Ekonomiyle az çok ilgisi olan herkesin 1980 sonrasında sıkça duyduğu iki isim vardır: Milton Friedman ve John Maynard Keynes.
1980'de ABD'nin faiz oranlarını yükseltmesiyle birlikte patlak veren ve bir kaç yıl içinde geri-bıraktırılmış (burjuva iktisat diliyle "gelişmekte olan") ülkeleri yaklaşık on beş yıl süren büyük bir borç krizine sürükleyen dünya ekonomik bunalımı, neredeyse Keynesciliğe karşı Friedmancılığın savaşı ve zaferi olarak anılır.
1995'lere gelindiğinde, 1980 dünya ekonomik bunalımından on beş yıl sonra, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki borç krizi, diğer ifadeyle yüksek enflasyon dönemi sona ererken, Türkiye dışında pek çok ülkede enflasyon büyük ölçüde denetim altına alınmışken yeni bir kriz dalgası 1997 Asya Krizi'yle birlikte ortaya çıkmıştır. 1997 kriziyle Japon ekonomisi kronik bir durgunluğa girerken, aynı zamanda Japonya'nın dünya ekonomisi içindeki yeri ve önemi büyük ölçüde sarsılmıştır. Bu krizin ardından patlak veren 2000 krizi, bütün emperyalist ekonomileri etkisi altına alırken, krizden en fazla etkilenen sektör telekomünikasyon şirketleri olmuştur. Enron'un iflası 2000 krizine damgasını vurmuş ve ardından gelen finansal genişlemeyle kriz geçiştirilmiştir.
2000 krizini geçiştirmede, bir başka ifadeyle ötelemede kullanılan finansal araçlar büyük bir genişleme göstererek, dünyadaki meta fiyat/değer ilişkisini büyük ölçüde değiştirmiş, metaların değerleri olağanüstü boyutlarda düşerken fiyatlar ya yükselmiş ya da aynı düzeyde kalmıştır. 2000 krizini ötelemede kullanılan finansal araçlardaki genişlemenin sonuçları ise 2007'de mortgage piyasasında başlayan dalgalanmalarla görülmeye başlanmış ve 2008 Ekim ayındaki finans kriziyle dünya çapında bir krize yol açmıştır.
Buraya kadar özetlediğimiz 1980-2008 arasındaki dünya ekonomisindeki bunalım ve krizler, belli periyotlarla sürekli yinelenen klasik kapitalizmin ekonomik bunalımlarından (bunun derinleşmiş hali olarak ekonomik krizler) başka bir şey değildir. Tüm kapitalist ekonomik bunalımlar gibi, bu bunalım ve krizler de genel niteliktedir, yani tüm kapitalist-emperyalist dünya ekonomisini etkisi altına alan bunalım ve krizlerdir. Ve kapitalizmin irsi hastalığı olan aşırı-üretim bunalımlarının değişik görünümlerine ve aşamalarına denk düşer.
En bilinen, ama hemen hemen hiç bir burjuva ve küçük-burjuva iktisatçının tahlil etmeye kalkışmadığı bu aşırı-üretim bunalımları, adından da anlaşılacağı gibi, üretimin satışlardan daha fazla olduğu, yani arzın talebi aştığı, dolayısıyla üretilmiş malların satılamadığı bir durumda ortaya çıkan bunalımlardır. Kapitalist, mal (meta) üretmek için sermayesini yatırmış, gerekli üretim araçlarını satın almış, hammadde temin etmiş ve üretime geçmişken, ürettiği ürünler pazarda satılamaz duruma gelmişse, ortada bir aşırı-üretim, yani tüketicilerin satın alma güçlerinin ötesinde ürün fazlası ortaya çıkar. Bu durumda der Keynes, asıl olan "eksik tüketim"i ortadan kaldırmak, yani tüketicilerin alım gücünü artırmak, bu ürünlerin satılabilmesi için (ve bunalımdan çıkış için) tek yoldur.
Marks'ın kapitalist ekonominin eleştirisinde söylediği ve burjuva ekonomistlerinin ezbere bildikleri gerçek çok açıktır: "Bütün gerçek bunalımların son nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir."[1*] 1929 ekonomik bunalımı ("büyük kriz"), sözcüğün tam anlamıyla aşırı-üretimin gerçek ve kitlesel ölçekte görülebilir olduğu ilk bunalımdır.
