Her şey AKP’nin “Kürt Açılımı”yla başladı. “Açılım”ın, kapalı kapılar ardında ve gizli yapılan görüşmelerde varılan bir anlaşmanın ürünü olduğu ortaya çıktıkça, “gizli” görüşmelerin bir bölümü (daha doğrusu bir tarafı) “alenileşti”. Her “alenileşme” gibi bu da, “alenileşmeyen”, yani gizli kalan tarafın üstünü örttü. Ama bu da “kamuoyu” tarafından yeterli görüldü.
Şimdi artık AKP’nin doğrudan ya da dolaylı olarak PKK ve “İmralı canisi” dedikleri A. Öcalan’la “görüştüğü” “alenileşmiştir”. Bunun ürünü de, Öcalan’ın talimatıyla PKK’nin olası Haziran 2011 genel seçimlerine kadar “ateşkes” ilan etmesi olmuştur.
Bu “ateşkes”ten hemen herkes[1*] mutlu oldu. Özellikle AKP’nin “el altından” PKK’yle “anlaşmaya varmak üzere” olduğu haberi, herkesi memnun etmiştir. Artık “otuz yıl”dır akan “kan” duracaktır, “Kürt sorunu” çözülecektir!
Tüm bu “mutlu tablo”da eksik olan şey PKK’nin hangi koşullarda silah bırakacağı, popüler söylemle “barış” yapılacağıdır. Her ne kadar PKK ve Öcalan, “silahlı mücadelenin bırakılması”nın koşulunu “demokratik cumhuriyet” ve “bölgesel özerklik” olarak çiziyor olsa da, bu çok fazla önemsenmemiştir. “Önemli olan irade beyanıdır” gibi belirsiz sözlerle ifade edilen bu “önemsiz” görme tutumu, soldaki bazı “gerilla barışı” söylemleriyle, “önemli olan silahlı mücadelenin artık geçersiz olduğunu kabul etmek ve legal siyasal mücadeleye geçmeye karar vermek” şekline dönüştürülmüştür. Brezilya’da “ex-gerilla” Dilma Rousseff’in devlet başkanı seçilmesi de, bu “gerilla barışı” söylemine güç katmıştır. Latin-Amerika gerilla örgütlerinin silahlı mücadeleyi terk edişlerine ilişkin örnekler, PKK’nin durumuyla neredeyse özdeşleştirilmiştir.
Oysa Latin-Amerika’daki gerilla örgütlerinin silahlı mücadeleyi bırakma koşulları (aklı evvel sözüyle “gerilla barışı”) ile PKK’nin silahlı mücadeleyi bırakması ve “Kürt sorunu”nun çözümü özdeşleştirilemez.
Herşeyden önce PKK hareketi bir ulusal harekettir. Başlangıçta marksist-leninist dünya görüşünü benimsemiş yüksek eğitim gören Kürtler tarafından kurulmuşsa da, zaman içinde marksist-leninist dünya görüşü bir yana itilmiş ve tüm Kürtleri kapsayan bir hareket (ulusal) haline gelmiştir.
Ancak burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı bir “ezen ulus” karşısında demokratik devrimin başlangıç aşamasında olan bir “ezilen ulus”un kurtuluş hareketinin “uzlaşma” politikası, asgaride değil, azamide anlaşmaya dayanmaktadır. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, adına ne konulursa konulsun (demokratik cumhuriyet vs.), bu azami talepler temelinde “uzlaşma” politikası, açıktır ki “ezilen ulus”un kendi siyasal kaderini belirlemesinin kayıtsız-şartsız kabul edilmesi talebinden başka bir şey değildir. Bu talebi hedefleyen “uzlaşma” politikasının en önemli eksikliği ise, sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla demokratik bir içeriğe sahip olmamasıdır. Her ezilen ulusun kurtuluş hareketinin zorunlu olarak içerdiği demokratik öğe, bu demokratik içeriği karşılamamaktadır. Sorun, bir ulusun kendi kaderini belirleme hakkının tanınması değil, bu ulusun ayrılmasının, özerk yönetim ya da ayrı devlet kurmasının kabul edilmesi haline dönüşmüştür. İşte bu temelde PKK’nin “silah bırakma koşulları” somutlaştırılmıştır.
Birinci koşul, tanımı yapılmamış ve sınırları belirlenmemiş bir “toprak” üzerinde Kürtlerin kendi özyönetimlerini (“bugünün dünya konjonktüründe” “bağımsız devlet” yerine “özerklik” biçiminde bir “ara biçim”) kurmalarıdır.
İkinci koşul, PKK gerilla güçlerinin BM’in gözetimi altında silahlarını bırakmaları ve “özerk” yönetimin güvenlik gücü olarak yeniden örgütlenmeleridir.
Üçüncü koşul, bu iki koşulun “demokratik” bir anayasayla güvenceye alınmasıdır.
