Öncelikle “Yeşil Sermaye”nin ne olduğunu anımsatalım.
Bilindiği gibi “Yeşil Sermaye”, “dini bütün”, “islamcı”, moda sözcüklerle “ameli helal” olan kişilerin sahip olduğu sermayeyi tanımlamak için “medya”nın kullandığı bir sözdür. Gerçekte ise,
tefeci-tüccar sermayesinin sanayi ve ticaret sermayesi haline dönüşmüş halidir. Diğer bir tanımla, feodal tefeci-tüccarların kapitalizm koşullarına uyumlanmasıyla ortaya çıkmış olan sermayedir. Kimi zaman “Anadolu Kaplanları” türünden yakıştırmalarla tanımlanan bu sermaye kesimi, Anadolu’daki “kapalı üretim birimleri”nde (feodal ve yarı-feodal) toprak ağalarıyla birlikte egemen olan tefeci-tüccar kesiminin
yukardan aşağıya gelişen kapitalizmle uyumlanmasının ürünüdür.
Kapitalizmin “klasik” (iç dinamikle) gelişimi içinde tefeci-tüccar sermayesinin bir bölümü, önce ticaret sermayesine ve daha sonra sanayi sermayesine dönüşerek kapitalizme eklemlenir. Eklemlenemeyen kesimler feodalizmin tasfiyesi sürecinde yok olup giderler.
Ancak, bu kapitalizme eklemlenen kesimler, kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle değil de dış dinamikle, yani emperyalizm tarafından yukardan aşağıya geliştirildiği ülkelerde emperyalizmle ittifak kurarak varlıklarını
üstyapısal olarak sürdürmeye çalışmışlardır (1950-1960 Menderes dönemi). Bu dönemde emperyalizm, her ne kadar tefeci-tüccar kesimiyle ittifak içinde olmuşsa da, baştan kendisine bağımlı işbirlikçi-tekelci burjuvazinin egemen olmasını sağlamıştır.
Böylece yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizme eklemlenmeye çalışan tefeci-tüccar sermayesi, işbirlikçi-tekelci burjuvazi karşısında giderek güçten düşmüş ve çoğu durumda
emperyalizm-yerli işbirlikçi sınıflar ittifakından büyük ölçüde dışlanmışlardır.
12 Mart 1971 “Muhtırası”yla birlikte kurulan I. Erim Hükümeti,
küçük-burjuva aydınlarını “ilerici, reformist, Atatürkçü” görünümü altında kendisine yedekleyerek bu feodal sınıf ve zümreleri tasfiye etmeye girişmiştir. Ancak gelişen silahlı devrimci mücadeleyle Erim Hükümeti’nin yüzünün açığa çıkması, yani emperyalizm ile işbirlikçi-tekelci burjuvazinin saf iktidarı olduğunun görülmesi üzerine küçük-burjuva aydınlarının desteğini kaybetmiş ve tasfiye etmeye çalıştığı tefeci-tüccar kesimiyle yeniden bir
consensus (uzlaşma ya da asgari müşterek) oluşturmak zorunda kalmıştır. II. Erim Hükümeti bu ittifakın iktidarı olarak kurulmuştur (Aralık 1972).
Geniş anlamda feodal sermaye (ağırlıklı olarak tefeci-tüccar sermayesi), yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizm koşullarında orta ve küçük sermaye kesimleri içinde yer alır. Diğer ifadeyle, Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesi, bir bütün olarak orta ve küçük sermayeyi oluşturur.
Bu orta sermaye kesimlerinin bir bölümünün tekelleşmesini, tekelci burjuva olmalarını önleyen iki temel faktörden birisi
siyasal müdahaleler (siyasal iktidar ya da devlet), ikincisi sermaye yetersizliğidir. Hem devlet iktidarı hem de bankalar, yani kredi kuruluşları, işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile emperyalizmin denetimi altında olduğundan bu kesimlerin ek sermaye talebi ya karşılanmamış ya da yüksek faizle karşılanmıştır. Dolayısıyla bu tekelleşememiş sermaye kesimleri, hem mevcut “statüko”ya hem de faize karşıdırlar (“Çatışma-uyum” diyalektiğinde “çatışma”nın öne çıkışı).
