Bir "Neo-Popülist" [*]
ve Bir Anti-Neo Popülist
Televoleci Ekonomistler
Serdar TURGUT
[Hürriyet, 12 Temmuz 2000, Çarşamba]
BU köşeden başlatılan ve oldukça kapsamlı, güzel bir tartışmaya neden olan acıklı ekonomik durumumuzla ilgili tespitler, çok insanı rahatsız etti.
Tepkiler çok enteresandı, ekonomiyle ilgili yazılara.
Bu köşeye ciddi yazının yakışmadığından tutun da, kimsenin bu söylenenlerle ilgili olmadığına ve hatta bu tür yazıları yazmayı sürdürürsem yazarlık yaşamım, okuyucum kalmayacağı gerekçesiyle sona ereceğine kadar giden yelpazede laflar söylendi bana.
Ben bu şekilde tepki oluşmasını son derece olumlu buluyorum. Çünkü tepki oluşuyorsa eğer, hálá Türkiye'de içinde bulunduğumuz son derece çarpık ekonomik-sosyal yapıdan vicdan azabı duyuluyor demektir.
Açıkça söyleyeyim, ben bazı çevrelerde bu vicdanın da çoktan yok olmuş olduğuna inanıyordum yazılara başlamadan önce.
Şimdi en azından bazı insanların, yapılan tespitlerin belirli ideolojik bir kaygıyla yapılmadığını görebilmeleri durumunda belirli adımların atılıp, Türkiye ekonomisini Afrika'laşmaktan kurtarabileceğimize inanıyorum.
* * *
Çok komik ve de çok acıklı bir şey ama en az tepki, gazetelerde köşelere sahip olan profesyonel ekonomistlerin büyük bölümünde ortaya çıktı.
Bu nokta çok ilginç; çünkü kimse açılan tartışmada rakamlarla da ortaya konulan Türkiye tablosuna "Hayır, bu yanlıştır" diyemiyor. Sadece bu tabloyu görmemezlikten geliyor.
Bakın neler demişiz, bir daha hatırlatayım:
1Bu ülkede modern ekonomi bütün gücüyle takriben 6 milyon insan için çalışıyor. Yaratılan güzellikleri, zenginliği bu sayıda insan paylaşıyor, bu insanlar para kazanabiliyor, harcayabiliyor.
258 milyon kadar insan, bugün en azından geçinme sıkıntısı çekiyor. Bakın en azından diyorum, yani bu 58 milyon içinde en iyi durumda olanlar ayın sonunu zor getiriyorlar. Fazla rakamlarla kafa yormaya gerek yok, bugün en kıdemli profesör bile 500 milyon lira aylık alıyor. Bu para 50 milyon kadar insan için rüyalarını süsleyecek kadar fazla bir miktar.
3Hayvancılık tamamen yok olmuş durumda. Çok yakında eğer ithal edemezsek et, süt, yoğurt, yumurta gibi şeyleri biz de rüyamızda göreceğiz.
4Tarım da aynen hayvancılık gibi yok olma sürecinin sondan bir önceki aşamasına girdi.
5Türkiye, bilime, altyapıya, eğitime yatırım yapmıyor. Para harcanan tek yatırım türü, altı milyonluk Türkiye'nin eğlenme ve dinlenmesine yönelik projelere yapılan yatırımlar.
Şimdi bu tablonun sadece altı milyonluk bölümüne bakanlar habire, "Türkiye ilerliyor, Türkiye şöyle mükemmel, böyle harika" diye söylenip duruyorlar.
* * *
Ben bu ideolojik yanılsama içinde olanları, Türkiye'nin sosyolojik yapı araştırmasını sadece İstanbul'un yarı-magandasal gece kulüpleri içinde yapmayı tercih eden insanlara benzetiyorum.
Bunlar ideolojik yapının televolecileri.
Ve tabii bunların içine gayet tabii ki birçok gazetede köşe yazıları yazan ekonomistlerin büyük bölümü de dahil.
Şu yukarıda çizilmiş olan Türkiye tablosuna itiraz etmeyip bu konuda TEK BİR YAZI BİLE yazmamayı tercih eden insanlar, bence profesyonel açıdan sıfırdırlar.
