YPS Genel Koordinasyonu’ndan yapılan açıklamada, “Kürt halkının meşru talebi olan demokratik özerklik mücadelesi çerçevesinde geliştirilen öz savunma direnişinin 72 gün boyunca Nusaybin’de büyük bir kararlılık ve cesaretle sürdürüldü. ... Devlet güçlerinin pervasız bir biçimde her tarafı yerle bir ettiği bu koşullarda direniş güçlerinin pozisyon değiştirmesi gerekli görülmüştür. Bu temelde alınan karar çerçevesinde güçlerimiz 25 Mayıs günü (2016) itibarıyla Nusaybin şehrinden başarılı bir biçimde geri çekilmeyi sağlayarak ulaşması gereken üslerine ulaşmışlardır.” denildi.
Alika (Tunç) Mahallesi’nde aralarında çocuklar ve annelerin de olduğu sivillerin bulunduğu belirtilen YPS açıklamasında, “Onlarla birlikte yerel ve sivil gençlerden bazı yaralılar da bulunmaktadır. Silahsız olarak bulunan bu insanların yaşamı şu anda tehlike altındadır. Tüm insan hakları kuruluşlarının, tüm demokrasi güçlerinin, sivil-silahsız olarak Alika Mahallesi’nde bulunan bu insanların yaşam hakkının korunması için devreye girmeleri bir insanlık görevi olarak gündeme girmiştir.”denildi.
“Medya” söylemiyle “Suruç katliamı (20 Temmuz 2015) ile başlayan süreç” olarak ifade edilen, gerçekte ise, 8 Temmuz 2015 tarihinde Türkiye ile, yani Recep Tayyip Erdoğan iktidarı ile Amerikan emperyalizmin arasında varılan “
İncirlik Mutabakatı”yla başlayan “süreç”te “T.C. devleti” (Recep Tayyip Erdoğan iktidarı) ile PKK arasındaki “çözüm süreci”, “barış süreci”, “çatışmasızlık süreci”, “İmralı görüşmeleri” vb. olarak adlandırılan dönem sona ermiştir.
Anımsanacağı gibi, “İncirlik mutabakatı” resmen açıklanmadan bir hafta önce (15 Temmuz 2015) KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat,
Özgür Gündem’de yayınlanan yazısında “yeni” bir süreçten söz ederek, bu “süreç, devrimci halk savaşı sürecidir” beyanında bulunmuştu.
Türkiye büyük bir rehavet içinde “yeniden seçim” havasına kapılmış olduğundan bu gelişmeler neredeyse hiç önemsenmedi. Aynı biçimde Besê Hozat’ın “yeni süreç”ten, “devrimci halk savaşı süreci”nden söz etmesi de fazlaca ciddiye alınmadı.
Daha önce de belirttiğimiz gibi,
[1*] “tarafların”, yani Recep Tayyip Erdoğan iktidarı ile PKK’nin tam olarak bildikleri “yeni” süreç karşılıklı “tehdit”lerle ilan edildi.
“Devlet”in, yani Recep Tayyip Erdoğan iktidarının “terörün kökünü kazıma” tehdidi, basit bir seçim söylemi olarak yorumlanırken, PKK tarafından yapılan açıklamalar da (her zamanki gibi) “tehdide karşı tehdit” söylemi olarak değerlendirildi.
1 Kasım seçimleriyle birlikte “yeni süreç”, sözcüğün tam anlamıyla başladı. Ancak “yeni süreç”in niteliği konusunda söylemler çeşitliydi.
Bugün için “hendek savaşı” adı verilen, gerçeklikte bazı ilçelerde ve bazı mahallelerde ortaya çıkan “hendek ve barikatlar”ın pekiştirilmesi ve bu pekiştirilmiş barikatların silahla savunulması “taktik”i ile “demokratik özerklik ilanı” adı verilen “strateji” karmaşası ortaya çıktı.
PKK söylemiyle, “yapılan T.C. zulmüne” karşı “ferdi silahlarla direnen ve başkaldıran Kürt gençliği” “zaptedilemez” hale gelmişti. Recep Tayyip Erdoğan’ın “sonuna kadar” gideceklerini söylediği saldırıları da bu zemin üzerinde kendi meşruiyetini buldu.