İlk iki koşul, tümüyle PKK ve Kürtlere ilişkin bir sorun iken, üçüncü koşul, tartışmasız biçimde “Türkler”i sorunun ayrılmaz bir parçası haline getirmektedir. Yani “Türkler”, bu koşulla birlikte Kürt ulusunun kendi kaderini belirlemesinin (ya da hakkının) bir unsuru haline gelmektedir. Böylece sadece “ezilen ulus”un, yani Kürt ulusunun kendisi tarafından belirlenecek bir “kader”, “Türkler”in katılımıyla belirlenecek bir “kader”e dönüştürülmüştür. Çünkü sözü edilen “demokratik anayasa” sadece Kürtlerin değil, aynı zamanda ve belirleyici olarak “Türkler”in onaylaması gereken bir konudur. Sorunu çözümsüzlüğe iten de budur.
Bu çözümsüzlüğü aşmanın tek yolu da, “yukardan”, “tepeden” yapılan bir anlaşmayla sorunu çözmektir. Bir taraf öteki tarafa şunları verecektir, öteki taraf da bu verilenleri kabul ederek varılan “uzlaşmaya” uygun hareket edecektir. Doğal olarak, “demokratik anayasa” da, yukardan yapılan anlaşmaya göre, meclisten geçirilecektir. Bu “tepeden inme” çözümle demokratik bir yönetimin oluşması elbette beklenemez. Açıktır ki, demokrasiyle, demokratik yönetimle uzaktan yakından ilişkisi olmayan ve tek amaçları şeriat devleti kurmak olan AKP’yle sorunu bu biçimde çözmek, demokrasiyi ve ülkenin demokratikleştirilmesini baştan dışlamaktadır.
Burada “Kürt sorunu”na ilişkin üçüncü koşul (“demokratik” anayasa) ve onun yarattığı sorunlar ve sonuçlar bir tarafa bırakılarak, herşeyi “gerillanın barışı”na indirgemek, PKK’nin teknik olarak “silah bırakma” koşulları olarak görmek ve bununla Latin-Amerika gerilla örgütlerinin silah bırakma koşullarını benzeştirmek dalalet[2*] değilse bile gaflettir[3*]. (Özellikle gerillanın güvenlik gücü olarak yeniden örgütlenmesi için Latin-Amerika gerilla hareketlerine sıkça gönderme yapılmaktadır. Oysa, bu durum kısmen Nikaragua’da Sandinist Ordu için söz konusu olsa da, asıl olarak Nepal’deki maoist NKP (M)’nin “barış” görüşmelerinde söz konusu olmuştur.)
Evet, asıl olarak 1950’lerin ortasında Küba’da Fidel’in 26 Temmuz Hareketi’yle birlikte başlayan Latin-Amerika gerilla savaşı, tüm 60’lı yıllar boyunca olanca şiddetiyle sürmüştür. İstisnasız tüm Latin-Amerika ülkelerinde gerilla savaşları başlamış ve pek çok gerilla örgütü ortaya çıkmıştır.
El Salvador ve Nikaragua, özel olarak da Kolombiya dışındaki gerilla savaşları, askeri cuntalar ve ABD’nin yönetimindeki kontra-gerilla birlikleri tarafından yenilgiye uğratılmıştır. Peru’da MIR ve ELN (1965), Kolombiya’da FARC[4*] ve ELN (1966), Bolivya’da Che’nin gerillaları/ELN (1967), Nikaragua’da FLSN (1967)[5*], Venezüella’da MIR, FALN, FLN (1969), Arjantin’de Montoneros, ERP (1971), Guatemala’da MR-13, FAR, EGP (1972), Uruguay’da Tupamaros (1972) ve Brezilya’da Carlos Marighella’nın ALN’si, VPR (VAR-Palmares) (1972) gerilla örgütlerinin yenilgisi 60’ların sonu ile 70’lerin ilk yarısına kadar olan beş yılı kapsar. (Şili’de Allende devlet başkanı olduğu için gerilla, bağımsız bir hareket olarak ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla Allende’nin 1973’de askeri darbeyle devrilmesi ve öldürülmesi Şili’deki potansiyel gerilla hareketinin de yenilgisi olmuştur.)
Bu yenilgiler içinde sadece iki ülkedeki, Kolombiya (FARC ve ELN)[6*] ile Nikaragua’daki (FSLN) gerilla örgütleri hayatta kalmayı başarmışlar ve daha sonraki yıllarda gerilla savaşını yeniden başlatmışlardır. Yine bir “istisna” olarak El Salvador’daki gerilla hareketi (ERP ve FPL)[7*], kıtanın diğer yerlerinden farklı olarak, 1979’daki askeri darbe sonrasında başlamıştır.
Latin-Amerika’da “gerilla barışı” diye sunulan olgu, gerilla örgütlerinin yenilgi sonrasında dağılmasıyla ortaya çıkan legalleşmeler değildir. Söz konusu olan “gerilla barışı”, 1965 yılında Venezüella’da ilk kez uygulanmış olan, Komünist Partisi ile MIR gerilla örgütünün hükümetle resmi anlaşma yaparak silahlı mücadeleyi terk etmeleridir.