Genel olarak bu bunalım, büyük bir üretim artışı ortaya çıktığı bir evrede, bu üretimin ürünlerini satın alacak kitlesel bir talebin bulunmayışı olarak tanımlanır. Günümüzün "medyatik" ekonomi kavramlarıyla ifade edersek, aşırı-üretim krizleri, ülkelerin ve sektörlerin büyümesinin rekor üzerine rekor kırdığı bir evrede ortaya çıkar. Üretim, büyük bir finansal genişlemeyle, kredi sistemiyle finanse edilir, üretimde olağanüstü artış gerçekleşir, sermaye miktarı olağanüstü büyür. Birbiri ardına fabrikalar kurulur, büyük yatırımlara girişilir. Doğal olarak sermayede ve üretimdeki bu genişlemeye paralel olarak da istihdam artar, işsizlik azalır, kitlesel talep büyür. Ancak istihdamdaki artışa, kitlesel talepteki büyümeye oranla üretimdeki büyüme daha fazladır, dolayısıyla belli bir süre sonrasında üretilenler tüketilmemeye, satılmamaya başlar. Böylece aşırı-üretim bunalımı patlak verir.
Keynes, bu gerçeklikten yola çıkarak, aşırı-üretim bunalımı karşısında devletin ekonomiye müdahale etmesini, eksik tüketimi artırıcı önlemler almasını (günümüzdeki "medyatik" ve "globalist" söylemle "regülasyonlar") önerir. En bilinen sözle, devlet, yurttaşlarına "çukur kazdırıp, kazılmış çukurları doldurtarak" ücret ödemelidir. Böylece karşılığında hiç bir ürün üretilmeksizin insanlara para verilir. Bu parayı alan insanlar depolarda satılmadan bekleyen aşırı üretilmiş ürünlere talepte bulunurlar, bu ürünler satılır, kriz aşılır.
Keynes'in bu önerisi ya da ekonomi politikası, genel ve teknik-iktisat ölçeğinde ifade edilen devletin ekonomiye müdahalesidir. II. Paylaşım Savaşı'ndan sonra ABD ekonomisinin askerileştirilmesi (ve dışta yeni-sömürgecilik), devletin ekonomiye müdahalesinin yeni bir biçimi olarak ortaya çıkmıştır. 1930'ların "çukur kazdırıp, çukur doldurtmak" şeklindeki kamu harcamalarının yerini doğrudan askeri mallara yönelik siparişler almıştır. Son tahlilde, ekonominin askerileştirilmesi de Keynesci teoriye uygun olduğundan, sonuçta teknik-iktisat ölçeğindeki sonuçlarla bir ve aynı olmuştur.
Devletin ekonomiye bu müdahalesi, kaçınılmaz olarak piyasalardaki fiyat/para dengesini bozar, metaların toplam değerinin çok üstünde bir para dolaşıma çıkar. "Parasal genişleme" adı verilen bu karşılıksız paralar, bir süre sonrafiyatların yükselmesine, yani enflasyona neden olur. Keynes teorisine göre, yıllık %10'luk bir enflasyon "makul" bir enflasyon oranıdır ve ülke ekonomileri özel bir sorunla karşılaşmaksızın bu enflasyonun üstesinden gelebilirler.
1930'lardan itibaren ABD'de uygulamaya sokulan bu Keynesçi teori, yani enflasyonist politika 1929 "büyük bunalımı"nın belli ölçülerde aşılmasına hizmet etmiştir. "Makul" %10'luk bir enflasyon oranına göre piyasalara verilen karşılıksız paranın, bu orandaki üretim artışını emen bir talep yaratarak, bir ölçüde kendi dengesini kendi kendine bulduğu varsayılmıştır.[2*] Devletin aşırı-üretim için ek talep yaratmak amacıyla karşılıksız para basması (piyasadaki toplam metaların gerektirdiği para miktarından daha fazla bir paranın piyasaya verilmesi), günümüz söylemiyle "finansal genişleme"den başka bir şey değildir. Devlet, değişik "enstrümanlar" kullanarak devlet bütçe gelirlerinin üzerinde bir harcamada bulunur. Bu harcama, aynı zamanda piyasaya verilen devlet teşvikleri, kamu kredileri, kamu yatırımları aracılığıyla kapitalist üretimin sübvanse edilmesi, vergi oranlarının düşürülmesi vb. şeklinde gerçekleşir. Bunun en tipik sonucu devlet bütçesinin sürekli açık vermesidir.[3*] Devlet bütçe açıklarının kapatılması ise, ya vergi gelirlerinin artırılmasıyla ya da devletin piyasalara borçlanmasıyla (hazine bonoları vb. yoluyla) olanaklıdır. Vergi gelirleriyle bütçe açıklarının kapatılması (toplumsal ve siyasal maliyeti bir yana bırakıldığında), amaçla, yani aşırı-üretime ek talep yaratma amacıyla çelişir. Dolayısıyla tek yol, devlet iç ve dış borçlanmasının artırılmasıdır. Devletin borçlanma gereksinmesi arttığı oranda, faiz oranları da yükselir. Faiz oranlarındaki yükseliş de, devletin borçlanma gereksinmesini ("kamu finansmanı") daha da artırır. Bu kısır döngü büyüyerek sürer.
