2005'e beş kala AB'nin Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlama kararı almasıyla birlikte, solda yeniden birlik önerileri ortalığa atılmaya başlandı. Sanki AB ile üyelik müzakerelerini sol yürütecekmişcesine, "baş müzakereci" seçimi için solun birlik olması gerekiyormuşcasına ortalığa atılan öneriler iki boyutta ortaya çıkmıştır.
Bir tarafta DS'den DHKP-C'ye dönüşen ve giderek HÖP-HÖC söyleminde legalize olan "Ekmek ve Adalet" dergisi çevresinin "birlik" çağrısı, diğer tarafta ÖDP kongresi öncesinde ÖDP'ye egemen olan eski DY oportünist-kariyerist yönetici kliğine yönelik "birlik" çağrısı yer almıştır.
Son söylemleriyle HÖC adını kullanan "Ekmek ve Adalet" çevresinin Eylül ayında başlattığı "Devrimci Bir Merkez Girişimi" şu sözlerle açıklanmıştır: "Tüm devrimci yapıları, emperyalizmin ve işbirlikçi iktidarların devrim ve sosyalizmi yok etme saldırısına karşı güçlü bir barikat oluşturabilmek ve topraklarımızda devrimin ve sosyalizmin sesini daha güçlendirebilmek için; ideolojisinde devrimci, pratiğinde militan bir birlik oluşturma misyonunu üstlenmeye çağırıyoruz." Anlaşılabildiği kadarıyla HÖC adına yapılan "birlik" çağrısı, ne "birleşik sol parti", ne de "birleşik sol cephe" çağrısı olmamıştır. Biraz "parti"-biraz "cephe" anlayışıyla formüle edilmiştir. Sonuçta çağrı sonrası "tüm devrimci yapılar"la yapılan görüşmelerden hiçbir sonuç çıkmadığı ve "reddedenler bunun acısını çekeceklerdir" denilerek "girişim"e (şimdilik) son verildiği açıklanmıştır.
Diğer yandan asıl olarak "kulis" faaliyetleri olarak yürütülen ÖDP'ye yönelik "birlik" çağrıları ise, bir zamanların DY'sinin "şefi" Oğuzhan Müftüoğlu'nun "medya"nın ilgisine mazhar olan açıklamasıyla son buldu. "Bu ülkede solun ve halkın başına gelen en büyük kötülüklerin başında 12 Eylül gelir. Bir askeri darbe kararı alındığı 12 Eylül'den aylar önce biliniyordu. Arkadaşlar o dönemde faaliyet yürüten yirmi kadar sol örgüt temsilcisiyle bu bilgiyi paylaştılar. (Bu insanların hepsi şimdi hayatta.) Böyle bir darbeyi engellemek için ne yapılabilirdi? En azından darbecilerin işini kolaylaştıracak eylemlerden kaçınılabilir, ortak kitlesel eylemler yapılabilir, önlemler alınabilir miydi?
O tarihten sonra 12 Eylül oluncaya kadar sekiz ay geçti. O arada sol ne yaptı dersiniz? Bu güne kadar kimsenin üstüne alınmak istemediği bu tür soruların yanıtını bulmak için o günlerin tarihini hatırlamak yeterli.
Faşist bir darbeye karşı ortak önlemler alma konusunu kimse ciddiye almadı. Bazılarımız 'Faşizm geliyor diye pasifizm öneriyorlar' biçiminde yazılar yazdı. Türkiye tarihinin en karanlık dönemini başlatan bir faşist darbeye beş kala, bırakın bunu önlemek için ortak önlemler almayı, sol gruplar birbirlerine karşı şiddetli bir mücadele ve rekabet içine girdi."[1*] Böylece Oğuzhan Müftüoğlu, askeri darbenin 12 Eylül 1980'de yapılacağı bilgisine sekiz ay önce sahip olduklarına ilişkin "tarihsel" bir gerçeği ifşa ederek, böylesi bir "istihbarat bilgisine" rağmen solun bir araya gelemediğini, "birlik" olamadığını, dolayısıyla solda "birlik" arayışlarının anlamsız olduğunu kanıtlamış oldu.