İşte bu kesimlerin siyasal ve ekonomik istemleriyle “şeriatçılık”ın ya da “siyasal islam”ın ortaklığı bu temelden kaynaklanır. Devletin
islamileştirilmesi, bu sermaye kesimlerinin tekelleşebilmesi için gerekli ek sermayeyi kolay ve ucuz yoldan bulmasını sağlayacağı gibi, “kamu ihaleleri” yoluyla da büyümesini sağlayacaktır.
Amerikan emperyalizminin 1980’lerde Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği “Yeşil Kuşak” projesiyle bu sermaye kesimlerine Suudi Arabistan ve Katar aracılığıyla sermaye transferi yapılarak ek sermaye talebi belli ölçülerde karşılanmıştır. Ancak ek sermaye talebi karşılanmış olsa da, mevcut oligarşik yapı içinde yer alacak güce ve büyüklüğe ulaşamamışlardır.
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığı koşullarında, Koç ve Sabancı holdingin başını çektiği oligarşi ile tefeci-tüccar sermayesi arasında yeni bir
consensusa gidilmiştir. Bu “uzlaşma”nın ürünü olarak da Recep Tayyip Erdoğan İstanbul belediye başkanlığı koltuğuna oturtulmuştur.
Her ne kadar işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisinin ağırlıkta olduğu oligarşi ile tefeci-tüccar sermayesi (“Yeşil Sermaye” ya da orta sermaye) arasında yeni bir
consensus oluşmuşsa da, tefeci-tüccar sermayesinin en büyüklerinin tekelleşmesi “28 Şubat süreci”yle engellenmiştir.
“28 Şubat süreci”, tıpkı I. Erim Hükümeti döneminde olduğu gibi, oligarşinin, gelişen ve güçlenen tefeci/tüccar orta sermaye kesimlerinin tekelleşmesini önlemek amacıyla, “laiklik” temelinde küçük-burjuva aydınlarını kendine yedeklemesiyle gerçekleştirilen “post-modern” bir darbedir.
“28 Şubat süreci”nde “Yeşil Sermaye”nin bir bölümü (Kombassan vb.) etkisizleştirilmişse de, küçük ve orta sermaye kesimlerine fazlaca dokunulmamıştır. Amerikan emperyalizmi, yeni pazar gereksinmesi ve “yeni” Ortadoğu “projesi”yle “islami sermaye” kesimleriyle yeniden ittifaka girmiştir. Bu ittifak sonucunda AKP Türkiye’de iktidara getirilmiştir.
AKP iktidarı, Amerikan emperyalizminin “islam ülkeleri”ndeki büyük ve irileşmiş tefeci-tüccar sermayesiyle ittifakının bir ürünü olmuşsa da, bu ittifak oligarşinin yapısına hemen yansımamıştır.
Ortadoğu’da emperyalizmin pazarlarını belli ölçüde daraltan Baas iktidarlarının tasfiye sürecine girilmesiyle birlikte “islami ser-maye”nin en irileri (istemeye istemeye de olsa) oligarşinin içine alınmıştır.
İşte son yıllardaki “özelleştirme” ihalelerinde ortaya çıkan “konsorsiyumlar” bu yeni oligarşik yapının bir sonucudur.
Bugün Türkiye’de “islami sermaye”nin en büyük ve en iri kesimi olarak kabul edilen Ülker Holding (ya da bugünkü adıyla “Yıldız Holding”), tartışmasız biçimde tekelleşmiş ve oligarşi içinde yer almıştır.
17 Aralık 2012’de yapılan 5,720 milyar dolarlık otoyolların ve köprülerin “özelleştirme ihalesi”ni Koç Holding, UEM Group Berhad ve Gözde Girişim Sermayesi Yatırım Ortaklığı “konsorsiyumu”nun (“ortak girişim grubu”) “kazanması” Ülkerlerin oligarşiye kabul töreni olmuştur.
