Bugün, “hendek savaşı” ile başlayan süreçte PKK bir kez daha çıkmaza girmiştir. PKK’nin içine girdiği çıkmazları anlayabilmek için önce yakın tarihe bakmak gerekir.
PKK, pek çok sol örgütlenme gibi, 1975 sonrasında yükselen devrimci mücadele sürecinde ortaya çıkmıştır.
PKK’nin ilk oluşum sürecinde yayınlanan “Manifesto” (“Kürdistan Devriminin Yolu”), Kürdistan devriminin bir Milli Demokratik Devrim olduğunu ilan eder. Ancak Mao Zedung’un formüle ettiği ve Çin Devrimi’yle özdeşleşen Milli Demokratik Devrim anlayışı, PKK açısından, anti-emperyalist ve anti-feodal bir devrim olarak tanımlanmaz. Anti-emperyalizmin yerini “anti-sömürgecilik” alır. “Anti-sömürgecilik” “Kürdistan devrimi”nin “milli” yönünü oluşturur.
PKK’nin “Manifesto”sunda her ne kadar Kürdistan devrimi ile Vietnam devrimi arasında paralellik kuruluyor olsa da, “bağımsız ve demokratik Kürdistan”dan söz ediliyor olsa da, kendine özgü bir “milli”lik ve kendine özgü bir “demokratik”lik söz konusudur.
“PKK Manifestosu”nda Kürdistan devrimiyle kurulacak düzen şöyle tanımlanır:
“... demokratik merkeziyetçilik genel ilkesi altında, siyasi alanda demokratik halk cumhuriyeti biçiminde somutlaşan halk demokrasisi, ekonomik alanda, merkezi ve emredici bir devlet planlama teşkilatının önderliğinde devletçilik, kooperatifçilik ve özel mülkiyete yer veren, ağır sanayi başta olmak üzere tarım, sanayi, ticaret ve mali alanda bağımsız ve topyekün kalkınmaya dayanan bir ekonomik düzenin gerçekleşmesi...”
Bunlar Mao’nun formüle ettiği “yeni demokrasi”nin içeriğinden derlenmiştir. Ama Mao’nun “milli demokratik devrimi”nin anti-emperyalist hedefi, anti-sömürgecilikle yer değiştirdiğinden, yapılan derleme de, basit bir adaptasyondan başka bir şey değildir. (Ve bugün, herkesin bilebileceği gibi, bu söylemlerin esamesi bile okunmamaktadır. Demokratik halk cumhuriyetinin yerini “ekolojik-demokratik toplum projesi” alalı çok zamanlar olmuştur.)
Ancak burada bunları ele almayacağız. Asıl sorun, PKK’nin marksist-leninist literatürden adapte ettiği “milli demokratik devrim” anlayışının, tümüyle Türkiye’deki sınıfsal ve ulusal (anti-emperyalist) mücadeleden
ayrı örgütlenmeyi ve
ayrı mücadeleyi içermesidir.
Bu öyle bir “ayrı”lıktır ki, “ezen ulus”un (Türkiye) devrimcileri daha baştan dışlanırlar:
“... gerek ezen ulus “devrimcilerinden” gerekse onlarla farklı nüanslardan ama aynı telden çalan ezilen ulus “devrimcilerinden” gelen, ulusal mesele konusundaki ‘bölgesel özerklik’, ‘federal birlik’, ‘dil ve kültür özerkliği’ biçimindeki çözüm yolları gericidir ve günümüzde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının biricik doğru yorum tarzı olan “bağımsız devlet” tezine aykırıdır. Bağımsız devlet, günün şartlarında tek doğru, doğru olduğu için de devrimci bir tez olup, diğer tezler ve çözüm yolları devlet sınırlarına dokunmadığı için reformist, reformist olduğu için de gerici tezlerdir.”
Böylece Türkiye devrimci hareketi bir çırpıda “reformist” ve “reformist olduğu için de gerici” konumuna sokulur. Dolayısıyla böylesine “gerici” bir kesimle birlikte mücadele etmek zaten olanaksızdır!