"Medya", Oğuzhan Müftüoğlu'nun bu açıklamasını "askeri darbeyi sekiz ay öncesinden biliyorlardı" şeklinde haberleştirerek gerekli ilgiyi ve bilgiyi geniş kesimlere ulaştırdı. Böylece "kulisler"deki "sol birlik" tartışmaları yerini "12 Eylül askeri darbesi önlenebilir miydi?" tartışmasına bıraktı. "Bir tek budala bir düzine akıllının içinden çıkamayacağı kadar soru sorarak ortalığı birbirine katabilir!"[2*] Bu kez de böyle olmuştur. İnsanların tarih bilgisi ve bilincinin tümüyle silikleştirildiği, tarihin "popüler tarih" haline dönüştürüldüğü bir dönemde "biz askeri darbe yapılacağını sekiz ay öncesinden biliyorduk" diye ortaya çıkmak elbette kolaydır. Ama tarih, tarih kitaplarında kalmış olsa da, yok edilemez.
DY'nin "büyük şefi"nin "bir askeri darbe kararı alındığını sekiz ay önce biliyorduk" dediği "derin istihbarat", 13 Aralık 1979 tarihinde Selimiye kışlasında yapılan generaller toplantısında "muhtıra" verilmesi kararıyla başlar. 27 Aralık 1979 günü Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e verdikleri "muhtıra", açık biçimde askeri darbenin yapılma kararının alındığının ifadesidir. Ve tarihin kaydettiği gibi, 27 Aralık "muhtıra"sının "muhatabı" bulunamamıştır. Gerek Demirel, gerek Ecevit, "muhtıra"nın muhatabı olmadıklarını söyleyerek, olayı geçiştirmişlerdir. Böylece askeri darbe süreci başlamıştır.
Türk ordu hiyerarşisi nedeniyle askeri darbeler ancak Mart ya da Eylül ayında yapılabilmektedir. Her iki ay da, terfi ve atamaların yapıldığı "yüksek askeri şura" toplantıları sonrasına denk düşer. Dolayısıyla askeri darbenin ne zaman yapılacağını bilmek için "derin bilgi" sahibi olmak gerekmemektedir.
Yıllar sonra insanların tarihi unuttuklarından yola çıkarak, "biz herşeyi biliyorduk" havalarıyla ortaya çıkıp, "yirmi kadar sol örgüt temsilcileri"yle "bilgiyi paylaştıklarını, ama solun "gereğini yapmadığı"nı söyleyenler, aşağıdaki sözlerin de sahipleridirler: "... faşist terörün artması ve mevcut kurumsal faşizmin derinleşmesi, hemen hemen her zaman bir açık faşist diktatörlük eğilimini de beraberinde getirmektedir. Faşist uygulamalar derinleştikçe, bu sertleşme ortamı içinde daima bir darbe ya da başka bir yolla iktidar arayan açık faşist diktatörlük eğilimleri de gündeme gelecektir."[3*] "Bu gelişmelerin en son geldiği yer sivil sıkıyönetim uygulamalarıdır. Bugün (bir yanda) polis tarafından her türlü işkence uygulamaları faşist katliamları takviye edecek şekilde sürdürülürken sözde anarşiyi önleme uğruna giderek artan biçimde ordu devreye sokulmaktadır. Bu gelişmelerin Latin Amerika ülkelerinde sıkça rastlanan türden sol görünümlü bir hükümet aracılığıyla yürütülen baskıcı bir yönetim doğrultusundaki bir gelişme sayılması gerektiği söylenebilir ki, bu tür yönetimleri çoğunlukla açık faşist bir yönetimin izlemesi kaçınılmaz bir şeydir."[4*] "Bu alınan tedbirler ise (...) ordunun devreye sokulması yoluyla, daha ileriki bir aşamada ordunun aracılık edeceği açık faşist bir rejime geçiş sağlamaktan başka bir anlama gelmez."[5*] DY'nin DY olarak varolduğu tüm zamanlarda "en geniş kitle içinde en dar kadro" çalışmalarında "eğitim kitabı" olarak kullandığı "elkitabı"nda şöyle yazıyordu: "Ülkemizde 'faşizmin tırmandığını' ve anti-faşist mücadelenin bu 'tırmanışı önleme' sorunu olduğunu ileri süren tüm görüşler ülkemizdeki faşizmin gelişme özelliğini kavrayamamaktadır. Bu bakış açısı faşizmi esas olarak 'aşağıdan yukarıya' (kitle tabanına dayanarak) mevcut devlet cihazını ele geçirmeye yönelik bir gelişme şeklinde kavradığı için, faşizmin iktidara gelişini, tırmanışını önleme sorunu olarak kavramaktadırlar. Bu anlayış faşizme karşı mücadelenin doğru olarak yürütülmesinin en büyük engelidir.