Mesleki ve vicdani açıdan sıfırı tüketmişler, şimdi var güçleriyle meseleleri teknik tartışmalara çekip tahminler yapıyorlar, televizyon programlarına çıkıp sohbetler ederek birbirlerini tasdik ediyorlar, birbirlerinin kitaplarını övüyorlar. Hatta kendileri ideolojinin babasını savunmuyorlarmış gibi, ideolojik yaklaşımlarla alay etmeye çalışan amatörce yazılar da yazıyorlar.
Bu meselelerin temelinde sınıfsal ve tabii ki Türkiye'nin tarihi gelişimiyle ilgili konular yatıyor. Bunu görmeyen mümkün değil doğru laf edemez.
Bu adamların ise çoğuna "sınıf" dediğinizde akıllarına gelen tek şey Hababam oluyor.
Turgut Özal bunları Türkiye'ye toparlayıp getirdi, getirmeseydi çoğu şimdi Amerika'da orta sınıf bir yatırım şirketinde, orta düzeyde bir personel olacaklardı.
Özal bunları seçti getirdi; çünkü kendi kuracağı işadamı yerine binlerce minik düzenbaz yaratacak sistemi bunların büyük bir iştahla savunacağını, toplumun büyük bir kesimi yoksullaştırılırken küçük bir bölümün hızla ilkel birikim yoluyla zenginleşmesine teorik çerçeve sağlayacaklarını, "tahrip edici" bir şekilde büyük paralar kazanan bir toplum kesiminin bu insanların fikirlerini duymaktan çok memnun olacağını, onlara iyi bakacaklarını biliyordu.
Maşallah görevlerini çok da iyi yaptılar, Türkiye bu hale geldi!
(Yarın: İşin ilginç yanı şu ki, çözüm yolunu bir tartışmada DİSK Başkanı da, belki üzerinde fazla düşünmeden söyledi. Ama şimdi moda sendikacıyı dinlememek olduğu için bu da doğal olarak es geçildi. Bu konuyu açacağım.)
Çözümün anahtarı
Serdar TURGUT
[Hürriyet, 13 Temmuz 2000, Perşembe]
'Öteki Türkiye' adını verdiğim nüfusun neredeyse yüzde 87'sine varan toplum kesiminin vahim durumunun tartışıldığı "İskele-Sancak" programında, DİSK Başkanı son derece önemli bir tespitte bulundu.
"Bugün Türkiye'de sanayici zor şartlar altında çalışıyor. En pahalı krediyi onlar kullanıyor, en pahalı enerjiyi onlar satın almak zorunda, dış bağlantılarda onlara zor şartlar dayatılıyor. Bu durumda sanayici kendisini kurtarmak için elinde bulunan tek kozu oynuyor ve bize, yani işçiye baskı yapmaya başlıyor, kendi üzerindeki yükü işçisine aktarıyor. Sanayicinin içinde bulunduğu bu durum sürdükçe Türkiye'de işçi-işveren ilişkilerinde normalleşme zor olur."
Böyle dedi DİSK Başkanı.
Ben bu tespite çok önem veriyorum ve daha da ileri giderek Türkiye'nin kurtuluşunun bu tespitten yola çıkılarak gerçekleşeceğini düşünüyorum.
* * *
Basit bir neden var bunu düşünmem için.
Bugün benim altı milyonluk bölüm diye adlandırdığım toplum kesimi, aslında iktisadi açıdan intihar etme sürecinde.
Gündelik para kazanma hırsı ve keyfi içinde bunun henüz farkında değiller.
"Ekonomi-politik" bilimi, bir ülkede iç piyasanın sürekli daralması durumunda sermaye içinde büyük bir kriz çıkacağını söylemektedir.
Normal gelişme sürecinde kapitalizm kendi iç piyasasını sürekli olarak genişletir.
Böylece mal satımı sürekli kılınır, paralar kazanılır ve yeni yatırımların yapılması mümkün olabilir.
Biz unutmak istesek de, isimlerini duyunca küçük burjuvaya özgü minik krizler geçirsek de bu tespiti bilimsel açıdan ilk net olarak yapan Karl Marx ve Lenin'dir.