Özcesi, PKK, daha kuruluş anından itibaren,
Türkiye devrimci mücadelesinin dışında yer almayı seçmiş ve bu nedenle de
ayrı örgütlenmeye yönelmiştir. Bu nedenle, karşı karşıya kaldığı sorunlar, Türkiye devrim mücadelesi bütünselliği içinde değerlendirilemez.
Askeri terimlerle söylersek, PKK, savaşın başlangıcında
ayrı örgütlenme temelinde “yığınak” yapmıştır. Bu stratejik bir tercihtir ve yanlış yapılan bir yığınak, tüm stratejik mücadele boyunca etkisini sürdürür.
PKK için, Kürdistan devrimi, “uzun süreli ve çeşitli evrelerden geçecek olan bir halk savaşı” ile gerçekleşecektir. Bugün kendi terminolojilerinde “devrimci halk savaşı” adını verdikleri bu çizgi, yine Mao Zedung’un formüle ettiği ve uyguladığı halk savaşı çizgisidir. (Ancak PKK’nin ortaya çıktığı dönemde Çin’deki gelişmeler –ki Mao Zedung ölmüştür–, “sosyal-emperyalizm” teorileri vb. karşısında halk savaşına ilişkin göndermeler neredeyse tümüyle Vietnam devrimine ilişkindir.)
İster Çin, ister Vietnam örnek alınsın, her ikisinde de (Amerikan emperyalizminin askeri doktirininde “gayri nizami savaş” adı verilen) ortak nokta halk savaşıdır.
Burada öncelikli olarak, halk savaşının ne olduğunu ve stratejik bir çizgi olarak nasıl yürütüldüğünü açıklamak gerekir.
Halk savaşı çizgisi, Giap’ın tanımıyla, “silahlı kuvvetleri, teçhizat ve teknik bakımdan hala zayıf olan fakat, maddi açıdan çok daha güçlü bulunan bir düşmana karşı çarpışmak”, “maddi gücü moral güçle yenmek, güçlü olanı güçsüz olanla yenmek, modern olanı ilkel olanla yenmek, saldırgan emperyalistlerin modern ordularını, halkın yurtseverliği ve devrimi tam olarak gerçekleştirmek azmiyle yenmek”tir.
Böyle bir savaş, doğal ve kaçınılmaz olarak uzun süreli bir savaştır. Uzun süreli bir savaş ise, sağlam bir “arka cephe”, yani
kurtarılmış bölgeler olmaksızın sürdürülemez. (Burada kurtarılmış bölgelerin önceli olarak gerilla üs bölgelerini ve gerilla üslerini ele almayacağız.)
Kurtarılmış bölgeler, halk savaşının ilk ve yakın hedefidir. Bu bölgeler, askeri güçlerin örgütlendiği, eğitildiği alanlardır. Halk savaşını yürütecek güçlerin “arka cephesi”dir.
Bu yüzden, halk savaşının ilk stratejik sorunu, kurtarılmış bölgelerin nasıl ve hangi koşullarda yaratılacağı sorunudur.
Mao Zedung’un ortaya koyduğu ve pratikte de gerçekleştirdiği kurtarılmış bölgelerin kuruluşu, herşeyden önce, zayıfta olsa bir halk ordusunu gerektirir. Ancak bu durum, “olağanüstü” bir başka durumla, yani “beyaz rejim içindeki parçalanmalar ve savaşlar”la birlikte kurtarılmış bölgelerin yaratılmasını ve yaşatılmasını sağlar.
Mao’ya göre, Çin gibi yarı-sömürge bir ülkede, emperyalist güçler arasındaki bölünmeler, yarı-sömürgelerde değişik iktidar kliklerinin ortaya çıkmasına yol açar. Güçlü bir merkezi otorite olmadığından, bu klikler ülkenin değişik yörelerinde iktidarı ellerinde tutarlar. Kendi aralarında savaş olduğundan, birbirleriyle dayanışmaları söz konusu olamaz. “Düşmanımın düşmanı dostumdur” siyaseti ile kendi yöresel iktidarlarını korumaya çalışırlar.