Bu anlayış sadece anti-faşist mücadelenin program hedeflerini 'demokrasiyi koruma' şeklinde saptırmakla kalmamakta, gerek açık diktatörlüklerin askeri faşist terörünü, gerekse gizli faşizm dönemlerindeki resmi ve sivil faşist terörün anlamını kavrayamamaktadır. (TİP vb. gibileri 'Devlet Güvenlik Kuvvetleriyle faşist komandoları karşı karşıya getirme' politikasını savunabilmekteler!) Sorun bir sıkıyönetimi ya da askeri darbeyi önlemeye indirgenmekte, faşizmin asıl kaynağı olan devlet demokratikleştirilmeye(!) çalışılmakta, her türlü faşist terörün faşizmin yayılmasına hizmet ettiği görülmeyerek, faşist terör karşısında (ona karşı çıkılmaması şeklinde) oyuna gelmeme uyanıklığı(!) önerilmektedir. Bu anlayışlar yıkılmadan, anti-faşist mücadelenin bir devrim sorunu olduğu kavranmadan başarıya ulaşılamaz."[6*] Tüm bunlar yokmuşcasına, kendileri tarafından yazılıp-çizilmemişcesine bugün ortaya çıkıp "Faşist bir darbeye karşı ortak önlemler alma konusunu kimse ciddiye almadı. Bazılarımız 'Faşizm geliyor diye pasifizm öneriyorlar' biçiminde yazılar yazdı." diyebilen "şef", asıl sorunun askeri darbe olup olmayacağı değil, buna karşı nasıl savaşılacağı sorunu olduğunu da bir yana bırakmıştır. "Öncü savaşı devrim stratejisi değildir. Devrim stratejisi, devrimin temel ve genel yolunu belirler. Ülkemizde devrim uzun dönemli bir silahlı savaş yolundan, ülkemize özgü bir halk savaşından geçerek zafere ulaşacaktır. Öncü savaşı, ülkemizde halk savaşının geçmek zorunda olduğu; halk savaşının ilk evresinde geçilecek olan bir 'ara aşama' veya 'taktik evre'dir. Emperyalizmin 3. bunalım dönemine has gelişmelerin bir sonucu olarak halk savaşının başlangıç aşaması proletarya partisinin örgütleyip yürüteceği öncü-gerilla mücadelesi ile karakterize olacaktır."[7*] Tarihin sorusu şudur: Sizin "proletarya partisinin örgütleyip yürüteceği öncü-gerilla mücadelesi"nin ne oldu? Yine kendilerinin söylemi ile öncü savaşını yürütecek partinin "partileşme süreci" ne olmuştur?
Söz kendilerine aittir, yargı ise tarihe bırakılmıştır: "Bugün ülkemiz devriminin temel meselesi proletaryanın öz örgütünün yaratılması meselesidir. On yıllardan bu tarafa pek çok kişinin tekrar edip durduğu ve fakat hala gündemin birinci maddesi olmaya devam eden partinin yaratılması görevi karşımızdaki temel görevdir. Biz bugün bu görevin yerine getirilmesi için bilinçli ve örgütlü bir çabanın gerektiğini tekrar ediyor; partileşme yolunda yapılması gerekenleri saptıyoruz.
Bu temel görevin başarılabilmesi için sadece yapılması gerekenleri saptamak yeterli değildir. Esas olan bunları hayata geçirebilmektir. En doğru değerlendirmeleri yapsak, bu yolda en tutarlı şeyleri önersek bile hayata geçiremiyorsak eğer, hiçbir şey yapmış sayılmayız. Söylediklerimizi pratikte gerçekleştirmek için bütün gücümüzle çalışmalıyız. Bu yoldaki pratiğimiz bizim devrimciliğimizin mihenk taşı olacaktır. Tarih bizi içinde bulunduğumuz süreçte bu görevi yerine getirip getiremediğimize bakarak yargılayacaktır."[8*] İşte DY'nin "büyük şefi"nin ve ÖDP'nin "fahri danışmanı"nın "medyatik" ifşaatları böylesi bir tarihe sahiptir.
Bu tarihi bir yana bırakan bir başka "fahri danışman" da şunları söylemiştir: "Seksen öncesinin yoğun silahlı çatışma ortamı içinde Devrimci Yol'un ortamı gerginleştiren değil 'frenleyici' bir siyasi çizgi izlediği söylenebilir."[9*] Ve bugün ortaya çıkıp, herşeyi bildiklerini, ama solun, "sol içi rekabet ve çatışma"lar nedeniyle bir araya gelemediğini söyleyenler, kendilerinin bir dönemlerin "dayıları" olduklarını da unutmuş görünmektedirler. Bugün öylesine "masum" ve "mağdur" postuna bürünmüşlerdir ki, 12 Eylül'e beş kala Murat Belge ve Mihri Belli'den sol içi çatışmaları önlemek için bildiri yayınlamaları talebinde bulunduklarını söyleyebilmektedirler. Tarihi unutmuş olanlar ya da bilmeyenler sanacaktır ki, 12 Eylül öncesinin DY'si "kuzu", geri kalan sol "kurt"tur. Semt pazarcılarından devşirilen lümpenlerle oluşturdukları "silahlı devrimci birlikler"le solda terör estirenler onlar değildir. Bilenlerin unuttuğu, bilmeyenlerin zaten bilmedikleri bu tarihte DY "kuzuları"nın en yoğun biçimde çatıştığı sol yapılar "dayıların dayısı" KSD ile HK ve DS olmuştur.