VKP ve MIR’in “devlet”le resmi görüşmeleri, Mart 1964’de Dr. Raúl Leoni’nin devlet başkanı seçilmesiyle birlikte cezaevlerinde başlamıştır. VKP ve MIR yöneticileri (genel sekreteri de dahil) 1963 yılında tutuklanmışlardı. Cezaevlerinde yapılan görüşmelerde, VKP ve MIR, genel af çıkartılması, seçimlere yasal olarak katılmalarının sağlanması, kontra-gerillanın dağıtılması ve petrolün millileştirilmesi karşılığında silahlı mücadeleyi terk edeceklerini bildirmişlerdir. Bu taleplerden sadece ikisi (genel af ve legal parti kurma) “devlet” tarafından kabul edilmiştir. 18 Mart 1966’da, Komünist Partisi genel sekreteri Jesus Faria ve MIR’in eski genel sekreteri Domingo Alberto Rangel serbest bırakıldılar. Böylece VKP ve MIR silahlı mücadeleyi terk etmişlerdir.
Komünist Partisi yöneticilerinden Douglas Bravo’nun önderliğindeki FALN/FLN, VKP ve MIR’ın yaptığı “barış” anlaşmasını tanımadıklarını ilan ettiler. Ancak kitle tabanını büyük ölçüde yitirdikleri için Falcon’daki gerilla hareketi giderek etkisizleşti ve 1971 yılında Douglas Bravo’nun sürgüne gitmesiyle tümüyle sona erdi.
Daha geniş ve kapsamlı “gerilla barışı” ise, 1980’lerin ortalarından itibaren Amerikan emperyalizminin “project democracy” çerçevesinde askeri cuntaların yerine “sivil” iktidarların geçirilme süreciyle başlamıştır.
Bu süreçte, bir yandan askeri cuntalar yerlerini “sivillere” bırakırken, diğer yandan 1965 Venezüella olayına benzer biçimde gerillalarla resmi görüşmeler yapılmaya başlanmıştır. Bu dönemdeki ilk resmi “anlaşma”, Kolombiya’da MR-19’la imzalanmıştır. Ancak legalleşen gerilla komutanlarının öldürülmesi üzerine MR-19 silahlı mücadeleye yeniden başlamışsa da 1988 yılında sürekli “barış” anlaşması imzalamıştır.
Her ne kadar “gerilla barışı” adı verilemeyecek kadar özgünlüğe sahip olsa da, Latin-Amerika’daki “barış” anlaşmalarının belki en önemlisi, Nikaragua’da FSLN’nin ABD’nin doğrudan örgütlediği ve finanse ettiği “kontra” saldırılarına karşı, 7 Ağustos 1987’de, BM gözetiminde dört Orta Amerika devlet başkanıyla (El Salvador, Guatemala, Honduras, Kosta Rika) ortak olarak imzaladığı Esquipulas II “barış anlaşması”dır. Anlaşmanın özü, Nikaragua’ya yönelik “kontra” saldırılarının durdurulması karşılığında FSLN’nin anayasa değişikliği yaparak çok partili seçimleri garanti etmesidir.
FSLN, anlaşmadan sonra yapılan 1990 genel seçimlerini kaybetmiş ve sağ partiler bloğu UNO’nun adayı Violetta Chamorro devlet başkanı olmuştur. FSLN, 2006 yılına kadar hiçbir seçimi kazanamamıştır.
FSLN’nin “kontra”lar karşısındaki askeri başarısızlığı ve ekonomik kriz yanında, Gorbaçov’un “glastnost” politikasıyla dünyadaki komünist ve sol iktidarların tasfiyesiyle ortaya çıkan anlaşma, Latin-Amerika’da Küba’dan sonraki ilk devrimci iktidarın sonunu getirmiştir. Bu durum, Latin-Amerika’da zincirleme etkide bulunarak, silahlı mücadeleye ve devrime karşı büyük bir güvensizlik ortaya çıkarmıştır.
Aynı dönemde El Salvador’da FMLN “çatısı” altında birleşik hareket eden ve yönetimini ağırlıklı olarak El Salvador Komünist Partisi’nin oluşturduğu (parti genel sekreteri Şefik Hadal, aynı zamanda FMLN’nin yöneticisidir) gerilla güçleri (ki ülkenin 1/3’ünü denetimleri altında tutmaktaydılar) ile hükümet arasında görüşmeler başlamıştır. İlk görüşmeler Katolik Kilisesi aracılığıyla yürütülmüştür. Daha sonra sürece Birleşmiş Milletler dahil olmuş ve 31 Aralık 1991’de, dönemin BM Genel Sekreteri Javier Pérez de Cuéllar’ın katıldığı görüşmede anlaşmaya varılmış ve 16 Ocak 1992’de Meksika’da resmi anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre: 1. Yeniden oluşturulacak olan ordu, “demokratik değerlere” saygılı olacak ve özel istisnai durumlar dışında iç güvenliğe müdahale etmeyecek.
