Mahalle Baskısı,
Çarşı Esnafı ve
MÜSİAD Yerine TOBB
Seçimlerden sonra Doğan "medya"da bir söylem başladı: Mahalle baskısı.
Doğan "medya"nın "amiral gemisi" Hürriyet gazetesinin, genel yayın yönetmeni E. Özkök'ün "kaptan"lığında başlattığı "mahalle baskısı" söylemiyle, "aşağıdan faşizm", "sıradan faşizm", "islami faşizm", "islamcı Kerenski sendromu" vs.lerle, şeriatçıların "aşağıdan darbe" olanağının giderek artan bir "somut tehlike" olduğu işlenmeye başlandı. Ve Fas'ta "Fas'ın AKP'si"nin seçimleri kaybetmesi üzerine, tüm dikkatler Malezya'ya çevrildi.
Doğan "medya"nın önde gelen "gezgin yazarları" seferber edildi. Malezya'ya "şeriat" turları düzenlendi. Şeriatın adım adım nasıl iktidara geldiği, iktidara gelişiyle birlikte adım adım nasıl şeriat yönetimine geçildiği üzerine tefrikalar yayınlanmaya başlandı. "Aşağıdan darbe"nin yerini "Malezyalaşma" aldı.
"Cumhuriyet mitingleri"nde ifadesini bulan "korku"nun politizasyonunun ardından gelen 22 Temmuz "bozgunu"nun depolitizasyonu koşullarında, Doğan "medya"nın "mahalle baskısı" seferberliği, korku ile bozgun arasına sıkışmış, "benim için bu memleket bitti", "bu halk için bir şey yapmaya değmez" sözleriyle pasifize olmuş küçük-burjuvazinin sol kanadını hareketlendirmeyi hedeflemiştir.
Diğer bir ifadeyle, Doğan "medya" grubu, "mahalle baskısı" seferberliği ile, küçük-burjuvazinin "laik ve ulusalcı" kesimlerini yedeklemek için harekete geçmiştir.
Burada birbiriyle kesinkes karıştırılmaması gereken iki soru ortaya çıkar:
Bir: başını E. Özkök'ün çektiği Doğan "medya" grubu, "mahalle baskısı" söylemi ile küçük-burjuva "sol" unsurların şeriat korkularının sözcülüğüne neden soyunmuştur?
İki: "mahalle baskısı" ne ölçüde şeriat düzenine geçişin bir ölçüsüdür?
Biliyoruz ki, hiçbir sermaye grubu, kendi sermayesinin çıkarı olmaksızın parmağını bile kımıldatmaz. Doğal olarak Doğan "medya" grubunun "mahalle baskısı"nı gündemin ilk sırasına çıkartma gayretlerinin arkasında mutlaka bir "çıkar", kendi sermayesinin çıkarı bulunacaktır.
Birinci soru, 22 Temmuz seçimleri öncesinde, kimi durumda apolitik yayınlarla, kimi durumlarda doğrudan AKP'yi destekleyen yayınlarla seçim sonuçları üzerinde etkide bulunan Doğan "medya" grubunun, seçimlerin hemen ardından birden bire "şeriat korkusu" içindeki kitlenin "öncü"lüğünü neden üstlendiğidir.
Bunun yanıtı açıktır: TMSF.
Mutlak monarşilerdeki kralların sahip olduğu yetkilerle donatılmış, "çekirdekten yetişme" şeriatçının başkanlığında TMSF, "servetin yeniden dağıtımı"nın en temel aracıdır.
TMSF'nin şirketlere, bankalara istediği gibi el koyma yetkisine sahip olması IMF talimatıyla (stand-by anlaşması gereğince) gerçekleştirilmişse de, aynı zamanda "islami sermaye"nin asgari düzeyde tatmin edilmesi için de bir zorunluluktur.