“Seçim taktiği” olarak yorumlanan, yani Recep Tayyip Erdoğan’ın “milliyetçi oyları” alma hesabıyla başlattığı kabul edilen “yeni süreç”, “barış süreci”ni tümüyle ortadan kaldırdı. Böylece “barış süreci”, “İmralı görüşmeleri” vs. olarak adlandırılan dönem, sadece bir “zaman kazanma” hilesinden ibaret olduğu da açığa çıktı.
PKK, bu “yeni süreç”te, her ne kadar “devrimci halk savaşı”ndan söz ediyorduysa da, gerçekte “gençlik örgütlenmesi”ni (YDG-H)
[2*] bazı ilçe ve mahallelerle sınırlı bir “
barikat savaşı”na yöneltti. Bu da, A. Öcalan’ın “İmralı süreci”nde sıkça dile getirdiği gibi, “ben devreden çıkarsam, savaş doğallığında gelişir” cümlesinde ifadesini bulan bir “durum”un “kanıtı” oldu.
Diğer ifadeyle, PKK, “barış süreci”nin çökmesi üzerine (ki bu sadece söylemde kabul edilen bir durumdur), “savaşsa, işte savaş” türünden bir “meydan okuma”yla “hendek savaşı”nı sürekli hale getirdi.
“Hendek” ya da “barikat” savaşı, kuşatılmış bir alanda ve “dış” lojistik destek dışında bir desteğe sahip olmaksızın sürdürüldüğünden, eninde sonunda başarısızlığa uğrayacağı çok açıktı. PKK yönetiminin bunu bilmiyor olması ya da görmemiş olması elbette olanaksızdı. Yapılan açıklamalara bakıldığında da, sonuçlarının bilindiği görülmektedir.
Amaç, “T.C.”yi “barış masası”na yeniden oturtmak olarak belirginleşiyordu. Denilmek istenen, “eğer ‘barış masası’ yeniden kurulmazsa, elimizdeki tüm olanaklarla ve güçlerle yoğun ve kanlı bir savaş sürecini başlatacağız”.
Böylece başlangıçta başarısızlığa mahkum bir “taktik”, bir başka söylem ve “taktik”in (“görüşme süreci”) örtüsü olarak pratiğe geçirildi.
“
Silahlı Ayaklanma, Silahlı İsyan ve Barikat Savaşı”
[3*] yazımızda da belirttiğimiz gibi, Engels’in sözleriyle ifade edersek, eski tarzda ayaklanmanın parçası olan ve 1848’e kadar, yani yüz elli yıl öncesine kadar, her yerde belirleyici olan barikatlarla sokak savaşlarının “büyük ölçüde modası geçmiştir”. Günümüzde değişik ülkelerde ve değişik zamanlarda görülen “kent savaşları”, “barikat savaşı”ndan temelde farklıdır.
“Bu yeni barikat savaşı, doğrudan iç savaş koşullarında ortaya çıkan bir çeşit direniş ve savunma savaşıdır. Ama her durumda kentin ya da bölgenin dışında bir silahlı gücün varlığını öngerektirir.
İkinci olarak, bu yeni barikat savaşı, eskisi gibi siyasal iktidarın ele geçirilmesinin yöntemi olan silahlı ayaklanmanın bir parçası değildir. Silahlı ayaklanma (genel ya da kısmi), merkezi, özellikle kırsal alanlarda oluşturulmuş bir silahlı gücün kentleri ele geçirmeye yönelik harekâtında ikincil unsur olarak ortaya çıkar. Bu da, bir çeşit kentlerdeki iktidar güçlerinin kent ayaklanması yoluyla kıskaca alınmasıdır. Bu nedenle, yeni barikat savaşı ve silahlı ayaklanma, merkezi silahlı güçlerin kentlere yönelik saldırısıyla eşgüdümlü olarak yürütülen ve merkezi silahlı güçlerin ayaklanma bölgesine ulaşana kadar sürdürülmesi gereken tamamlayıcı (ikincil) bir savaş yöntemi olmaktadır. Bu gerçekleşmediği takdirde kentlerdeki ayaklanmanın ve barikatların ezilmesi kaçınılmazdır. Eski tarz barikat savaşından geriye sadece ‘barikat’ın kendisi kalmıştır.