2. Ordudaki terfi işlemleri, oy hakkı olmayan iki subay ile üç sivilden oluşan bir komisyon tarafından yapılacak.
3. İki yıl içinde ordu mevcudu yarıya indirilecek; ulusal muhafızlar, kontra-gerilla birlikleri lağvedilecek.
4. Yeni bir istihbarat örgütü kurulacak ve devlet başkanına bağlı olacak.
5. Tüm milis örgütleri yasaklanacak.
6. Yeni bir polis teşkilatı oluşturulacak, savunma bakanlığı yerine başbakanlığa bağlanacak. Yeni polis teşkilatı oluşturulana kadar iç güvenlik BM gözlemcileri tarafından yönetilecek.
7. Ulusal bağımsız yargı konseyi oluşturulacak.
8. İnsan hakları için bir ombudsman oluşturulacak.
9. Seçim sisteminin düzenlenmesi için bir komisyon kurulacak.
10. Hükümet, özel bir komisyonun gözetimi altında mevcut toprak reformunu uygulayacak.
11. Hükümet, işçi ve işveren temsilcilerinden oluşan bir konsey oluşturulacak.
12. Ateşkes anlaşmasından 30 gün içinde hükümet “Ulusal Yeniden İnşa Programı” hazırlayıp FMLN’nin değerlendirmesine sunacak. Programın ana amacı, çatışmalardan etkilenen bölgelerin gelişimini sağlamak ve FMLN’nin sivil, anayasal ve siyasal yaşama yeniden uyumlandırılması için gerekli önlemleri alacak.
13. FMLN savaşçılarının tüm siyasal ve medeni hakları geri verilecek; FMLN siyasi parti olarak legalize olacak. Bu temelde yapılan anlaşmanın finansmanı ise, ABD’nin “Uluslararası Kalkınma Ajansı” (AID) tarafından karşılanacaktı.
Bu “gerilla barışları”, aktif gerilla hareketlerinin tasfiye edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bunların yanında Amerikan emperyalizminin “demokrasi projesi” (“project democracy”) 1980’lerde tüm Latin-Amerika ülkelerinde devreye sokulmuştur.
“Demokrasi projesi”, asıl olarak yenilmiş gerilla hareketlerinin “demokrasi” söylemi altında düzene entegre edilmesi projesidir.[8*] Uruguay, Arjantin ve Brezilya bu projenin uygulama alanı olmuştur. Bu ülkelerde askeri cuntaların yerine “sivil” iktidarlar geçirilmiş ve tıpkı 1965’de Venezüella’da olduğu gibi, cezaevlerindeki “ex-gerillalar” genel afla serbest bırakılmış ve legal partiler kurarak seçimlere katılmaları sağlanmıştır. Şüphesiz bunlar içinde en “hayal kırıklığı” yaratanı Uruguay’da Tupamaros iken, en önemlisi Brezilya olmuştur.
Her şeyden önce Brezilya, Amerikan emperyalizmi için en önemli ülkelerin ilk sırasında yer alır. Aynı zamanda Latin-Amerika’da en büyük ekonomiye ve nüfusa sahip ülkedir. Latin-Amerika’daki İspanyol sömürgeleri arasında tek Portekiz sömürgesi ülkedir ve bu nedenle Portekizce konuşulur. Geri-bıraktırılmış ülkeler arasında, Türkiye ve İran’la (Şah İran’ı) birlikte Amerikan emperyalizminin “bölgesel güç” olarak devreye soktuğu, bir çeşit “alt-emperyalist” ülke olarak kullanmayı planladığı bir ülkedir.
Brezilya’nın “yeni tarihi”, 1930’da Getúlio Vargas’ın askeri darbeyle iktidarı ele geçirmesiyle başlar. Vargas’ın II. Dünya Savaşının sonuna kadar süren iktidar döneminde (“Estado Novo”/Yeni Devlet), sömürgeci (kolonyalist) ekonomik, toplumsal ve siyasal yapı “kapitalist” bir yapıya dönüştürülmeye çalışıldı. Bir başka deyişle, yukardan aşağıya kapitalizm geliştirilerek, yeni bir burjuva sınıfı yaratılmaya çalışıldı. Bu dönemde merkezi otorite güçlendirildi, kadınlara oy hakkı tanında, eğitim reformu yapıldı, sosyal güvenlik yasası çıkartıldı. 1929 “Büyük Buhran”ın yarattığı koşullarında devletçi bir ekonomi politika izlendi. Vargas, Latin-Amerika’da sıkça ortaya çıkan “devrimci-milliyetçi” bir çizgiye sahipti.
