliştirilmiş" hali olduğu sanılacaktır.
Bu koşullarda ne yapılmalıdır sorusunun cevabı açıktır. Birey olarak, her devrimci unsur, Marksist-Leninist teoriyi bilmeli ve kavramalıdır. Örgütler ise, kendi pratiklerinin teorisini bile yapacak olsalar, yine de kendi içinde bir bütünlük taşıyan görüşlerini ortaya koymalıdırlar.
[6*]
Elbette sorun bu gerçeği ifade etmekle bitmemektedir. Aklın yolu birdir. Ancak dünyayı ayrı yorumlayanların, değiştirme tarzları da ayrı olacaktır. DHKP-C'nin bugün için kendilerine ait ve kendilerini tanımlayan bir ideolojik-politik çizgiye sahip olmadıkları düşünülecek olursa, kendilerinin yapmaları gerekenin böyle bir çizgiye sahip olmak olduğu da açıktır. Ancak pragmatik kavrayışla oluşturulacak çizginin de eklektik bir teori ürünü olacağı da bilinmek zorundadır. Ve belki solun yakın geleceği eklektik teorilerin oluşturulmaya çalışıldığı bir döneme sahne olacaktır. DHKP-C, belirli bir devrimci teoriye sahip olmadan yürütülen faaliyetlerin kalıcı sonuçlar vermeyeceğini tesbit etmiş olması, THKP-C çizgisinden kopuşlarının yarattığı bir boşluğu belirlemekten öte geçmemektedir. Şimdi bu boşluğu doldurmak istemektedirler.
İşte, solda egemen olan ideolojisizliğin yarattığı sonuçlardan kurtulmak için izlenilmek istenen yol bu şekilde ifade edilmektedir. Bu durumda ortaya konulacak çizginin eklektik (seçmeci) bir teori ürünü olacağını söylemek için kahin olmak da gerekmemektedir.
İdeolojisizleştirmeyi durdurmak ve Marksist-Leninist ideolojiyi egemen kılmak, günümüzde devrimci mücadelenin gelişmesi için zorunluluk haline gelmiştir. Ancak bu zorunluluğu kavramak tek başına yeterli değildir. Bugüne kadar pragmatizmin mantığı ile şekillenmiş devrimci unsurların değiştirilmesi sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Bugün, belki de sol örgütlerin yapmaları gereken, kendi özlerine, tarihsel kökenlerine geri dönmeleridir. Ve ancak buradan yola çıkarak, doğru devrimci çizgide buluşmaları olanaklı olacaktır.
D. Karataş: Legal Kurtuluş, Sayı: 54, s: 4, 6 Temmuz 1996
D. Karataş: agy, s: 4, 6 Temmuz 1996
Son ölüm oruçları sırasında yaygın bir biçimde görülen baş bandlarının genelleşmesi, yapılan eylemin bir ve aynı olmasıyla açıklanabilir. Ancak bu bandların dinsel içeriği hiç sorgulanmamaktadır. Genel olarak İran'daki molla rejimiyle birlikte gündeme gelen bu yazılı baş bandları, Orta-Doğu'da Hizbullah türü dini örgütlenmelerin intihar eylemlerinde sık sık kullanılmış bir simgedir. Aynı şekilde, II. yeniden paylaşım savaşında Japon Kamikazi pilotları da aynı yazılı bantları kullanmışlardır. Ayrıca ülkemizde, Alevilerin dinsel törenlerinde kırmızı baş bandı kullanmaları söz konusudur. "Fedai" sözcüğünde ifadesini bulan bir dinsel kavrayışın Marksist-Leninistlerce kullanılması, belki pragmatik açıdan "yararlı" olabilir. Ama Marksist-Leninistlerin kendi ideolojilerine ilişkin bir kültür yerine, dinsel hareketlerin kültürlerinden birşeyleri almaları hiçbir biçimde açıklanamaz.
D. Karataş: Legal Kurtuluş, Sayı: 54, s: 6, 6 Temmuz 1996
D. Karataş: Legal Kurtuluş, Sayı: 54, s: 6, 6 Temmuz 1996