Bu ihalenin diğer bir özelliği ise, UEM Group Berhad’ın Malezya
devlet tekeli olan
Khazanah Nasional Berhad’ın yan kolu olmasıdır. Bir ülkenin tekel durumundaki bir kamu kuruluşunun bir başka ülkenin kamu kuruluşunun “özelleştirme ihalesi”ne katılıyor olması da bir başka “ilginç” olaydır.
Khazanah Nasional Berhad’ın bir diğer yan kuruluşu olan
Integrated Healthcare şirketi, 24 Aralık 2011 tarihinde “islami serma-ye”nin en gözde kuruluşlarından birisi olan Acıbadem hastanelerinin %75 hissesini 1,26 milyar dolara satın almıştır.
Böylece “Türkiye Malezyalaşıyor mu?” tartışmaları unutulup giderken, Malezya’nın devlet tekeli “islami sermaye”nin “dış finansetörü” olarak ortaya çıkmıştır. (Burada küçük bir parantez açarak, Abdullah Gül’ün “girişimçi ruh”lu (ya da “Kalvinist”) oğlu Mehmet Emre Gül’ün “bardakta mısır” işinin Malezyalı Daily Fresh Foods’a ait olduğunu anımsatalım.)
Ancak “islami sermaye”nin en irilerinin oligarşiye “kabulü” bununla sınırlı değildir. Son yapılan “okul sütü ihalesi” de yeni oligarşik yapıya uygun olmuştur.
Türkiye genelini dört kısma ayıran okul sütü ihalesi, birinci kısım Dimes-Pınar Süt Ortak Girişimi’ne (27 milyon TL), ikinci kısım Aynes Gıda’ya (39 milyon TL), üçüncü kısım Ak Gıda’ya (52 milyon TL) ve dördüncü kısım Aynes Gıda’ya (14 milyon TL) verilmiştir.
Bu “kardeş payı”nda, Pınar Süt, oligarşinin “temel direklerinden” birisi olan Durmuş-Yaşar Holding’e (DYO) aittir. Ak Gıda ise, Ülker’in, yani yeni adıyla Yıldız Holding’in yan kuruluşudur. Her ne kadar Yıldız (Ülker) Holding süt ihalesinde “arslan payı”nı almışsa da, bu da AKP (yani Ak Parti) iktidarı sayesindedir. Ne de olsa “bal tutan parmağını yalar”.
Dün, 2000’lerin başlarında ve AKP’nin ilk yıllarında, 12 Eylül 2005’te yapılan “tarihin ikinci büyük özelleştirme ihalesi” olan Tüpraş’ı 4,1 milyar dolara (ve “yandaş” Çalık Grubu’na karşı) Koç Holding alırken “müttefiki” Shell olmuştur. Aynı biçimde ve aynı dönemde “tarihin üçüncü büyük özelleştirme ihalesi” olan Ereğli Demir-Çelik’i 2,7 milyar dolara “milli güçler” olarak OYAK almıştır. Bugün ise, Ülkerler ile Koç işbirliği içinde en büyük devlet ihalesini almaktadır. Son yıllarda Koç Holding “onursal başkanı” Rahmi Koç ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki “sıcak muhabbet” ve “ilk yerli otomobil”den “ilk milli tank”a kadar pekçok “girişim”e Koç Holding’in “imza” atması yeni oligarşik yapının “patronu”nun yine Koç’lar olduğunu tanıtlamıştır.
Açıktır ki, bu yeni işbirliği, her ne kadar “Batı sermayesi”nin yerine Malezya devlet sermayesi, Dubai, Katar vb. “islam ülkeleri” sermayesi almış görünse de, oligarşinin yeni yapısını yansıtmaktadır. Daha açık ifadeyle, dün olduğu gibi bugün de oligarşinin “kaptanı” olan Koç Holding, küçük-burjuva aydın kesimin “algı”ladığı gibi, “ilerici, reformist ve laik” bir sermaye grubu değildir. Koç Holding, dün olduğu gibi bugün de, emperyalizmin işbirlikçi-tekelci burjuvazisinin en büyüğü ve çıkarlarının temsilcisidir. Şu asla unutulmamalıdır: Paranın dini ve imanı yoktur.