Uzanlarla başlayan, ardından Demirel ailesine uzanan ve seçimlerin arifesinde Turgay Ciner'in D. Bilgin'le "gizli anlaşma"sı sonucu sahip olduğu ATV ve Sabah gazetelerine el konulmasıyla süren "servetin yeniden dağıtımı"nı sağlayan TMSF, AKP iktidarıyla giderek güçlenen, devlet bürokrasisi içinde egemenliğini pekiştiren "islami sermaye"nin büyüyen iştahı için yeni "yem"ler bulmak zorundadır.
Bugün için TMSF'nin hedefinin Doğan holding olduğu görünmektedir.
Bu, 2001 krizi sonrasında kendi iç çelişkileri büyüyen, giderek eski "homojen" görünümünü yitiren, yitirdiği oranda varlığı-yokluğu "tartışılabilir" hale gelen oligarşinin, tekelleşememiş burjuvazinin "islami" kesimlerinin büyümesi için diğerlerini "harcaması" sürecinin, bir ölçüde sonudur.
TMSF aracılığıyla "islami sermaye", tıpkı Uzanlar, Ciner vb.lerini "yuttuğu" gibi Doğan holdingi de tasfiye ederek, onun gücünü kendisine mal ettiği ölçüde, doğrudan oligarşiyi oluşturan kesimlerin alanlarına daha da yakınlaşmış olacaktır.
Bugün, Doğan holding için "yakın ve somut tehlike", TMSF aracılığıyla holdinge el konulmasıyken, oligarşi için "bir adım" ötedeki tehlikedir.
"Toplum mühendisliği" konusunda "ihtisas" yapmış E. Özkök yönetimindeki "medya", şimdi tüm uzmanlık bilgileriyle küçük-burjuvazinin sol kanadını kendisine yedeklemeye çalışmaktadır.
Küçük-burjuvazinin sol kanadı, 22 Temmuz seçimleri öncesinde Doğan "medya"nın doğrudan ve dolaylı biçimde AKP'yi desteklediğini çok iyi bilmesine karşın, seçim sonrasında ortaya çıkan "bozgun" havası içinde yılmış ve küskünlükle karışık bir pasifizm içindedir. Doğan "medya", bu yılmış ve pasifize olmuş "yenilmiş ordu"ya kumanda etmek için öne atılmıştır.
"Biz kaç kişiydik"den "biz kaç kişi kaldık" noktasına gelmiş olan bu kesim, böyle bir "öncü"lük karşısında Doğan holdingin çıkarlarına alet olmamak için ne denli çekimser ve kararsızlık içindeyse de, "medya"daki TMSF egemenliği karşısında başka "çareleri" olmadığını da içgüdüsel olarak hissetmektedir.
"Dün YÖK'e karşıydık, bugün YÖK'ü savunmak durumunda kaldık. Dün askeri darbeye karşıydık, bugün askeri darbe ister hale geldik" diyen "laik ve ulusalcı" küçük-burjuvazinin, bu hava içinde Doğan holdingin kendini, kendi kendine "öncü" ilanı karşısında yapabilecek bir şeyleri de yoktur.
Bu durum, küçük-burjuvazinin sol kanadının 12 Mart 1971'den günümüze kadar süre giden çelişik durumunun tipik bir görünümüdür. 12 Mart'tan bugüne kadar, hala oligarşinin saflarında yer alan küçük-burjuvazinin sağ kanadından umudunu kesmemiştir. Hala bu kesimi kendisinin "doğal" müttefiki olarak düşünmektedir. Bu düşüncesiyle, hemen her zaman değişik sermaye grupları arasındaki çıkar çatışmasında yedeklenen bir unsur olmaktan kurtulamamıştır. Her seferinde "hüsran"a uğramış, "kullanılmış eşya" gibi bir kenara atılmış olmasına karşın, yine de "can çıkmayınca, huy çıkma"maktadır.
Ama bu ülkede bir şeriat tehlikesi mevcuttur.
Sermaye gruplarının kendi çıkar çatışmalarıyla da beslenen şeriatçılık, A. Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesinde görüldüğü gibi MHP'de temsil edilen "milliyetçi-faşist sermaye" kesimleriyle de kolayca ittifak kurabilmektedir.