II. Dünya Savaşı sonunda Vargas, ABD’nin bir askeri darbesiyle iktidardan indirilmişse de, 1951 yılında başkanlık seçimini kazanarak, “seçilmiş başkan” olarak yeniden devlet başkanı oldu. 1954 yılında Vargas’ın intihar etmesiyle birlikte, Brezilya yeni bir sürece girdi.
1956 yılında, Vargas gibi “devrimci-milliyetçi” olan Juscelino Kubitscheck devlet başkanı oldu. Ardından yine aynı çizgiyi izleyen Jânio Quadros başkan seçildiyse de, bir yıl sonra istifa etti ve yerine başkan yardımcısı olan João Goulart geçti.
Vargas’ın ikinci devlet başkanlığı döneminde Çalışma Bakanı olan João Goulart, bir yandan toprak reformu ilan ederek latifundistlerin (büyük toprak sahipleri) gücünü kırmaya yönelirken, diğer yandan dış politikada Küba’yı destekledi. Bu dönemde pek çok özel sanayi kuruluşu millileştirildi, “ithal ikameci sanayileşme” yolu izlendi.
Bu gelişmelerden “rahatsız” olan Amerikan emperyalizmi 31 Mart 1964’de bir askeri darbeyle Goulart’ı devirdi. Ve 1985 yılına kadar yirmi yıl süren askeri cunta dönemi başladı.
Askeri darbeye karşı toplumsal muhalefetin giderek yaygınlaşması üzerine askeri cunta 1968’de tüm anayasal hakları askıya aldı. Bu da, Brezilya’da gerilla savaşının da başlangıcı oldu.
İlk büyük gerilla eylemi, 1969 yılında ABD Büyükelçisi Charles Burke Elbrick’in, Carlos Marighella’nın ALN (Ação Libertadora Nacional/Ulusal Kurtuluş Hareketi) tarafından kaçırılmasıyla gerçekleştirildi.
Aynı dönemde, Mart 1968’de, Carlos Lamarca ve João Quartim’in önderliğinde bir grup, Brezilya Komünist Partisi’nin dışındaki legal solun örgütlenmesi olan POLOP’tan (Política Operária/İşçi Politikası) ayrılarak VPR’yi (Vanguarda Popular Revolucionária/Halkın Devrimci Öncüsü)kurdular.
Ancak birkaç küçük silahlı eylemden hemen sonra, VPR’nin kır gerillası hazırlıkları çerçevesinde Brezilya 4. Ordusu’nun silah deposuna yaptığı baskın (Ocak 1969) sonrasında başlayan tutuklamalar üzerine VPR’de ayrışmalar ortaya çıktı. Kendisini “leninist” olarak tanımlayan João Quartim,[9*] VPR’ ye Carlos Lamarca’nın başını çektiği “militaristler”in egemen olduğunu ileri sürerek örgütten ayrıldı. Bu ayrılıktan sonra yer yer küçük silahlı eylemler gerçekleştiren COLINA ile VPR birleşerek, VAR-Palmares (Vanguarda Armada Revolucionária Palmares/Silahlı Devrimci Öncü-Palmares) oluşturuldu (Nisan 1969). Ancak kısa sürede VAR-Palmares içinde kent-kır ve kitle çalışması-gerilla savaşı tartışmaları başgösterdi. Ağustos-Eylül 1969’da düzenlenen Teresópolis konferanslarında, çoğunluğunu COLINA kesiminden gelenlerin oluşturduğu ve kentleri temel alan “kitle çalışmasına” ağırlık verilmesini savunanlar ile VPR grubu birbirinden ayrıldı. COLINA kesimi VAR-Palmares adını kullanırken, Carlos Lamarca’nın önderliğindeki grup yeniden VPR adını aldı.
İşte, VPR ile COLINA’nın birleşmesiyle oluşturulan VAR-Palmares’ın altı yöneticisinden birisi olan ve Eylül 1969’daki ayrışmada VPR karşıtı kesimde yer alan Brezilya’nın yeni devlet başkanı “ex-gerilla” Dilma Rousseff 16 Ocak 1970 tutuklandı.[10*] 4 Kasım 1969’da Marighella’nın öldürülmesinden sonra VPR, Brezilya’daki tek devrimci silahlı güç olarak eylemlerini yoğunlaştırdı. Mart 1970’de Japonya’nın São Paulo konsolosu Nobuo Okuchi kaçırıldı; Nisan 1970’de ABD’nin Porto Alegre konsolosu Curtis C. Cutter ve Haziran 1970’de Almanya büyükelçisi Ehrenfried von Holleben kaçırıldı. Bu eylemlerde pek çok siyasi tutsağın serbest bırakılması sağlandı.