Üçüncü olarak, yeni barikat savaşı, sadece silahlı unsurların planlı ve bilinçli yürüttükleri bir ‘ayaklanma’ başlangıcı olmanın ötesinde, geniş halk kitlelerine yapılan ayaklanmaya katılım çağrısıdır. Bu çağrı hedefine ulaştığı oranda barikat savaşı genel (silahlı) ayaklanmaya dönüşür. Ancak bu da sınırlı alanlarda ve iç savaş koşullarında geçerlidir.”[4*]
Gerçek böyleyken, PKK’nin “gençlik yapılanması”yla bazı ilçelerde ve mahallelerde başlattığı “hendek savaşı”, kaçınılmaz olarak bir “
mevzii savaş”a dönüşmüştür.
Mevzi savaş, üç temel savaş biçiminden (gerilla savaşı, hareketli savaş ve mevzi savaş) birisidir ve
düzenli ordular tarafından yürütülen bir savaş biçimidir.
Ortada bir düzenli ordu yoktur ve bu ordunun kentlere yönelik bir “karşı saldırı”sı da söz konusu bile değildir. Ellerinde sayılar belirsiz bir “kır gerilla” gücü vardır ve donanımı (her ne kadar son olarak SAM füzesi kullandıklarını da göstermişlerse de) düzenli orduyla kıyaslanamayacak kadar zayıftır. Düşmanın modern ve teknik silahlarına karşı “savunma” yapabilecek kapasite de mevcut değildir. Böyle bir durumda mevzi savaşa girişmek, PKK’nin kendi geçmiş pratiğinde çok ağır biçimde öğrendiği gibi (1992-1995)
imha edilmeyi baştan kabul etmekle özdeştir.
“Hendek savaşı”, bir yanıyla “sonuna kadar direniş” olarak gösterilirken, diğer yanıyla tam olarak kuşatılmış bir alanda silahlı güçlerin barikatlar oluşturarak mevzi savaşına girişmeleri haline dönüşmüştür.
Savaş tarihinde pek çok sefer görüldüğü gibi, mevzi savaşı, düzenli ordular açısından bile “sonuç alıcı” bir savaş biçimi olmaktan çok “yıpratma savaşı” niteliğine sahiptir. Lojistiği ve yedekleri güçlü olan taraf bu yıpratma savaşından göreceli olarak daha az yıpranarak çıkar. Ve ardından “karşı-saldırı”ya geçilerek yıpranmış düşman imha edilir.
Tarihte gelmiş-geçmiş en büyük mevzi savaş, I. Yeniden Paylaşım Savaşı’nda Verdun cephesinde Fransız-İngiliz ve ABD ile Almanya arasında gerçekleşmiştir. Milyonlarca askerin yaşamını yitirdiği bu büyük mevzii savaş, sonuçta her iki tarafında bir “karış toprak” için yürüttüğü “anlamsız savaş” olarak tarihe geçmiştir.
Bunun ötesinde, mevzi savaş,
hareketli savaş ya da
manevra savaşı karşısında mutlak başarısızlığa uğradığı da yine savaş tarihinde açıkça görülmüştür. (2003 Irak işgalinde Amerikan emperyalist ordusunun manevra savaşıyla Irak mevzileri kolayca etkisizleştirilmiştir. (Bkz.
Kurtuluş Cephesi, “Irak Savaşının Askeri Olguları”, Sayı: 73, Mayıs-Haziran 2003.)
Bu açılardan mevzi savaş, basit bir “sonuna kadar direniş” söylemiyle “onurlandırılıp” yüceltilebilecek bir savaş biçimi değildir.
Ayrıca
mevzi savaş, basitçe ve ajitatif olarak bir “barikat direnişi” gibi gösterilmeye çalışılsa da, savaşın genel kurallarının geçerli olduğu bir savaş türüdür. Tıpkı silahlı ayaklanma gibi.