Önce cuma namazlarında, sonra "yardım çadırları"nda ve nihayetinde ramazan ayının "geleneksel" iftar çadırlarında giderek kitleselleşen şeriat kurumları yaşamın her alanına el atmakta, ticari ilişkilerden toplumsal ilişkilere kadar her yerde etkin bir unsur haline gelmektedir.
Aydın Doğan "medya"sının "mahalle baskısı" adını verdiği bu kitleselleşme, "aşağıdan yukarı" bir şeriatçı gelişmeyi belirginleştirmiş ve görünür hale getirmiştir. Ancak söz konusu olanın "mahalle baskısı" değil, mahallelerde etkin olan "çarşı esnafı"nın baskısı olduğu ise sürekli gözden kaçırılmaktadır.
Evet, bugün Türkiye'de "aşağıdan yukarı" bir şeriatçı kitleselleşme vardır. AKP hükümetiyle bu kitleselleşme, aynı zamanda "yukardan aşağı" bürokratik örgütlenmeyle tamamlanmaktadır. Fakat bu kitleselleşmeyi sağlayan "mahalle halkı" değil, mahalledeki ekonomik yaşamı belirleyen ekonomik güçlerdir., "çarşı esnafı"dır.
"Çarşı esnafı", sözcüğün farsça karşılığı ile "bazzar"ın egemenidir. Kimi durumda "mahalle bakkalı", kimi durumda küçük tüccar, kimi durumda belediye, kimi durumda "dini yardım kuruluşu"dur. Her durumda ellerinde belli bir ekonomik güç vardır ve bu ekonomik güç ile insanlar satın alınmaktadır.
Türkiye çapında "büyük kitle partileri"nden çok daha büyük ve yaygın bir örgütlenmeye sahip olan TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği), bu ekonomik ilişkilerin "koordinasyon merkezi" olarak devreye girmiştir.
Başını Rifat Hisarcıklıoğlu'nun çektiği TOBB, yine Rifat Hisarcıklıoğlu'nun kendi sözüyle, "depolitizasyon"a tabi tutulmuştur. Böylece "giden ağam, gelen paşam" zihniyeti, TOBB aracılığıyla küçük esnaf ve tüccar kesimi içinde yaygınlaştırılmış, "ahde vefa" bir yana bırakılmıştır.
Bunun 22 Temmuz seçimlerinde görülen sonucu ise, geleneksel DP-AP-DYP-ANAP oylarının AKP'ye yönelmesi olmuştur.
TOBB'un artan etkinliği, giderek MÜSİAD'ın devreden çıkartılmasını getirmiş ve Rifat Hisarcıklıoğlu, Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının yeni "vitrin süsü" olarak her yerde hazır ve nazır hale gelmiştir.
Bugün, TOBB, MÜSİAD'laştırılmıştır.[1] Bunun sonucu olarak da, Ankara Sanayi Odası başkanı Zafer Çağlayan, Sanayi ve Ticaret Bakanı olmuştur.[2] "İftar çadırları" ve "yardım paketleri"nin doğrudan esnaf, tüccar ve sanayi odaları üyelerinden alınan "gönüllü bağışlar"la finanse edildiği ise açık bir gerçektir.
Söz konusu olan "mahalle baskısı" değil, küçük ve orta sermayenin (KOBİ'ler) "islami sermaye" çevresinde toplaşmasıdır.
Bugün islamcı kesimlerden "referans" alamayan herhangi bir esnaf ya da tüccarın "bazzar"da iş yapabilmesi olanaksız hale gelmiştir. Dolayısıyla "selamın aleyküm"le güne başlayan esnaf ve tüccar, bir yandan şeriatçıların kitleselleşmesini sağlayan "yardım"ları finanse etmek için haraç öderken, diğer yandan "islami kurallara uygun bir aile yaşamı" sergilemeye zorlanmaktadır.[3] Kamu kuruluşlarının özelleştirilmesiyle "kamu"nun ekonomik gücünü yitirmesi bu kesimleri doğrudan "serbest pazar ekonomisi" çerçevesinde özel finans kaynaklarına bağımlı hale getirirken, AKP hükümetiyle birlikte "kamu"dan alabileceği tüm destek de "islami referans"a bağlanmıştır.