Lenin'in yanılmıyorsam toplu eserlerinin üçüncü cildinde yer almakta olan "Köylü Sorunu" ile ilgili makalesi bir iktisat teorisi klasiğidir.
Kapitalizmin kendisini yenilemesi ve krize düşmemesi için kendi iç piyasasını sürekli olarak genişletmesi ve derinleştirmesi, aslında demokrasinin de olmazsa olmaz önkoşuludur.
Çünkü bu süreç, kapitalist demokrasinin var oluş koşulu olan kapsamlı bir orta sınıfın yaratılması açısından da zorunludur.
* * *
Türkiye kendi sınıfsal tarihinin tuhaf özellikleri nedeniyle bugün orta sınıf denilen kavramı tamamen ortadan kaldırmış, iç piyasasını sürekli küçülten ve derinliğini yok eden, kapitalist büyüme sürecini de altı milyonluk bir nüfusun çalışma alanı içine sınırlayan bir yapıya sahip.
Bu yapı değişmediği takdirde, bundan en büyük zararı SANAYİCİ VE İŞADAMI görecektir.
DİSK Başkanı'nın bence o gece anlatmaya çalıştığı şey de buydu aslında.
Yeni yatırım yapamayan, piyasası sürekli büyümeyen, gittikçe artan hızda yeni malları piyasada satamayan sanayici ve işadamı, orta vadede yok olmaya mahkûmdur.
Türkiye ekonomisi şimdi bu açmazın içinde ve bir şeyler yapılmadığı takdirde kısa süre içinde sanayicinin büyük bir krize girmesi ihtimali büyüktür; çünkü dünyada iç piyasası Türkiye gibi süratle daralan başka bir ülke yoktur.
* * *
Bu yazılara başladığım andan itibaren Türkiye'nin bir yeni ve dinamik kalkınma stratejisine, bu stratejinin hedeflerine ulaşılmasını sağlayacak bir eylem planına ihtiyacı olduğunu vurguluyorum.
Televoleci ideologlar bu lafları duyar duymaz, o 1980'lere özgü laubalilikle tepki vermeye başlıyorlar.
Halbuki böyle bir eylem planı olmadığı takdirde, sanayicisinden köylü üreticiye kadar tüm Türkiye'yi bir arada ele alıp, iç piyasanın yeniden büyümesini sağlayacak adımları atmak mümkün değil.
İç piyasanın büyümesi, ancak gelir dağılımının son derece radikal biçimde ve hızla iyileştirilmesine bağlıdır.
Gelir dağılımının iyileştirilmesine karşı sınıfsal tavır alan çevreler, bu yapılmadığı takdirde kendi sınıflarının ekonomik temelinin kısa sürede tükenmeye başlayacağını görmelidirler.
Gelir dağılımı radikal bir eylem planı çerçevesinde iyileştirildiği takdirde, Türkiye bir iki sene içinde yeniden büyük ve güçlü bir ekonomi olma yoluna girebilir.
* * *
Çalışmaya bugünden başlamalı ve fikir üretmeliyiz. Çünkü enflasyon oranını yüzde 80'den yüzde 40'a indirmenin toplumsal maliyeti, bu oranı yüzde 40'tan yüzde 20'ye indirmenin yaratacağı toplumsal maliyetin yanında hiç kalır.
Çok değil bir yıl içinde Türkiye, bugünkünden çok daha vahim bir bölüşüm sorunu ve iç piyasanın bırakın daralması, yok olması meselesiyle karşı karşıya kalacak.
Ülke sermayesini böylesine bir büyük krize mahkûm etmemek ve "Öteki Türkiye"yi de modern bir ülkeye yakışan ekonomik düzeye getirmek için bugün gecikmeden yeni Türkiye'nin Modernleşme Programını hızla tartışıp uygulamalıyız.
İnsanlarının büyük bölümünü sürekli fakirleştiren bir ülke vatandaşı olmanın ayıbından kurtulmamız gerekiyor.