Engels’in, bugüne kadarki tüm savaş tarihinin ve sınıf savaşlarının kanıtladığı sözlerini bir kez daha anımsatalım:
“Oysa, ayaklanma, savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar bir sanattır; ihmal edilmesi, bunları ihmal eden partinin yıkımına yolaçan bazı pratik kurallara bağlıdır. Böyle durumlarda gözönünde tutulmaları gereken partilerin ve koşulların doğasından mantıksal olarak çıkan bu kurallar öylesine açık ve öylesine yalındırlar ki, kısa 1848 deneyi, bunları Almanlara adamakıllı öğretmiştir. Birincisi, eğer oyununuzun bütün sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye iyice kararlı değilseniz, ayaklanma ile asla oynamayınız. Ayaklanma, değerleri her gün değişebilen çok belirsiz büyüklükler ile yapılan bir hesaptır; düşman güçleri, her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, yenilir ve yıkıma uğrarsınız. İkincisi, bir kez ayaklanma yoluna girdikten sonra, çok büyük kararlılıkla ve saldırıcı biçimde hareket edilir. Savunma, her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; ayaklanma, daha düşmanları ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza, güçleri dağınık olduğu sırada birdenbire saldırın, ne kadar küçük olursa olsun, yeni, ama günlük başarılar hazırlayın; ilk başarılı ayaklanmanın size verdiği moral üstünlüğü sürdürün; her zaman en güvenilir tarafı seçen kararsız öğeleri böylece kendi yanınıza alın; düşmanlarınızı güçlerini size karşı toparlayamadan önce geri çekilmeye zorlayın; devrimci taktiğin, bugüne kadar bilinen en büyük usta olan Danton’un sözleriyle: de l’audace, de l’audace, encore de l’audace.[5*]”[6*] (abç)
Burada “hendek savaşı” adı verilen olay, PKK’nin “resmi söylemi”nde bile “silahlı ayaklanma” olarak tanımlanmadığını belirtelim. Ancak bir şeyin ne olduğu ile o şeyin nasıl sunulduğu arasındaki karşıtlık çok sıkça karşılaşılan bir durumdur. İstenildiği kadar “hendek savaşı”, ne “barikat savaşı” olarak, ne de “ayaklanma” olarak tanımlanmamış olursa olsun, pratikte ve somutta olan bunun tersidir.
Böylesi bir gerçeklik ile söylem karşıtlığı (ki daha sonra göreceğimiz gibi), basit bir ajitasyondan başka bir şey değildir. Bu ajitasyonsal söylem de, kaçınılmaz olarak, pratikte ve somutta bu eylemin içinde olanların yanılmasına ve yanılgıya sürüklenmesine yol açar. Öyle de olmuştur.
Yazımızın başında aktardığımız YPS açıklaması, bir çeşit “sivil halkı korumak için” bir “pozisyon değiştirmesi”nden, “geri çekilmesi”nde söz etmektedir. Oysa YPS,
Sivil Savunma Güçleri (
Yekîneyên Parastina Sîvîl) olarak kendisini tanımlamaktadır. 25 Ocak 2016’da YPS “Genel Koordinasyonu”nun kurulduğuna ilişkin yapılan açıklamada şunlar söylenmektedir:
"Direnişin sürmekte olduğu öz yönetim alanlarında öz savunma faaliyetini daha örgütlü ve disiplinli bir biçimde sürdürmek ve halkımızın öz savunmasını gerçekleştirmek üzere oluşturulan yerel savunma birlikleri temsilcileri bir araya gelerek ortak bir koordinasyona kavuşturmak üzere YPS Genel Koordinasyonu’nu kurmuş bulunuyoruz. YPS Genel Koordinasyonu direniş bölgeleri arasında sivil halkın savunmasını güçlü bir biçimde gerçekleştirmeyi temel amaç edinecek, hiç bir biçimde Kürdistan yurtseverliğinin sembolü olan direniş alanlarına işgalci güçlerin girişine izin vermeyecektir.” (abç)
Bir yandan “sivil halkın savunulması”ndan söz edilirken, diğer yandan, beş ay sonra, “silahsız olarak bulunan” insanların yaşamı “tehlike altındadır” denilmekte ve ardından onların “yaşam hakkının korunması için” “tüm insan hakları kuruluşlarının, tüm demokrasi güçlerinin” “devreye girmesi”nden söz edilmektedir.