Gerçek "mahalle baskısı" budur ve buradan yayılmaktadır.
"İslami sermayenin Ülker'ine karşı laikçilerin Eti bisküvileri"nin savaşında görüldüğü gibi, bu "mahalle baskısı", doğrudan pazar sorunudur.
Pazar ise, bir bütün olarak dışa, emperyalizme bağımlıdır. Bu nedenle, bir yandan "yabancı sermaye"nin egemenliği altındadır, diğer yandan "yukardan aşağı" bürokrasinin desteğinde hareket eden "islami sermaye"nin egemenliğine girmiştir.
Bu da, esnaf ve tüccarın, içte "islamcı", dışta "AB'ci oluşunun maddi temelini oluşturur.
Pazarda ortaya çıkan sermayeler arasındaki çatışma ve ittifak ilişkileri karşısında küçük-burjuvazinin "laik ve ulusalcı" kesimlerinin hiçbir gücünün olmayışının gerçekliğidir. Dolayısıyla bu ilişkileri etkileme gücüne sahip olmadıkları için, sadece bunları izlemekle yetinmek durumundadırlar.
Artık "laik ve ulusalcı" küçük-burjuvazi ve aydınları, ithal mallarla beslenen "tüketim ekonomisi"nin tüccar kesimine sağladığı üstünlüğün "islami sermaye"nin güçlenmesini sağladığını, küçük ve orta sermayenin örgütü olan TOBB'un MÜSİAD'laştığını ve bu gelişmeler karşısında oligarşinin "rahatsızlık duymadığının" bilincinde olmalıdırlar.
Bu, sınıfsal saflaşmadır.
Bu süreçte, "islami sermaye"nin ne ölçüde büyüyeceği, büyüdüğü oranda oligarşi içindeki hangi kesimleri "yutacağı" ve ne ölçüde oligarşi içinde yer alacağı bugünden bilinemese de, emperyalist malların açık pazarı haline gelmiş bir ülkede, sanayi karşısında ticaretin ve sanayi sermayesi karşısında ticaret sermayesinin daha fazla güçleneceği kesindir.
Şüphesiz küçük ve orta sermayenin uzun dönemli çıkarı "ulusal pazar"a bağımlıdır. Bu nedenle, tutarlı ve bütünsel bir anti-emperyalist, "ulusal bağımsızlıkçı" bir siyasal hareketin bu kesimleri saflarına kazanması olanaklıdır. Ancak, her küçük-burjuva aydını gibi, bu kesimler de, saflarında yer alacakları siyasal hareketin bir güç olmasını bekleyeceklerdir. Çünkü küçük-burjuva zihniyeti, küçük esnaf ve tüccar zihniyeti olarak "güce tapar". Güç ise, ekonomide para, siyasette silahtır. Paraya ve silaha kumanda edenler güçtür.
"Bilinen" sol söylemle ifade edersek, proletaryanın doğal müttefiki köylüler olduğu kadar kent küçük-burjuvazisidir de. Ve proletarya, tüm sınıflar içinde tutarlı ve bütünsel anti-emperyalist bir mücadelenin öncülüğünü yapabilecek tek devrimci sınıftır. Dolayısıyla şeriatçılık karşısında da, proletaryanın öncülüğü dışında tutarlı ve bütünsel bir "muhalefet" hareketi söz konusu olamaz.
Bu tarihsel ve nesnel gerçeğe rağmen, proletaryanın siyasal hareketi, tarihin en alt seviyesinde ve ideolojik hegemonyasını küçük-burjuvaziye kaptırmış durumdadır.
Hayal kurmaya, "keskin" sözler söylemeye, sloganlar atmaya hiç gerek yoktur. Gerçek budur.