İşte bu “beyaz rejim” içindeki parçalanmalar ve savaşlar, zayıf bir Kızıl Ordu’nun ülkenin belli yörelerinde iktidarı ele geçirmesini olanaklı kılar. Ama bu durum, Mao’nun da ifade ettiği gibi, yarı-sömürge ülkeler için geçerlidir. Halk savaşı çizgisi açısından asıl olan, uzatılmış bir savaşı yürütmek, zayıf gücü geliştirmek için kurtarılmış bölgelerin gerekli ve zorunlu olduğudur.
Halk savaşının ikinci ayırıcı özelliği, gerilla savaşının halk savaşının ilk evresinde temel savaş biçimi olarak ortaya çıkmasıdır. Gerilla savaşı, giderek hareketli savaşa ve oradan da mevzi savaşa dönüşür. Bu bağlamda, gerilla gücü, hareketli bölgesel güce ve daha sonra da düzenli orduya dönüşür. Bu üç savaş biçimi ve üç silahlı örgütlenme olmaksızın halk savaşını yürütmek ve sürdürmek olanaksızdır.
Halk savaşı, tüm savaşlar gibi,
düşman güçlerini yenilgiye bozguna uğratmayı hedefler. Savaşta düşmanı yenilgiye uğratmak, Clausewitz’in tanımlamasıyla, düşmanın iradesini kırmak ve kendi irademize tabi kılmaktır.
Halk savaşı, halk ordusunun zaman içinde güçlenmesi, kurtarılmış bölgelerin genişletilmesi ile halkın, özellikle kentlerdeki halkın mücadeleye fiilen katılmasıyla stratejik saldırı aşamasına ulaşır. Kırsal bölgelerdeki silahlı güçler ile kentlerdeki halk ayaklanması birleştirilerek düşmana nihai darbe vurulur. Sonuçta, düşmanın siyasal iktidar merkezi (en bilinen ifadesiyle başkent) halk güçlerinin eline geçer.
Söz konusu olan Kürdistan ise, burada halk savaşının zaferi, “sömürgeci güçleri”, özel olarak onların askeri güçlerini (stratejik düzeyde) yenilgiye uğratmakla mümkündür. Ancak o zaman “sömürgeci güçler”, Kürt halkının “iradesine” boyun eğerler. Bunun yolu da, düşman güçlerini “silahtan arındırmak”, yani silah kullanamaz, savaşı sürdüremez hale getirmekle olanaklıdır.
Ama bu savaş, bir ülkenin devlet
sınırları içinde, bir bölgesel silahlı güç ile ülkenin bütününde egemen olan bir başka (düşman) silahlı güç arasında gerçekleşmektedir. Böyle bir savaşta, eğer yaratılabilinirse kurtarılmış bölgeler, Çin ve Vietnam savaşında olduğu gibi, düşmanı zayıflatan bir unsur değildir. Düşman güçleri, geniş bir coğrafyadan beslenen ve geniş bir nüfus tarafından sağlanan olanaklara sahiptir. Modern askeri donanıma sahip olmanın yanında, bölgede kendi siyasal kurumlarını oluşturmuştur. Çin ve Vietnam’daki gibi “sömürgeci güç” dışsal bir olgu değildir.
Böyle bir gücü yenilgiye uğratabilmek, savaş gücünü yok etmek, sonuç olarak yenmek, ancak ülke çapında yürütülecek bir halk savaşıyla mümkündür. Bir diğer ifadeyle, bölgesel düzeyde formüle edilmiş olan halk savaşı, tüm coğrafyada, bu coğrafyanın bütünselliği içinde yürütülmediği sürece, bölgesel gücün
askeri zafer kazanması (halk savaşıyla) olanaksızdır.