Hiç kuşkusuz bu çelişik durum, savaş gerçekliğinde, en hafif deyişle, “başarısızlık”ın açıkça kabul edilmesidir. Ama bu “başarısızlık” daha başlangıçta bilinen, bilinebilecek olan bir gerçekliktir.
Elbette “başarısız olan” ya da sözcüğün askeri anlamıyla “yenilen” taraf, yenilgiyi kabul etmediği sürece “yenilmediği”ni söyleyecektir. YPS açıklamasında görüleceği gibi (ki klasik sol söylemdir bu), “başarılı bir biçimde geri çekilmeyi sağlayarak ulaşması gereken üslerine ulaşmışlardır” da denilebilir. Ancak bu tür açıklamalar, taktik planda, çatışma alanında başarısızlığı bir yana bırakarak, stratejik planda “savaşma iradesi”nin sürdürüldüğünün ifadeleridir. Ama taktik planda, alanda çatışma (ki buna
muharebe de denilebilir) kaybedilmiştir.
Oysa daha birkaç ay önce, “baharla birlikte çok daha kanlı çatışmaların kapıda olduğu”, “savaşın daha da derinleşeceği” biçiminde bir söylem geliştirilmişti. Şimdi ise, Nusaybin’deki YPS güçlerinin (sol söylemle söylersek) “düzenli biçimde geri çekildikleri”nden söz edilmektedir. Üstelik, baharın son ayının son günlerinde.
Bütün bunlar “klasik sol” söylemlerin ifadesi olsa da, “klasik sol”un “klasik” dünya algısının da ifadesidir.
Burada “klasik” derken, hiç kuşkusuz, oportünist solun alışılmış ve her zaman ve koşulda ortaya attığı söylem ve mantıktan söz ediyoruz.
“Klasik” oportünist sol, anlayış olarak karşı olsa bile, her zaman devrimci mücadelenin trafik polisliğini yapmayı ve “dışardan” (“hariçten”) akıl vermeyi ve akıl üretmeyi sevegelmiştir. Bu bağlamda oportünist (ve elbette legalist) sol, PKK’nin “tam da yeniden seçim arifesinde” savaşa girişmesine ne kadar karşı olursa olsun, bir yerden sonra “savaş” bir olgu, bir gerçeklik haline geldiği andan itibaren “akıl hocası” olarak ortaya çıkmıştır.
Onların mantığı, şurdan-burdan duydukları ya da okudukları üç-beş “askeri” bilgiyle sınırlıdır. Halk savaşının müzmin, iflah olmaz karşıtları olmalarına rağmen, çok kolaylıkla halk savaşı konusunda teoriler yaparlar. “Öyle değil, şöyle” savaşılmasından, “öyle değil, böyle” taktikler izlenmesinden söz ederler. Nasıl olsa savaşacak olan ve savaşan kendileri değildir.
Oportünistler, “hendek savaşı”nda da “akıl hocalığı”nı kimseye bırakmamışlardır. Onlara göre, “bundan sonra”, yani “hendek savaşı” alabildiğine bir gerçeklik haline geldikten sonra, yapılması gereken şey, “savaşı derinleştirmek” ve “büyütmek”tir! Bunun yolu ise, “kırsaldakiler”in “kentselliğe” inerek, kentteki savaşa katılmasından geçer! Yani PKK’nin “kırsal güçleri”, kentlerdeki savaşa müdahil olmalıdır!
Oportünist söyleme alışık olmayanlar ya da oportünizmin niteliği konusunda fazlaca bir şey bilmeyenler açısından bu sözler “mantıklı” gelebilir. Oysa basit sözcük oyunları, kavramlarda oynamalar (tahrifat) yaparak, sanki “suret-i haktan” görünüyorlarmış izlenimi oluşturmaktadırlar.
PKK’nin “kırsal güçleri”nden söz ederler, ama bu “kırsal güçler”in yalın bir “gerilla gücü” olduğunu bir yana bırakırlar. Böyle olunca da, “gerilla gücü” kentlere saldırabilecek boyuta ve güce ulaşmış gibi bir “algı” oluştururlar. “Gerilla gücü” yerine, “kırsal güçler” ya da “PKK güçleri” vs. türünden sözcükler geçirerek bu “algı”yı güçlendirirler. (Ki benzer bir tutumu PKK yönetimi de sıkça yapmaktadır. Bu açıdan da kimseye bu oportünist söylem yadırgayıcı gelmez.)