Yine onların yazdıkları "tarih" okunduğunda sanılır ki, 12 Eylül öncesinde tüm sol örgütler "sol içi rekabet ve şiddet" nedeniyle askeri darbeye karşı savaşmak için "gerekli işleri ve hazırlıkları" yapamamışlar, dolayısıyla 12 Eylül karşısında hazırlıksız yakalanmışlardır!
Sol tarihte DY bir "ekol"dür. Demagojiden oportünizme kadar her alanda kendine özgü yol ve yöntemleri olan bu "ekol", aynı zamanda soldaki "dayı"lığın "ekol"üdür. Bu "ekol"de okumuş olanlar, ne denli mezuniyet belgesine sahip olmasalar da, her zaman bu "ekol"ün yol ve yöntemlerini kendi faaliyetlerine taşımışlardır. DY'nin "askıcıları" DS'liler bu "ekol"ün öğrencileri olduklarını bir yana bırakarak, bugün sol şiddetin amansız düşmanı olarak "kuzu"laşmışlardır.
Ama ne yazık ki tarih devam etmektedir.
DY "şefi" Oğuzhan Müftüoğlu'nun açıklamalarının ardından HADEP'lilerin (yasal bir sorun olmadığı düşünüldüğünde PKK olarak tanımlanan kesimler) HÖC'lülere (Ekmek ve Adalet dergisi çevresi ya da eski DS' liler vb. şeklinde tanımlanabilir) saldırısı haberleri sol "medya"da yer almıştır.
Sol "medya" haberlerine ve yapılan açıklamalara göre, HADEP'liler "Cephe şaşırma, sabrımızı taşırma", "PKK burada Cephe nerede" sloganlarıyla İstanbul'da HÖC'lülerin bulunduğu semt kahvelerini basmışlardır. Baskın sonrasında HÖC'lüler "meşru ve demokratik tepkiler"ini ortaya koymak için HADEP il binası önünde "protesto" eylemi yapmışlar ve ardından "sen yaptın-ben yaptım" tartışmalarına girişmişlerdir.
Sanki Oğuzhan Müftüoğlu'nun "sol içi çatışmalar"a biçtiği değeri onaylarcasına gelişen bu olaylar, bugün için her ne kadar "tatlıya bağlanmış" görünse de, soldaki "dayı"lığın ne denli etkili olduğunu da göstermiştir. Geçmişten farklı olarak, bu kez "mağdurlar"ın eski "dayı"lar, "dayılar"ın da eski "dayılar" olmasıdır.
İşte solda, sol adına ortalıkta dolaşan "kurtlar ve kuzular" böylesine ilişkiler içinde, bir yandan "birlik"çi, diğer yandan "tetikçi" olarak misyonlarını yerine getirmektedirler. Buradan çıkartılabilecek tek sonuç, tarihin doğru ve tam olarak bilinmesi ve oportünizme karşı amansız mücadelenin sürdürülmesi gereğidir. Gerisi "kurtlar ve kuzular" masalıdır.
[1*] Oğuzhan Müftüoğlu, "Sol mu dediniz?", Birgün, 30 Aralık 2004. [2*] “Devrimci” Yol, Sayı:1, 1 Mayıs 1977. [3*] Devrimci Genclik. Sayı 12, 13 Eylül 1976. [4*] “Devrimci” Yol, sayı 21, Ağustos 1978. [5*] “Devrimci” Yol, sayı 20, Temmuz 1978. [6*] Faşizm üzerine birkaç söz (KSD eleştirisi), Devrimci Gençlik Broşürü, Aralık 1976. [7*] “Devrimci” Yol, Bazı Teorik Sorunlar Üzerine, Sayı: 18, 22 Mayıs 1978. [8*] “Devrimci” Yol Bildirge, Nisan 1977. [9*] Bülent Forta, Yeniden, "Devrimci" Yol Dosyası, Sayı: 24, s: 13-14.