Neo popülizmin ayak sesleri
Ertuğrul ÖZKÖK
[Hürriyet, 15 Temmuz 2000, Cumartesi]
Hükümetin ekonomik programı açıkladığı günlerde güvendiğim bir ekonomist şu yorumu yapmıştı: "Bu programın en kritik dönemi, gelecek yıl yaz aylarında başlayacak. Çünkü programın acıtıcı etkileri o tarihlerde hissedilecek ve kamuoyunda sesler yükselecek."
Dediği doğru çıktı.
ÖTEKİ TÜRKİYE
Ama bir farkla.
Ses, bu programın acısını çeken dar ve orta gelirlilerden değil, "bir kısım aydından" gelmeye başladı.
Üstelik de, ekonomik kavramlarla değil, alabildiğine "popülist" bir üslupla.
İlk ateşi Serdar Turgut yaktı.
Bana göre, önümüzdeki seçimde popülist politika izleyecek siyasi partilerin üzerine atılması gereken bir kavram üretti.
"Öteki Türkiye..."
Serdar Turgut'un tezi şu:
"Türkiye'de bütün ekonomik faaliyet 6.5 milyon insan için yapılıyor. Toplumun geriye kalan bölümü ise neredeyse açlık seviyesinde."
Serdar'ın "Öteki Türkiye" dediği kesim de işte bu insanlardan oluşuyor.
İkinci aşamada Zet Nielssen grubunun yaptığı bir gelir dağılımı araştırması ortaya atıldı.
Bu araştırmanın tek cümlelik özeti şu:
"Türkiye'de gelir dağılımı uçurumu büyüyor."
Böylece 1960'lı yıllarda Devlet Planlama Teşkilatı'nın yaptığı ilk gelir dağılım araştırmasında ortaya konan gerçek, 30 yıl sonra yeniden keşfedilmiş oldu.
Önce buradan başlayalım.
Türkiye'nin gelir dağılımında büyük, hatta çok büyük bir dengesizlik bulunduğu aşikár.
Bunu görmemek için insanın gözünün kör olması gerekir.
Görmek için de öyle çok derin araştırmalara ihtiyaç yok.
HANGİSİ
Ancak bu dağılımın yıllar boyunca nasıl geliştiğine bakmak gerekiyor.
Tek başına, "Gelir dağılımındaki açık giderek büyüyor" demek meseleyi her boyutuyla anlatmıyor.
Çünkü gelir dağılımındaki açığın büyümesi, iki türlü olabilir.
En üst kesimdeki varlıklıların geliri giderek büyürken, alt kesimdeki dar gelirlilerin geliri reel olarak giderek düşüyor mu?
Yoksa en üst düzeydeki varlıklı kesimin geliri giderek artarken, alt kesimin geliri de artıyor, ama onun artışı daha az olduğu için aradaki fark büyüyor mu?
Eğer sıradan bir popülizm yapmıyorsanız, bu basit genellemenin derinine gitmeniz gerekir.
YA BU ARABALAR
Çünkü birincisinde, ekonomik açıdan bir çarpıklık var demektir.
İkincisinde ise, bugün gelişmişler arasında yer alan birçok ülkenin izlediği yol izleniyor demektir.
Mesela İtalya'nın...
Oysa önümüze konan ve daha çok işin sadece sosyal görüntüsüyle ilgili olan tahlillerde, son 30 yıldaki gelişmeyi tam olarak göremiyoruz.
Bunu yapmayınca da gözümüzün önündeki bazı şeyleri açıklamakta zorluk çekiyoruz.
Mesela, yoksul kesim giderek daha fazla yoksullaşıyorsa, yollardaki bunca otomobil, evlerdeki müzik setleri, beyaz eşya ve televizyonlar nasıl alınıyor?
Acaba otomobil fiyatları mı düşüyor, yoksa "Öteki Türkiye"nin de geliri mi yükseliyor?
Sadece popülist ve sosyal kavramlarla konuşmaya başladığımız zaman, bu somut işaretleri değerlendirmemiz de zorlaşıyor.
"Neo popülizmin" üzerinde hiç durmadığı bir başka olay daha var.
Yaptıkları çıkışlarda, tahlillerde bir şey dikkatimi çekiyor.
Hemen hiçbiri "enflasyondan" söz etmiyor.
Hemen hiçbirinde enflasyonun nasıl indirileceğine dair somut bir öneri yok.