Bu kısır döngü, sonuçta Keynesçi teorinin, yani enflasyonist politikanın sorunları çözmekten çıkması, yeni sorunlar yaratmasına yol açar. 1960'larda başlayan ve 1980 dünya ekonomik bunalımıyla birlikte doruk noktasına çıkan bu sorunlar, genel ifadeyle "enflasyon/bunalım" ikileminin içinden çıkılamaz hale geldiği, sürekli ekonomik krizlerin patlak verdiği yirmi yıllık bir süreç ortaya çıkarmıştır.
1980 dünya ekonomik bunalımının özü, aşırı-üretim bunalımlarının şiddetini azaltmak amacıyla uygulanan devletin ekonomiye müdahale politikasının (enflasyonist politikanın) iflas edişidir. Çünkü devlet, özel olarak ABD, aşırı bütçe açıklarını finanse edemez hale gelmiştir. (Ki burada ABD'nin "dünya jandarmalığı" işlevini yerine getirmek için yaptığı askeri harcamalar da önemli bir bütçe açığı nedeni olmuştur. Özellikle de Vietnam savaşı.) Aşırı-üretim sorunu varlığını her zamanki gibi sürdürmekle birlikte, bütçe açıklarının meydana getirdiği dengesizlik bu sorunun önüne geçmiştir.
İşte bu koşullarda "sıkı para politikası" denilen Friedmancılık uygulamaya sokularak "bütçe disiplini" sağlanmış, devlet/kamu harcamaları büyük ölçüde kesilmiş, bütçe açıkları kapatılabilir/finanse edilebilir boyutlara indirilmiştir.
Ama bütçe açıkları karşısında ikincil hale gelmiş olan aşırı-üretim varlığını sürdürdüğünden, birincil sorun haline gelmekte fazla gecikmemiştir. 1980 sonrasında emperyalist ülkelerde "sıkı para politikası" uygulanırken, emperyalizme bağımlı ülkelerde dış borçların ödenmesi için tüm ülkesel varlıkların elden çıkartılması gündeme getirilmiştir. Böylece geri-bıraktırılmış ülkelerde, bir yandan tüm ülke içi üretim ihracata yöneltilirken, diğer yandan kamu kuruluşları hızla özelleştirilmeye başlanmıştır. "İhracat hamlesi" ve özelleştirmelerle elde edilen gelirler de dış borçların ödenmesinde kullanılmıştır. 1980 dünya ekonomik bunalımının 1995'lere kadar geri-bıraktırılmış ülkelerde "borç krizi" olarak sürmesinin nedeni de budur.
Yine de aşırı-üretim, her zamanki sorun olarak emperyalist ekonomilerin birincil sorunu olmayı sürdürürken, devletin bütçe açıklarıyla içine düştüğü durum devletin bu duruma müdahalesini neredeyse olanaksız hale getirmiştir. Bir yanda aşırı-üretim sorunu, öte yanda ise bu soruna hiç bir biçimde müdahale edemez duruma gelmiş devlet sözkonusudur. İşte bu ortamda tüm kamu kuruluşları satışa çıkarılmış, devlet ekonomiden "elini" çekmiş, kamunun her türlü ekonomik yatırımı durdurulmuştur. Bunun karşılığında, "ekonomide liberalleşme" demagojisiyle, özel finans kuruluşlarına bir çeşit para basma yetkisi verilmiş, bir ölçüde merkez bankası işlevi ile donatılmıştır. Her türlü özel finans kuruluşuna "paramsı" araçlar üretme ve yaratma izni verilmiştir. Aşırı-üretime talep bulmak için düne kadar devletin finanse ettiği "ek talep", şimdi özel finans kuruluşlarının "türev" araçlarıyla sürekli ürettikleri ve büyüttükleri finansal araçlarla, kağıtlarla finanse edilmeye başlanmıştır. Bir bakıma devlet, finans alanındaki egemenliğini özel finans kuruluşlarına devretmiştir. Özellikle Sovyetler Birliğinin dağıtılmışlığıyla ortaya çıkan "yeni pazarlar"ın aşırı-üretimin "tüketilmesi" için finanse edilmesiyle ortaya çıkan finansal/parasal genişleme bu durumu olağanüstü boyutlara taşımıştır.