Bu eylemler döneminde karşı-operasyonlarda yüzlerce örgüt üyesi tutuklanmış olmakla birlikte, VPR 1970 sonlarında Bahia bölgesinde kır gerillası hazırlıklarını hızlandırdı. Carlos Lamarck, 17 Eylül 1971’de kır gerilla üssüne yapılan askeri operasyonda öldürüldü. Xambia bölgesindeki diğer kır gerilla üssü de Nisan 1972’de ordu tarafından yok edildi. Böylece Brezilya’daki gerilla savaşı ağır bir yenilgiye uğradı.
1968-1973 dönemi, aynı zamanda ekonomide “Brezilya mucizesi” denilen bir dönemi kapsamıştır. 1968’de askeri cunta Antonio Delfim Netto’yu Maliye Bakanlığına atamasıyla başlayan “Brezilya mucizesi” döneminde yıllık GSMH’nın büyüme oranı %11,1 ve sanayinin büyüme oranı %13,1 olmuştur.[11*] Özellikle “orta sınıf”ın gelir düzeyi hızla yükselmiştir. Bunun sonucu olarak gerilla savaşını destekleyen “orta sınıf” (küçük-burjuva) ve aydınları hızla gerilla savaşından uzaklaşmışlardır.
Brezilya, Uruguay, Şili ve Arjantin’de “gerilla barışı”, sözcüğün tam anlamıyla küçük-burjuva aydınlarının teslimiyeti ve düzene uyumlanmasıdır. Bu ülkelerdeki küçük-burjuva aydını ex-gerillaların 1980’lerin sonundaki konumunu Gaby Weber şöyle anlatır: “Bugün solun kelime haznesinden ‘sosyalizm’ ve ‘devrim’ gibi kelimeler kaybolmuş vaziyette, herkes ‘barıştan’, ‘demokrasiden’ ve ‘çoğulculuktan’ bahsediyor. Örneğin Uruguay KP’si ‘proletarya diktatörlüğü’ üzerine hiçbir şey duymak istemiyor, çünkü –uzun yıllar bizzat tutuklu kalmış olan genel sekreter Jaime Perez’in deyimiyle– ‘ben bu kadar yıllık diktatörlükten sonra diktatörlükler üzerine hiçbir şey bilmek istemiyorum’.” Bu ülkelerde, sözcüğün tam anlamıyla, “gerilla barışı” denilebilecek bir durum yoktur. Söz konusu olan, silahlı devrimci mücadelenin ağır kayıplara uğramasıyla birlikte küçük-burjuva “solcular”ının (ya da “eski marksistler”in) sağa savrulmaları ve legal düzenin mutlak savunucusu haline gelmeleridir. Bu nedenle, bu ülkelerde yer yer sözü edilen “hakikati araştırma komisyonu”, yani askeri cunta dönemlerindeki insan hakları ihlallerinin, özellikle de “erçeği araştırma komisyonu” (kayıpların araştırılması) talebi “gerilla barışı” mantığına tamamen ters düşen bir olgudur.
Açıktır ki, Latin-Amerika’da aktif gerilla savaşı koşullarında ortaya çıkan “barış görüşmeleri” ve “barış anlaşmaları”, sadece El Salvador ve kısmen de Kolombiya için geçerli olmuştur. Öte yandan, yapılan anlaşmalarla bugün gelinen yer karşılaştırıldığında, anlaşmaların sadece gerilla savaşının tasfiye edilmesi sonucunu doğurduğu hemen görülecektir.
Bu nedenle, Latin-Amerika’da egemen olan “gerilla barışı” değil, gerilla savaşlarının yenilgisi sonrasında ortaya çıkan devrimci mücadeleyi terk ediş ve pasifizmdir. Bunun sonucu olarak da, “ex”-gerillalar “devlet”le uzlaşmışlardır. Bu “uzlaşma”da en etken unsur, hiç şüphesiz Amerikan emperyalizminin “project democracy”yi etkin biçimde uygulamış olmasıdır. “Orta sınıf” kökenli eski solcu marksistler, gerillalar, “project democracy”le satın alınmışlardır. Bu satın almanın temelinde ise, askeri cuntaların yürüttükleri olağanüstü terör yatmaktadır. “Askerlerin terörü insanların beyinlerinde derin izler bıraktı. İşkence sadece bilgi almaya hizmet etmemişti ki, sorgulamadan da işkence yapılmıştı ya da saçma sorular sorulmuştu. Hedef tutukluyu kırmak, aşağılamak, onu insanlığından yoksun bırakmak, kimliğini yok etmekti. O, bir numara olmuştu, yerde yatan ve gereksinimlerini denetimsiz yapan, kokan, sakallı ve vahşi bir canavar. İşkencenin kurbanı sadece tutuklu değildi, böylece tüm ailesi ve sosyal çevresi de cezalandırılıyordu. Sürekli işkence görme tehditi, toplum tarafından içselleştirildi ve bir öz savunma olarak uyumlu bir sosyal davranışa yol açtı. ‘Bütün halk felce uğruyor’ deniliyor insan hakları örgütü SERPAJ’ın bir analizinde ve devam ediliyor: ‘Bu, protestonun taşıdığı riziko, toplumsal hareketlenmenin taşıdığı rizikonun bilinmesi sonucu ortaya çıkan korkunç bir öğrenme sürecinin sonucudur.’”[12*] Bu durum, CIA’nın “karşı-ayaklanma” adını verdiği kontra-gerilla stratejisinde, diğer ifadeyle “düşük yoğunluklu çatışma” doktrininde ifadesini bulur. (“Ot-sopa” ilişkisi.)