Oysa gelir dağılımındaki adaletsizliğin en büyük nedeni bu.
İşte bu noktada yazımın başına dönüyorum.
Bu hükümet, 24 Ocak kararlarından beri ekonomik tarihimizin en önemli adımlarını attı.
Bugüne kadar da başarıyla yürüttü.
O nedenle yükselen popülizme rağmen bu programın tavizsiz biçimde uygulanması gerekiyor.
Kritik dönemin "management"ında, en önemli an budur.
Yani yükselen popülizme direnebilmek.
Biliyorum, kitle partileri için bu çok zor bir şeydir.
FATURA "ÖTEKİLERE"
Ama herkes bilmeli ki, Türkiye'nin önünde başka yol yok.
Yükselen popülizmin Türkiye'ye getireceği tek şey, yükselen enflasyon olabilir.
Onun bedelini de en ağır ödeyecek kesimler, bu adaletsiz gelir dağılımının alt sıralarında oturanlar olur.
Çok şey öğrendim
Serdar TURGUT
[Hürriyet, 24 Temmuz 2000, Pazartesi]
"ÖTEKİ Türkiye" hakkında çıkan tartışma bana çok şey öğretti.
Gerçi bu öğrendiklerimin birçoğu "bilgi" olarak yeni şeyler değildi, ancak teorik düzeyde bildiğim bazı şeylerin böylesine çarpıcı bir şekilde teyit edilmiş olması bana yine de ilginç geldi.
Şu ana kadar yaşanan tartışmalardan edinmiş olduğum en büyük ders Türkiye'de gerçek anlamda düşünen insan sayısının hayli kısıtlı sayıda olduğudur.
Her okumayı yazmayı bilen, okuduğu kitaplardan alıntı yapan insan düşünür olamıyor gayet tabii ki.
Aydın bir insan olabilmenin olmazsa olmaz önkoşulu başka insanlar ve fikirler hakkında ön-yargısız olmaktır.
Kendiniz hakkında da önyargısız olacaksınız ayrıca. Kendinizi durmadan kafanızda var olan hayali bir formüle göre tanımlayıp, bu formüle uygun gelmeyen her şeyi, onlardan hiçbir şey öğrenmemek için durmadan çabalayarak reddetmemeyi de öğreneceksiniz.
Tanım bu şekilde yapıldığı an Türkiye'de entellektüel tartışma ortamının neden yıllardır sadece bazı isimlerin etrafında döndüğünü, yenilik olamadığını ve Allah gecinden versin ama bu insanlar da bir gün gelip yaşama veda edince düşünce ortamının neden tamamen kurumaya mahkûm olduğunu görebilirsiniz.
Genç kuşak YÖK düzeni altında yetişti. YÖK insanı gerçekten düşündürmemeye uğraşan, bunun için aktif mücadele veren sistemin adıdır ve YÖK düzeni altında üniversite okumuş gençlerin büyük bölümü de kaybedilmiş kuşaktır.
Bunların en zeki olanları da maalesef kolay para kazanacakları teknik alanlarda uzmanlaşıyorlar.
Kendilerini kurtarıyorlar diye onları suçlamam tabii ki imkánsız ama bu tavır da Türkiye'de sosyal bilimlerin geleceksiz olmasına gayet tabii ki büyük katkı yapıyor.
* * *
Düşündüğü iddia edilen insanlar hakkındaki yargımla ilgili bir küçük örnek vereyim.
Şu benim bir aralar büyük tartışma yaratan Beyaz Türkler meselesine bir bakalım.
Ben o yazının kendi üslup hatalarım nedeniyle yanlış anlaşılmış olabileceğini, o yazıda kendimi iyi anlatamamış olabileceğimi, Beyaz Türkler kavramı ile asıl kastettiğim şeyin "insanın kalbinin, zihninin beyaz olmasını, yani hangi sınıf ve hayat koşulunda olursa olsun önyargısız, yeniliğe açık insanları" anlatmaya çalıştığımı anlatıp duruyorum.
Şimdi gidin bakın cumartesi günü Hürriyet'te çıkan benimle yapılan mülakata.
Yine aynı şey soruluyor Beyaz Türkler hakkında ve ben yine aynı açıklamayı yapıyorum.