Savaş alanı olan ülkenin dışında “eğitim kampları”, “üs bölgeleri” oluşturulmuş olması, hiç kuşkusuz, PKK için bir avantajdır. Ama bu avantaj, savaşın kazanılmasına ilişkin değil, sadece savaşın
sürdürülmesine ilişkin bir avantajdır. Hiçbir biçimde halk savaşının asli unsuru olan kurtarılmış bölgelerle özdeşleştirilemez.
Burada fiilen 600 bin kişilik ve seferberlik durumunda 2,5 milyona ulaşan bir sürekli ordu sözkonusudur. 50-55 milyonluk bir nüfusa sahiptir. Daha da önemlisi, bu askeri güçler, bölgeye dışardan gelmiş işgalci bir güç değildirler. Onların “sömürgeci” olması, tarihsel olarak bölgeyi “işgal” (ve elbette “ilhak”) etmiş olmaları, herhangi bir ülkenin bir başka ülkeyi işgal ettiği koşullarla aynı değildir.
“Sömürgeci güç”, aynı zamanda
devrim durumunun sürekli mevcut olduğu bir ülkenin gücüdür. Kendi içinde parçalanması, ancak bir devrim sürecinde, bir
iç savaş koşullarında ortaya çıkabilir. Bunun dinamikleri de, bölgesel değil, ülke çapındadır. Eski feodal dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde merkezi bir devlet aygıtı mevcuttur. Böylesi bir güce karşı, ancak
ülkenin bütününü esas alan bir halk savaşı ile zafer kazanılabilir.
İşte PKK’nin “yığınak”ta yaptığı hata, böyle bir bütünsel ve birleşik mücadelenin dışında kendisini örgütlemesidir. Doğal olarak böyle bir “yığınak”la böyle bir gücü yenilgiye uğratmak olanaklı olmadığından, değişik “çareler” aramak zorunda kalmaktadır.
1990’ların ilk yıllarında halk savaşının “stratejik denge” aşamasında olduklarını ilan eden PKK, “yığınak”taki hatasının sonucu askeri bir zafer kazanamayacağını gördükçe, emperyalist güçlerden destek almaya yönelmiştir. Böylece “Kürdistan devrimi”, “demokratik halk cumhuriyeti” gibi hedefler ve amaçlar tarih olmuştur.
“Stratejik denge” aşamasının 25. yılında PKK’nin bölgesel olarak tartışmasız bir askeri-politik güç haline gelmesiyle birlikte, halk savaşı yolu zaman zaman anımsanmaya başlamıştır. Amerikan emperyalizminin Irak işgaliyle ele geçen yeni silahlar ve emperyalist ülkelerle kurulan ilişkiler, askeri olarak PKK’yi güçlendirmiş olması da bu anımsamada etkin bir unsur olmaktadır. Ama “askeri savaş”ta zafer kazanmak, göründüğü kadar kolay değildir.
Bugün bölgesel düzeyde yürütülen “hendek savaşı”, PKK’nin söyleminde “devrimci halk savaşı”nın yeni bir aşaması olarak gösterilmektedir. Yani halk savaşının stratejik saldırı aşamasında, halk ordusu ile halkın ayaklanmasına dayanan bir zaferin öngünü gibi tanımlanabilir.
Bu öngünde, kırsal alanlardan gelen silahlı güçler, kentlerdeki silahlı ayaklanma ile birleşerek zafere doğru ilerler. Kentler, bu güçlerin birleşik harekatı ile birbiri ardına ele geçirilir ve düşman tek tek kentlerden kovulur. Bugün, Türkiye “sol”unda esen rüzgarlar, söylemler, ne kadar üstü örtük olursa olsun, böyle bir gelişmenin üzerine yükselmektedir.
İşte PKK’nin karşı karşıya olduğu çıkmaz da buradadır.