Bu gerçek karşısında, pek çok küçük-burjuva aydını "bu halk için hiçbir şey yapmaya değmez" pasifizmi içinde "kaderci"liğin girdabına yuvarlanmışlardır. Küçük bir kesimi ise, sermaye kesimleri arasındaki çıkar çatışmalarının basit bir izleyicisi olarak, şu ya da bu kesimin "medya"tik olanaklarıyla bir "çıkış" ortaya çıkabileceği umuduna kapılmaktadırlar. Çoğunluk olarak, ordunun "uygun zamanda ve koşullar olgunlaştığında" gerçekleştireceği bir "laik" askeri darbe ile "pazar"ın disipline edileceği beklentisindedir.
Her zaman söyledik ve söylüyoruz: Ordu, silahlı kuvvetler, "emir-komuta zinciri" içinde tümüyle emperyalizmin çıkarlarının koruyucusu ve kollayıcısıdır. Her nekadar ordu içinde "zinde güçler"in etkinliği geçmiş dönemlere kıyasla artmış görünüyor olsa da, "emir-komuta zinciri"ni kırabilecek bir gelişme potansiyeline sahip değildir. Gelişmeye başladıkları her yerde, "emir-komuta zinciri" içinde tasfiye edilecekleri de kesindir.
Bugün için "devrimci alternatif" fiili bir güç değildir. Fiili bir güç haline gelebilmesi için, öncelikle küçük-burjuvazinin ideolojik hegemonyasının (ve bunun soldaki uzantısı olan legalizmin ve neo-liberalizmin egemenliği) kırılması şarttır.
"Mahalle baskısı" vb. üzerinde gevezelik etmekle, kalem oynatmakla yetinilemeyeceğini artık ilerici, demokrat ve yurtsever herkesin görmek zorunda oldukları kadar, "bakkal solculuğu" yaparak küçük ve orta sermayeyi örgütlemenin olanaksızlığını da bilmek zorundadırlar.
Yine de "ben önemliyim"le şekillenmiş küçük-burjuvazi, TOBB içinde "ulusalcı ve laik muhalefet" grupları örgütlemeye, ordu içinde "zinde güçler"le işbirliği yapmanın yollarını aramaya, hatta pazarda "şeriatçı bakkallar"ı boykot etmeye kadar değişik örgütlenme ve "eylem"lere kalkışacaktır. Bu örgütlenme ve "eylem"lerinde CHP'yi "tek siyasal örgütlenme" olarak görerek, "durumdan vazife çıkararak" CHP içindeki "muhalefet" hareketini desteklemeyi kendi "asli" görevi olarak da kabul edebilecektir.
Ne yaparlarsa yapsınlar, her durumda ülkenin dışa bağımlı ekonomik yapısının nesnel koşulları tarafından bir kez daha yüzgeri edileceklerdir.
Halep ordaysa, arşın buradadır.
Şeriat tehlikesi karşısında boylarının ölçüsünü almak istemeyen herkes, "arşın"ın devrimci ideolojide ve devrimci mücadelede olduğunu görmek ve bilmek zorundadır.
Evet, bizler, devrimciler olarak zayıf ve güçsüzüz. Tarihsel mücadelemiz haklı ve güçlülüğümüzün kanıtları olsa bile, bugünün somut koşullarında zayıf ve güçsüz olduğumuz bir gerçektir.
Ama "güç sahipleri"ne boyun eğerek gelinen nokta da ortadadır.
Bu yüzden diyoruz ki, sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna bakmaksızın, yılmaksızın topyekün bir toplumsal ve siyasal dönüşümden başka yol kalmamıştır.
Hic Rhodus, hic salta!
[1] Son TOBB seçimlerinde şeriatçı kesimler "Yönetim sizde kalsın ama delege ağırlığını bize verin" diyerek geleneksel "merkez sağ parti" yandaşı esnaf ve tüccarlarla anlaşma yapmışlardır. [2] Daha ilginç olanı, Rifat Hisarcıklıoğlu, Sinan Aygün, Zafer Çağlayan ile Melih Gökçek'in "özel" bir ittifak içinde oluşlarıdır. [3] Bu durum, "laik ve ulusalcı" olduğunu söyleyen esnaf ve tüccar tarafından, "ne yapayım, onlar gibi görünmek ve onlar gibi konuşmak zorundayım, çünkü onlarla iş yapıyorum" şeklinde ifade edilmektedir.