Ama bu, bu kez de editörlerimi ikna etmeye yeterli olamıyor.
Yana Beyaz Türkler ile ilgili bir spot çıkmışlar ve ben sanki Beyaz Türk olarak bu altı milyon insanı kastediyormuşum gibi spotta yorum yapılmış.
Mantığı sürdürürseniz doğal sonucuna kadar, o zaman benim bütün tartışma boyunca 6 milyon insandan oluşan kitlenin "önyargısız insanlardan oluştuğunu" söylüyor olmam gerekiyor.
Oysa tartışmada kesinlikle söylememiş olduğum en net şey belki de bu.
İşte bu tavrı Türkiye'de değiştirmek galiba mümkün değil. Düşünen insan konumunda olan insanlar bizim ülkemizde maalesef çok önyargılı ve karşıdakilerini dinlemeye hiç de açık değiller.
Hem kendilerini bir formüle göre tanımlamışlar, hem de başkalarını kategorilere sokup duruyorlar hiç durmadan. Oysa formüller ve kategorilerin değişime açık olması gerekiyor ki hayatın dinamizmini en azından beynimizde yakalamaya çalışalım.
* * *
Bu noktaya haddinden fazla yer verdiğimi biliyorum ama bence hata olan bu davranışı yapan insanları tanıyor ve seviyorum.
Dolayısıyla bu eleştirimi arkadaşlar arasında bir tartışma olarak görmeleri dileğimdir.
Çıkan tartışmada başka şeyler de öğrendim tabii ki.
Şöylesine yaygın bir tavır var; bazı yazarlar Türkiye'de fakirler olmasını o fakir insanların suçu olarak görüyorlar.
"Para kazanmasını bilmiyorsan, para kazanamaz ve fakir kalırsın" diye formüle ediliyor bu.
Sosyal içerikli olmaya çalışan yazarlar ise aynı tavrı "Haklar onu kullanmayı bilenler için vardır, haklarını kullanamıyorsan bunda suçlanacak tek insan haklarını kullanmayı bilemeyen insandır" diyerek sürdürüyorlar.
İlk formülasyon ise televoleci iktisatçılardan bir tanesine ait.
Aynı televoleci, dünyada artık sınıfların kalmadığını da düşünüyor.
Her zaman söylerim şimdi de kendimi tekrar etmem gerekiyor. Bir insan Adam Smith, Ricardo ve Marx'ı anlayarak okumadan katiyen iktisatçı olamaz.
Olsa olsa banka danışmanı olabilir.
Sınıf kavramını mahalle bakkalının yaşam biçimine bakarak yok saymak bugün birazcık düşünmesini bilen bir insanın kahkahalarla güleceği bir entelektüel intihar biçimidir.
Bu ve bunun gibi yazan televoleci iktisatçıların Türkiye gerçeğini neden kavramakta zorluk çektikleri şimdi anlaşıldı.
Ben bunların kötü niyetli olduğunu zannediyordum, yanılmışım. Türkiye gibi sınıfsal dinamiklerin bu derece yoğun yaşandığı bir ülkede, sosyal bilimin en önemli kavramını yok saymak gibi bir meseleleri var bu insanların.
Onun için onlarla tartışmak galiba vakit kaybından başka da bir şey değil.
Dipnot
[*] "Popülizm", sözcük anlamı olarak "halkçılık", "halktan yana yönetim" anlamına gelmektedir. 1800'lerin sonlarına doğru Rusya'da ortaya çıkan Narodnikler (Rusça "halkçı" anlamına gelmektedir), köylülüğü esas alan politik görüşleriyle popülist politikanın ilkleri olmuşlardır. Marksist-Leninist literatürde "popülizm", çoğu zaman köylülüğü temel alan politik görüşleri tanımlamak için kullanılmıştır. Marksist-Leninist terminolojiden genel politik dile geçen "popülist" sözcüğü "halk dalkavukluğu" anlamında yaygın bir kullanıma sahiptir. Bu nedenle, yalın bir biçimde Türkçeleştirilerek kullanıldığında ortaya çıkan anlam ile politik anlamı birbirinden farklıdır.