Bir taraftan 30 yıldır sürdürülen bir gerilla savaşı, öte yandan güçlü merkezi otoriteye karşı askeri zaferin kazanılamaması gerçeği vardır. PKK’nin (doğal olarak “önderliği”nin) 1995’teki ilk büyük dönüşümü ve ardından 2007 sonrasındaki ateş-kes dizileri, her açıdan askeri savaşta tek başlarına zafer kazanamayacaklarının kabulü demektir. (Ve sadece AKP’nin seçim kazanmasına hizmet etmiştir.)
Yıllar öncesinden bilinen ve hatta yer yer planlanıp uygulamaya bile sokulan “devrimci” halk savaşının zafere ulaştırılamayacağının görülmesi, PKK’deki dönüşümlerin temelini oluşturur. Böyle bir önkabul karşısında, bir kez daha, “hendek savaşları”nın itmesiyle geriye-dönüş, sonuç açısından fazlaca bir şeyi değiştirmeyecektir.
Bu bilinirken ve biline biline “hendek savaşları” sürecine girilmesi, kırsal alanlardaki gerilla gücünün ne yapacağı sorusunu ortaya çıkarmıştır.
“Klasik” ya da kendi tanımlamalarıyla “devrimci” halk savaşı açısından bu sorunun yanıtı, doğrudan stratejik karşı saldırı aşamasındadır. Kırsal alanlardaki gerilla gücü ile kent ayaklanmasının birleştirilmesiyle gerçekleştirilecek olan bir stratejik karşı saldırıyla, düşmanın silahlı güçlerini “iki ateş arasına” alarak zafere doğru ilerlemeyi sağlayacağı varsayılabilir. Ama bu sadece teorik bir varsayımdır. Kendi deneyimleri, böyle bir topyekün saldırıyla birlikte tümüyle yok olabilme olasılığını da ortaya koymaktadır.
PKK’nin, “medyatik” söylemle “Kandil”in karşı karşıya kaldığı çıkmaz, iki olasılığın (stratejik karşı saldırı ile savaşı tırmandırmak ve başarıya ulaşılamazsa tümüyle yok olmak) arasına sıkışmaktan kaynaklanmaktadır.
“Bahar gelince” savaşın daha da şiddetleneceğine ilişkin söylemler de, bu iki olasılıktan birincisine mutlak bir değer atfetmekten kaynaklanmaktadır.
Burada savaşta cüretin, atılganlığın rolü üzerine konuşmak elbette mümkündür. Cüret ve atılganlık, maddi gerçeklikten kopmadığı sürece bir yere ve role sahiptir.
Herşeyden önce “düşman” güçleri uzun süre savaşı sürdüremeyecek boyutta yıpratılmamıştır (yıpratma savaşı). Aynı ölçüde, düşman güçlerinin imhası (imha savaşı) olağan dönemlerin çok ötesinde değildir. PKK’nin silahlı güçleri, ne kadar disiplinli olurlarsa olsunlar, düzenli bir orduya dönüşememişlerdir. Üstelik hareketli savaşı (manevra savaşı) yürütecek örgütlülüğe ve deneyime sahip değillerdir. Halen kırsal alanlarda bile küçük silahlı güçlerle hareket edilmektedir. Güçlerin zaman ve mekan içinde yoğunlaştırılması söz konusu olmamıştır.
Böylesi bir durumda, “devrimci” halk savaşı “böyle gerektiriyor” diyerek savaşı tırmandırmak, mevcut tüm güçlerle saldırıya geçmek, yukarda da belirttiğimiz gibi, tümüyle yok edilme olasılığını da içinde taşımaktadır. Ayrıca böyle bir askeri tırmanma karşısında “T.C.”nin nasıl yanıt vereceği de bilinemezler arasındadır. Devlet Bahçeli’nin son açıklamalarında söylediği gibi, kentlerde “taş üstünde taş, baş üstünde baş” bırakmayacak bir askeri yanıt her zaman olasıdır.