1993 ekonomik krizi, bu özel finans kuruluşlarına aktarılmış "enflasyonist" politikanın ilk ciddi krizi olarak ortaya çıkmışsa da, "anti-enflasyonist" politikaların (Friedmancılık) yeniden devreye sokulmasıyla kısa sürede geçiştirilmiştir. Her ne denli geçiştirilmiş olsa da, özel finans kuruluşlarının merkez bankalarının ve hazinenin işlevlerini yerine getirmeye yöneltilmesinin, geçmişteki devlet müdahalesiyle özdeş sorunlar yarattığı açıkça görülmüştür.
Buna rağmen bu "özel finansal genişleme" politikası sürdürülmüştür. Bunun ilk büyük etkisi ise 1997 Asya Krizi'yle birlikte ortaya çıkmış ve Japon ekonomisini günümüze kadar süren "durgunluk"a sürüklemiştir.[4*] 2000 krizi ve Enron olayı, bir kez daha kamu harcamaları yerine özel finans kuruluşları aracılığıyla sağlanan finansal genişlemeyle aşırı-üretimin finanse edilmesinin, geçmişteki gibi büyük finans krizine yol açtığını ortaya koymasına rağmen, emperyalist ekonomilerin kapitalizmin bu irsi hastalığından kurtulmaları olanaksız olduğundan, aynı "uyuşturucu"yu ya da "uyarıcı"yı almayı sürdürmüşlerdir.
Mortgage krizi ya da Ekim 2008'de başlayan finans krizi, aşırı-üretim krizlerini engellemek amacıyla özel finans kuruluşları aracılığıyla ek talep yaratılması politikasının ortaya çıkardığı sorunların en uç noktasıdır. Gelinen yer, Ekim 2008 öncesinde özel finans kuruluşlarının "türev araçlarla" ürettikleri sanal kredilerle sağlanan ekonomik büyümenin daha fazla sürdürülemez olduğu yerdir. Diğer ifadeyle, geçmişte Keynesçi politikalar çerçevesinde devletin karşılıksız para basarak ürettiği finansal kaynakların 1980' de içine girdikleri büyük krizin yeni bir versiyonu söz konusudur.
Bu durumda, uzun yıllardır ciddi bütçe açıkları vermeyen, daha doğrusu bütçe açıklarını finanse etmekte zorlanmayan devletin devreye girmesinden başka bir seçenek bulunmamaktadır. Diğer ifadeyle, 1980'de aşırı-üretime ek talep yaratmak için devlet müdahalesinin yarattığı krizin "özel finans kuruluşları" aracılığıyla aşırı-üretime ek talep yaratılması şeklinde sürdürülmesinin yarattığı kriz, bu kez ters biçimde, devletin müdahalesiyle aşılmaya çalışılmaktadır. Ortalıkta uçuşan trilyon dolarlık devlet müdahaleleri de bu aşmanın görüntüleri olduğu kadar, aynı zamanda krizin ne kadar ağırlaştığının göstergeleridir.
Şimdi devletler ekonomiye müdahale etmektedirler. Bu ise, en açık ifadesiyle, aşırı-üretim sorununun (burjuva ekonomistleri için "ekonomik büyüme"nin sürdürülmesi sorunu) bir kez daha enflasyonist politikalarla ek talep yaratarak aşılmaya çalışılmasıdır.
Bu politika yönelimiyle piyasalara büyük ölçüde para pompalanmış, zor duruma düşmüş olan özel finans kuruluşları devletleştirilmiş, işlevleri (ki baştan itibaren belirttiğimiz gibi aşırı-üretimi finanse etmektir) devlet tarafından üstlenilmiştir. Yeni bir Keynescilik dönemine girilmiştir.
1929-1980 arasında yaşandığı ve görüldüğü gibi, Keynesçi politika, ilk dönemde aşırı-üretime ek talep yaratarak krizin aşılmasını sağlarken, bir dönem sonrasında büyük bir enflasyon sorunu ortaya çıkarmıştır. Bugün özel finans kuruluşlarının "türev araçlar"la yarattığı aşırı sermaye genişlemesiyle ortaya çıkan varlıkların değer yitirmesi, bu "yeni" politikanın sonucu olacak olan enflasyon nedeniyle bir kez daha ortaya çıkacaktır.