Şurası kesindir ki, benzer süreçler Türkiye’de de yaşanmıştır. 1974 affı ve 1991 infaz yasası değişikliği, tümüyle devlet teröründen yılgınlığa düşmüş küçük-burjuva kesimlerin “devletle barışması”nı sağlamaya yönelik olmuştur. Üstelik, Venezüella vb. ülkelerde olduğu gibi, bu “barış”, cezaevlerinde bulunan “ex-gerilla”larla kurulan “değişik” bağlantılarla birlikte sürdürülmüştür.
Bugün PKK’nin “uzlaşma” arayışı, her ne kadar Latin-Amerika’da gerçek karşılığı bile olmayan “gerilla barışı” türünden bir şeyle haklı gösterilmeye çalışılıyorsa da, gerçekte ezilen ulusun kurtuluş hareketinin ezen ulusla “anlaşma” yaparak sorunu çözme çabasından ibarettir.
Brezilya’nın “ex-guerilla” yeni devlet başkanına gelince. Bu “yeni” durum, “light Lula” olayında yaşandığı gibi, küçük-burjuva aydınlarının düzenin koruyuculuğu ve yeni “misyon”unun ürünüdür.
[1*] Şüphesiz “herkes” sözcüğü, herkesi kapsamaktadır. Şeriatçılardan ulusalcılara, liberal soldan “radikal sol”a, düzen partilerinden “düzen karşıtı” partilere kadar herkestir. Çocuğu askerde olan da, askere gidecek olan da, asker kaçakları da, bedelli taraftarları da bu “herkes”in içindedir.
[2*] Dalalet: Sapkınlık, doğru yoldan sapmış olma durumu.
[3*] Gaflet: Aymazlık, vurdumduymazlık.
[4*] Kolombiya’da FARC (Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia/Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri), Kolombiya Komünist Partisi tarafından kurulmuştur. 2008 yılında yaşamını yitiren FARC’ın ünlü komutanı Manuel Marulanda KKP’nin Merkez Komite üyesidir. FARC’ın 1966’daki yenilgisi, Kolombiya Komünist Partisi’nin, silahlı mücadelenin “miadını doldurduğu” saptamasıyla ortaya çıkmıştır. 1966 yılında KKP’nin değerlendirmesini parti genel sekreteri Gilberto Vieira şöyle ifade eder: “Partimiz... yine de Kolombiya’da devrimci durumun henüz olmadığını gözönünde bulundurur. Kentlerde silahlı mücadeleyi düşünmüyoruz, çünkü böyle bir mücadele, küçük gruplar tarafından yürütülen tecrit edilmiş olaylar dizisinden daha çok şey ifade etmez... Gerilla mücadelesi gerçekten savaşın temel biçimi değildir.”
[5*] FSLN’nin (Frente Sandinista de Liberación Nacional/Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi) bu yenilgisi, 1967 yılında Pancasan bölgesindeki kır gerilla grubunun yok edilmesiyle ortaya çıkmıştır.
[6*] Kolombiya’da 1980’de gerilla savaşının yeniden başlamasında MR-19 (Movimiento 19 de Abril/19 Nisan Hareketi) adlı bir gerilla örgütü etkin rol oynamıştır. Şehir gerillası olarak faaliyet gösteren MR-19’un en büyük eylemi, 6 Kasım 1985’de Yargıtay binasının işgal edilmesidir. Ordunun gerçekleştirdiği operasyon sonucunda, MR-19 gerillaları ve Kolombiya’nın 21 Yargıtay üyesinin 11’i içlerinde olmak üzere 100 kişi ölmüştür. MR-19’un diğer bir tarihsel rolü ise, Latin-Amerika’da Amerikan emperyalizminin “project democracy” (bir çeşit “demokratik açılım”) çerçevesinde hükümetler ile gerilla örgütleri arasında görüşmeler yoluyla silahlı mücadelenin sona erdirilmesinde, 1965’teki Venezüella Komünist Partisi’nin silahlı mücadeleyi bu yolla terk etmesinden sonra bir “ilki” oluşturmasıdır. MR-19, Kolombiya hükümetinin ilan ettiği af üzerine 1984’de hükümetle resmi ateşkes anlaşması yaparak legal parti kurmuştur. Ancak silahlı mücadeleyi bırakarak legal siyasete başlayan gerilla komutanlarının sivil milisler tarafından sistematik biçimde öldürülmeye başlanması üzerine yeniden silahlı mücadeleye başlamıştır. Yargıtay eylemi bu dönemde gerçekleşmiştir. 1988 yılında hükümetle yeniden masaya oturmuş ve silahlı mücadeleyi tümüyle terk etmiştir.