Stratejik düzeyde böyle bir askeri tırmanma politikasının uygulanma olasılığı ne kadar zayıfsa, taktik planda buna benzer bir askeri politikanın uygulanma olasılığı o kadar mevcuttur. PKK, taktik planda, sanki stratejik düzeyde gerçekleştiriliyormuş görünümü altında, böylesi bir askeri harekâta girişebilir. Bu taktik “saldırı”nın, sadece bu saldırıyı gerçekleştiren güçlerin imhasından öte bir etkide bulunmayacağı, yani stratejik güçlerini etkilemeyeceği kabul edilirse, ortaya çıkacak durum bir “güç denemesi”nden başka bir şey olmayacaktır. Ama stratejiden ve somut gerçeklikten kopuk bir “güç denemesi” pek çok dengelerin yer değiştirmesine yol açabilir.
Tüm bu olasılıklar ve varsayımlar “Kandil”in içine girdiği çıkmazın boyutlarını göstermektedir.
Elbette bu noktada, tek tek insanlara “siz olsanız ne yapardınız” diye soru sorarak “çıkmaz”dan çıkmak olanaklı değildir. Cemil Bayık’ın
Times’a verdiği röportajda ifade ettiği gibi, “
halkımız intikam hisleriyle dolu.
Gerillalarımıza, onlara yapılanların intikamını almaları çağrısında bulunuyor”ken, yıllar boyunca “devrimci” halk savaşının aşamalarından söz edilmişken ve savaşçılar bu yönde eğitilmişken, “başka bir seçenek” de ortada görünmemektedir.
“Kandil” ya aşağıdan gelen baskıya boyun eğerek savaşı tırmandırma kararı alacaktır, ya da aşağıdan gelen baskıyı “değişik araçlarla” nötralize ederek zaman kazanmaya çalışacaktır.
Bugün PKK üst düzey yöneticilerinin “topyekün savaş”tan söz etmeleri, bu ikilemde ikinci yolu tercih edecekleri yönünde belirtiler olarak da kabul edilebilir.
Her durumda, “yığınak”ta yaptıkları hata, savaşın geldiği bu aşamada ortadan kaldırılamayacaktır. Birkaç “sol” örgütü bir masa çevresinde toplayarak oluşturulan “birlik” de bu “yığınak”ta yapılan hatayı ortadan kaldıracak nitelikte değildir.
Böyle bir çıkmazla, ikilemle karşı karşıya kalınacağı, “hendek savaşı”nın başlangıcında görülmesi gereken bir durumdur. Eğer “hendek savaşı” bir kent ayaklanmasının ifadesiyse, PKK yönetiminin, kendiliğinden ya da örgütlü bir kent ayaklanması karşısında ne yapacağını da önceden saptaması gerekir. Olaylar geliştikten ve tek tek “hendek savaşı” alanları ağır tahribata uğradıktan sonra “şimdi ne yapmalı” sorusunu sormak, yeni savaşçılar için ne kadar olanaklıysa, eski yöneticiler için o kadar anlamsızdır.
Bu çıkmazlardan ve ikilemlerden çıkmanın tek yolu, ülke bütününde bir halk savaşı stratejisinin yürütülmesiyle olanaklıdır. Bu da PKK söyleminde ifadesini bulan “devrimci” halk savaşından temelden farklı bir stratejik çizgidir.
Tarihsel olarak PKK’yi böyle bir çıkmazdan çıkartacak bir başka olasılık daha vardır. Bu da, “sömürge savaşları”ndan yorulmuş ve yıpranmış Portekiz ordusunun solcu askerlerle gerçekleştirdiği “karanfil devrimi” benzeri bir durumun ortaya çıkmasıdır. (1974 yılında gerçekleştirilen “sol darbe” sonucunda Portekiz Afrika’daki sömürgelerini “barışçıl” biçimde terk etmiştir.)
“Darbe” söylemlerinin gündemin ilk sırasına çıktığı bugünlerde bu olasılığı da anımsatmış olalım.
Dipnot