Bugün krizin "dibi bulundu", "kriz aşılıyor", "ekonomi canlanıyor" türünden değerlendirmeler tümüyle devlet müdahalesiyle yaratılan ek talebin getirmiş olduğu canlanmadan ibarettir. Devlet harcamaları arttığı oranda bu canlanma bir süre daha devam edecektir. Ancak ne tarihler 1929'u göstermektedir, ne de dünya ekonomisi 1929-1980 dünya ekonomisidir. Çok bilinen ünlü diyalektik ifadeyle, "aynı ırmakta iki kez yıkanılamaz". 1980 sonrasında emperyalist ekonomilerin devlet müdahalesinden özel finans kuruluşlarının finansal araçlarına geçişi sağladıkları kadar kolay olmayacaktır. Çok kısa süreli canlanmayı, çok daha büyük ve enflasyonla birleşmiş yeni bir kriz dalgasının izleyeceği açıktır. Devlet müdahalesi, bir süre için, bir yandan özel finans kuruluşlarının soluk almasını sağlarken, diğer yandan devlet harcamaları aracılığıyla ek bir talep yaratacaktır. Devlet harcamalarının artırılması "bütçe disiplini"ni bozacak, bütçe açıklarının büyümesine yol açacak ve devletlerin daha büyük borçlanmaya gitmelerine neden olacaktır. Devlet borçlanmasının artması da, faiz oranlarının yükselmesine yol açarak özel finans kuruluşlarının "risksiz" devlet kağıtlarını satın almasını getirecek ve bu yolla bu finans kuruluşlarının kârlarının artması sonucunu doğuracaktır. Ancak bu kez iflas tehdidi altında olan özel finans kuruluşları değil, doğrudan devlettir.
Emperyalist ülkelerde, özel olarak AB'de bu "yeni" politikayı uygulamada görülen kararsızlık, bu iflas tehlikesinin yaratacağı rejim sorunundan kaynaklanmaktadır. Ama başka seçenekleri de yoktur.
Bugün şunu açıkça söyleyebiliriz: Yaşanılan finans krizi karşısında devletin ekonomiye müdahale etmesi ve durgunluğa karşı ek talep yaratmak amacıyla devlet harcamalarının artırılması, bir süre için ekonomide canlanmayı sağlasa bile, benzer finans krizi bu kez devlet düzeyinde ortaya çıkacaktır. Kriz ne kadar gerçekse, bu durum ve bunun yaratacağı rejim krizi de o kadar kaçınılmazdır.
Elbette geniş kitleler açısından bu devlet müdahalesi ek bir tüketim olanağı yaratarak kitlelerin bu politikayı desteklemelerine neden olacak ve kısa dönemde "rejim"in "sapasağlam" olduğu yanılsamasını üretecektir. Ama kriz dinamikleri giderek genişlemekte ve devasa boyutlara ulaşmaktadır. Özellikle 1980'den günümüze kadar geçen süreçte fiyat/değer ilişkisinde meydana gelen anormal değişim, enflasyondaki artışa paralel olarak tüm sistemi tehdit eden sorunlar doğurarak "yeniden yapılanma" gerekliliğini daha fazla dayatacaktır. Bütün sorun, geniş halk kitlelerinin, fiyatla hiç bir ilişkisi kalmamış değersiz mallar için ödedikleri bedeli ödemeyi sürdürüp sürdüremeyecekleridir. Kapitalizmin ekonomik krizleri, bir sonraki dönem daha şiddetli olarak ortaya çıkmak üzere şöyle ya da böyle geçiştirilebilir, ama üretilmesi için toplumsal bakımdan gerekli emek-zamanının olağanüstü düştüğü bir dönemde bu mallar için kitlelerin ödedikleri bedel (fiyatlarda ifadesini bulan bedel) değişmeden kalacaktır. Bu fiyat/değer ilişkisindeki bozulma, üretim ilişkileri değiştirilmeksizin düzeltilemez. Bugün ekonomik krizin "dip" yaptığı söylemlerinin yoğunlaştığı bir aşamada, Keynes'in kemiklerini mezardan çıkartmak bu gerçeği değiştirmeyecektir.
[1*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 429. [2*] Şüphesiz Keynes bu enflasyonist politikanın uzun yıllar sürdürülebilir bir politika olduğundan söz etmez. Onun teorisi aşırı-üretim krizleri dönemleriyle sınırlıdır. Bu dönemler aşıldığı, enflasyonist politika sürekli hale geldiği oranda, Keynes teorisi yeni krizlere yol açmıştır. [3*] Kendi iç sermaye birikimine sahip olmayan geri-bıraktırılmış ülkelerde bu durum sürekli dış ödemeler dengesi, dar anlamda sürekli cari açık olarak ortaya çıkar. [4*] Buradaki "durgunluk", yani resesyon, NBER'nın kullandığı teknik resesyon değildir.