[7*] El Salvador’da ilk gerilla örgütleri ERP ve FPL’dir. FPL (Fuerzas Populares de Liberación Farabundo Martí/Halk Kurtuluş Güçleri), Cayetano Carpio önderliğinde 1970’lerin başlarında öğrenci hareketi içinde oluşturulmuşsa da, gerilla savaşına 1979 yılında başlamıştır. El Salvador’un en güçlü gerilla örgütü olan FPL, Cayetano Carpio’nun örgüt içi çatışmalar sonucu 1983’de intihar etmesiyle çizgi değiştirmiş ve o zamana kadar etkin bir güç oldukları FMLN’nin (Farabundo Martí National Liberation Front/ Farabundo Martí Ulusal Kurtuluş Cephesi) tümüyle El Salvador Komünist Partisi’nin yönetimi altına girmesini sağlamışlardır. ERP (Ejército Revolucionario del Pueblo/Halkın Devrimci Ordusu) da 1970 başlarında, tıpkı FPL gibi öğrenci hareketi içinde oluşturulmuştur. Kurucusu Roque Dalton’un 1975’de öldürülmesinden sonra ayrışmış, ayrılanlar RN ve PRTC adlı örgütleri kurmuşlardır.
[8*] Bu proje sonucunda “ex-gerillalar”ın legalize olması ve legal partiler oluşturmasının sonuçlarını Gaby Weber “Gerilla Bilanço Çıkarıyor” kitabında şöyle özetler: “Altmışlı ve yetmişli yılların uyanış hevesi artık gerilerde, halklar yıkımla karşı karşıya ve diktatörlükler sadece örgütleri değil, başka şeyleri de yok etmişe benziyorlar. Kafalarda da iktidar kurmuşa benziyorlar. Tüm hatalara rağmen toplumsal değişim azminin motoru ve ifadesi olan eskinin gerillası -geri kalan sol gibi- bir çıkmaza girmiş görünüyor. Latin-Amerika’nın yoksullaştırılması şaşılacak bir tempoda ilerlerken, toplumsal şartları değiştirmeye aday güçler yerlerinde sayıyor gibiler, buna karşılık sağ ve aşırı-sağ güçler ise seçimleri manüpilasyona ihtiyaç duymadan kazanabiliyorlar... Toplumun azımsanmayacak bir bölümü önceleri gerillaya sempati ve ümit beslerken, bugün bir tekrar denemesi eskinin sempatisini nefrete ve hor bakmaya dönüştürüyor ... gerillalar terörist oluyor, gerilla ise canavar. Önceleri egemenler için politik bir sorun olan şey, böylece polisiye-askeri bir düzeye indirgenebildi.”
[9*] João Quartim (Moraes), Latin-Amerika’da sıkça görülen bir “marksist-leninist” aydın tipidir. Başlangıçta legal sol partilerin pasifizmine karşı çıkan ve daha “aktif” mücadele yürütülmesini savunan bu aydın tipi hızla silahlı mücadele saflarına geçer. 4. Ordu baskını eylemi sonrasında VPR’ye yönelik operasyonlar karşısında Quartim’ın tutumuna benzer biçimde, ilk karşı-operasyonla birlikte aynı hızla da silahlı mücadeleyi terk ederler.
[10*] 1972 yılında serbest bırakılan Dilma Rousseff, 1977’de üniversiteyi bitirmiş ve Ekonomik İstatistikler Fonu’nda çalışmaya başlamıştır. 1978’de eski VAR-Palmares üyeleriyle bir “marksist” tartışma grubu oluşturarak, Poulantzas ve Althusser tezlerini savunmuşlardır. VAR-Palmeras yöneticisi kocası Carlos Araújo ise, Brezilya’nın en ünlü avukatlarından birisinin oğludur. 1974 yılında askeri cuntanın özel affıyla serbest bırakılmıştır. 1985’deki “demokratik açılım”la birlikte her ikisi de “siyasete” atılmışlardır.
Dilma Rousseff, Bulgaristan Komünist Partisi üyesi ve 1923 ayaklanmasından sonra Brezilya’ya göç eden bir avukatın kızıdır. Babası Pedro Rouessef, Brezilya’da Alman Mannesman şirketinin temsilcisi olmuş, ayrıca inşaat işine girmiş ve konut alım-satımı yapmıştır.
[11*] Tümüyle emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerine dayanan “Brezilya mucizesi” 1974 “petrol şoku” sonrasında ağır bir krize girmiştir. Brezilya krizi 1980’de derinleşmiş ve 1993 yılına kadar süren uzun bir kriz dönemine yol açmıştır.
[12*] Gaby Weber, Gerilla Bilanço Çıkartıyor.