Burada PKK yönetiminin böyle bir “yol”u düşünmediklerini söylemek haksızlık olur. Onlar da bir “seçenek” olarak, sınırlı ve kuşatılmış bir alanda sürdürülen ve bu nedenle imhayla sonuçlanacağı görülen “hendek savaşı”na kırlardan müdahil olmayı düşünmüşlerdir. Hatta çoğu durumlarda “kırsaldan” kadrolar bizatihi “hendek savaşı”nın içinde yer almışlardır. Gelinen aşamada bunun yeterli olmadığı, daha geniş kapsamlı bir “tavır” alınması gerektiği ortaya çıkmıştır. bu durumda da yapılabilecek tek şey, “kırsaldakiler”in doğrudan kent savaşına müdahil olmalarıdır.
İşte “baharla birlikte” derinleşeceği ve büyüyeceği söylenen “savaş”, böylesi bir gerçekliğin ortaya çıkardığı “
bir seçenek”le ilgilidir.
Zaten “devrimci halk savaşı”ndan söz edilmiyor mu? Öyle ise, “halk savaşı”nın “stratejik karşı-saldırı” aşamasının “taktikleri”nin kullanılmasında ne sakınca olabilir ki? Ayrıca yılladır PKK “stratejik denge aşamasında” olduklarını söylemiyorlar mı? Şimdi sırada “stratejik karşı-saldırı” vardır!
Oysa her şey ajitatiftir. Ne PKK (yıllardır, hatta on yıllardır) “stratejik denge aşaması”ndadır, ne de “stratejik karşı-saldırı”ya geçerek halk savaşını zafere ulaştıracak durumdadır. Gerçekte ise, PKK silahlı bir güçtür ve bu silahlı güç onlarca yıldır kırsal alanlarda gerilla savaşı yürüterek ayakta kalmaktadır. Ancak gerilla savaşını, hareketli savaşa (manevra savaşı) ve giderek mevzi savaşa (düzenli ordu) dönüştürememiştir. (Bunun nedenlerini değişik yazılarımızda ele aldığımız için burada değinmeyeceğiz.)
Bu koşullarda savaşı “derinleştirmek”, diğer ifadeyle “tırmandırmak” ve “şiddetlendirmek”, aynı zamanda tüm güçleriyle kent savaşına girişmek demektir.
Kentlerde, sözcüğün gerçek ve tarihsel anlamıyla bir “kitlesel ayaklanma” söz konusu değilken, düşman güçleri ülke çapında yıpratılmamışken, bırakın tüm güçleriyle kent savaşına girişmeyi, belli yerlerde kurtarılmış bölgeler yaratabilmesi bile olanaklı değildir. Bugün PKK’nin etkin olduğu kırsal alanlar, kurtarılmış bölge ve hatta gerilla üsleri olmaktan daha çok “
gerilla bölgeleri”
[7*] niteliğindedir.
Diğer yandan, güçler dengesi, gerilla savaşı dışında tümüyle PKK’nin aleyhinedir. Şuradan-buradan alınmış birkaç “uçaksavar füze”
[8*] görüntülerine bakarak PKK’nin silahlanma konusunda “çok büyük ilerleme” gösterdiğini ileri sürmek, yani kentleri “kuşatacak” güçte olduğunu söylemek sadece hayal görmekten ibarettir. Bu hayal de, sadece ajitasyonla ya da oportünist “akılla” görülebilir.
PKK, ne kadar “gelişkin” silahlara sahip görünüyor olsa da, kentlere yönelik topyekün bir saldırı yapabilecek güçte değildir. Bu “yapamaz” anlamına da gelmemektedir. Hiç tartışmasız böyle bir “saldırı” yapılabilir, ancak kendisinin fiziki olarak yok olmasını göze almaksızın bunu yapamaz. (Zaten PKK, söylemlerindeki “devrimci halk savaşı”nı uygulayabilecek ve zafere ulaştırabilecek bir konumda ve güçte olmuş olsaydı, bugüne kadar bunu gerçekleştirmiş olurdu ve “barış süreci” gibi sonu belirsiz bir “uzlaşma” arayışına girişmezdi.)
Evet, PKK, “hendek savaşı”na doğrudan kırsal güçleriyle birlikte “müdahil” olması “beklentisi” ile savaş gerçekliği birbiriyle uyuşmamaktadır. Ama ajitasyon ajitasyondur ve insanları şu ya da bu biçimde etkilemektedir. Yoğun ajitasyon koşullarında, hatta en teorik ve felsefik konuların bile ajitasyon söylemiyle ifade edildiği bir dönemde insanların gerçeklikten uzaklaşmaları da kolay olmaktadır. Bu söyleme olan “inanç”, sınıf mücadelesi geriledikçe ve güçsüzleştikçe daha fazla taraftar sağlamaktadır.
Dipnot
[1*] Kurtuluş Cephesi, “İç Savaş Ortamında Mevcut Durum”, Sayı: 145, Temmuz-Ağustos 2015.
[2*] Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi (Tevgera Ciwanen Welatparêz Yên Şoreşger)
[3*] Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016.
[4*] Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016.
[5*] “Cesaret, cesaret, gene cesare”; “Atılganlık, atılganlık, daha fazla atılganlık”.
[6*] F. Engels, “Ayaklanma”, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, s. 116-117.
[7*] Mao Zedung “gerilla bölgeleri”ni şöyle açıklıyor: “Buralar gerillalar oradayken onların, gerillalar gidince de kukla yönetimin söz geçirdiği bölgelerdi; bundan dolayı, buralara gerilla üsleri değil, gerilla bölgeleri demek daha doğrudur. Bu gibi gerilla bölgeleri, gerilla savaşına özgü bazı dönemlerden geçtikten sonra üs bölgeleri halini alacaklardır. Yani, çok sayıda düşman birlikleri burada imha edildiği ya da yenildiği, kukla yönetim yok edildiği, halk yığınları harekete geçirildiği, Japonlara karşı kitle örgütleri kurulduğu, yerel silahlı halk kuvvetleri geliştirildiği ve Japonlara karşı olan bir politik iktidar kurulduğu zaman, buralar üs bölgeleri olacaktır.” (Japonlara Karşı Gerilla Savaşının Stratejik Sorunları, Askeri Yazılar, s. 207.)
[8*] Bilindiği gibi, 13 Mayısta PKK’lilerin kimilerine göre, MANPADS (Man portable air defense systems/ İnsan tarafından taşınabilen hava savunma sistemi), kimilerine göre SA-7, SA-8 uçaksavar füzesiyle bir AH-1W tipi (Cobra) helikopter düşürmesinin görüntüleri yayınlandı. Görüntülerin ardından yapılan “yorumlar”da (ki çokluk devlet yanlısı olan) bu füzelerden PKK’nin elinde “onlarca” olduğu ileri sürülürken, bunun da PKK’nin teçhizat açısından “çok güçlendiği”nin kanıtı olarak sunuldu. Oportünist mantık ya da ajitatif söylem açısından, “bu kadar gelişkin havasavunma sistemi”ne sahip olan PKK’nin “stratejik karşı-saldırı” yapabilmesi pekala “mümkündür”!
A. Öcalan 1999’daki sorgusunda bu havasavunma füzelerine çok uzun süredir sahip olduklarını söylemiştir: “SAM-6/SAM-7 füzeleri 1990’dan sonra Körfez savaşında alındı. Diğer füzeler Yunanistan aracılığı ile (Sterella) alındı. Füzeler gemilerle tüccar malı içerisinde Körfez üzerinden K. Irak’a getiriliyordu. Sırbistan’da Strella (Kosova-Bosna) eğitim kampları var. 20 adet Strella alındığını biliyorum. SAM-6 ve SAM-7 füzeleri sağlıklı kullanılamadı. Strella’ların tanesi 18.000 dolar karşılığında satın alındı.”
Kısacası, bugün “yeniymiş” gibi sunulan uçaksavar roketleri PKK’nin elinde yirmi beş yıldır vardır ve değişik zamanlarda da kullanılmıştır.