Marksizm-Leninizmde devrimci mücadelenin taktik ve stratejisinin belirlenmesinde somut durumların tahlili belirleyici bir yere sahiptir. Lenin'in deyişiyle, "somut tarihsel durumun tahlili", devrimci mücadelenin stratejisinin temelini oluştururken; mevcut durumun tahlili taktiklerin temelini oluşturur.
Durum tahlillerine ilişkin bu temel bilgiler ülkemiz solunda "bilinir" olmakla birlikte, hemen her durumda, dönemin egemen bakış açılarından yola çıkmak ve bu bakış açısına göre somut durumu "açıklamak" genel bir yaklaşım durumundadır.
Dünya çapında Amerikan emperyalizminin ideolojik propagandasıyla birlikte yerleştirilen "pragmatizm" kavrayışı, uzun dönemdir "egemen bakış açısı" durumuna getirilmiş ve dolayısıyla ülkemiz solunda da mevcut gelişmelerin değerlendirilmesinde temel yöntem halini almıştır.
Pragmatizm, her durumda, "yararlılık" temelinde olayları ve olguları değerlendirdiğinden, olaylar ve olgular karşısındaki tutumu da bununla paralellik gösterir. Bu yanıyla pragmatizm, olayların ve olguların tahlilinden çok, bunların ortaya çıkarabileceği olasılıkların hesaplanmasını esas alır. Böylece, ortaya çıkabilecek her türlü olasılığa karşı bir "plan" yapılmasını öngörür. Sıkça duyulan "A planı", "B planı" türünden sözler, Amerikan pragmatizminin bu niteliğinin dışavurumlarıdır. Bu bağlamda, pragmatistler için, ortaya çıkabilecek olasılıkları içiren "senaryolar" hazırlamak ve gelişmeleri bu "senaryolar" çerçevesinde değerlendirmek belirleyici bir yere sahiptir.
Pragmatizm, nesnel gerçekliği ve nesnel zorunluluğu dışladığı için, olayların ve olguların gelişiminin önceden saptanamayacağını iddia eder. Böyle olunca, "mantıki", yani insan zihninde tasarlanabilir her durum ve olasılık gözönünde tutulmalı ve bunlara uygun planlar yapılmalı, politikalar hazırlanmalıdır. Bu nedenle, "mantıki" her olasılık gözönünde tutularak, her bir olası gelişimde kullanılacak plan yapmak gerekmektedir. Amerikan propagandasında sıkça dile getirilen "senaryolar", "mantıki" her bir olasılığın kendi içinde gelişiminin ve sonuçlarının saptanmasından başka birşey değildir. "Senaryo"nun gerçekliği ise, ortaya konulanlara uygun plan ve projelerin yapılabilip yapılamayacağına bağlıdır. Bu boyutuyla, olasılıklara göre çizilen her bir "senaryo", uygun plan ve projelerin üretilmesine yararlı olabildiği sürece "gerçek"tir.
Felsefi kavramlarla ele alınıp değerlendirildiğinde, günlük olarak üretilip kullanılan pragmatizmin kavranılması ise oldukça zor olmaktadır. Örneğin, pragmatizmin ekonomik, sosyal ve siyasal olaylarda somutlaştığı "senaryo" çiziminin uygun plan ve projelerin üretilmesine olanak sağladığı oranda "gerçek" olması felsefik bir tanımlamadır. Günlük dilde bunun karşılığı "senaryo"nun "geçerliliği" olarak ifade edilmektedir. Felsefi olarak tanımlandığında, "senaryo üretimi"nin temelinde olay ve olguların olası her türlü gelişiminden yola çıkıldığı için, sonuçta üretilen "senaryo" nun "gerçekliği" gündeme gelmektedir. Günlük kullanımda, "senaryo"nun "geçerliliği"nden yola çıkıldığı için, "mantıki" olarak olay ve olguların böyle bir olasılığı içerip içermediğine bakılır. Sonuçta, bir "senaryo"nun geçerliliği, şu ya da bu olay/olguda aranırken; "gerçekliği" şu ya da bu olay/olgunun gerçekliğinde tanımlanır. Böylece yalın bir totoloji (yineleme) pragmatist yöntemin demagojik yönünü oluşturur. Bu yön, ortaya konulan her bir "senaryo" karşısında yapılacak eleştirileri önsel olarak dışlamayı olanaklı kılar.
Basit bir örnek olarak, henüz doğmamış bir çocuğun geleceğine ilişkin çizilebilecek "senaryolar" alınabilir. Henüz cinsiyeti bile bilinemeyen bir çocuğun, gelecekte (örneğin 18 yaşında) nasıl biri olacağı sorusunun pragmatist yanıtı, değişik olasılıklara göre değişik "senaryolar" çizmek şeklindedir. "Şayet erkek olursa"lı başlayan, "eğer okursa"lı devam eden, "yoksa"lıya uygun yeni "senaryo" ortaya koyan pragmatist yanıt, akla gelebilecek her soruya "mantıki" yanıtlar getirdiği gibi, ne yapılacağına ilişkin de sayısız senaryolar ortaya koyarak, bireylere "seçme" özgürlüğü tanır. "Uygun zamanda, uygun yerde" olmayan ya da "seçme özgürlüğünü" yanlış kullanan yahut "senaryo"nun gerçekleşebilmesi için gerekli araçlara sahip olamayan anne-babalar, "kendi gerçekliklerinde" yaşamak zorundadırlar. Bu da "onların gerçeği" olarak kalacaktır.
Maddi olarak ticaret burjuvazisinin nesnel gerçekliğine uygun olan bu pragmatist yöntem, kredi sisteminin ve para ticaretinin gelişimine paralel olarak mali sermayenin pratik faaliyetini yönlendiren bir yöntem olmuştur. Kapitalist pazarın nesnel yasalarına, arz-talep ilişkilerine bağımlı olan ticaret burjuvazisi ve mali sermaye, tüm faaliyetlerini olasılıklara göre hesaplamak ve düzenlemek zorundadır. Burjuvaziyi, bu olasılıkların nesnel nedenleri, yani kapitalizmin nesnel yasaları hiçbir zaman ilgilendirmez. Onlar, kendileri için yanılsama üretecek zamana sahip değillerdir. Aynı şekilde, onlar, bir şeyin neden olduğuyla değil, bugün ne olduğuyla ilgilenmek durumundadırlar. Dolayısıyla, pragmatizm, bunlar için en ideal dünya görüşü olarak ortaya çıkmaktadır. Pragmatizme yönelik her türlü felsefi eleştirinin etkisiz kalışının nedeni de burada yatmaktadır. Diğer yandan pragmatizmin diyalektik yöntemi pekçok alanda kullanması da, eleştirilerin boşlukta kalmasının bir diğer nedeni olmaktadır.
Diyebiliriz ki, nesnel gerçekliğin bilgisi yerine, sadece mevcut olay ve olgulara dayanarak olasılık hesaplarıyla iş gören pragmatizm, bilimsel bilgiyi öngerektirmeyen bir kavrayıştır. Doğal olarak, pragmatist değerlendirmeler, "senaryolar", en sıradan biri tarafından bile kolayca anlaşılabilir olmaktadır. Bu anlaşılabilir niteliği ile "senaryolar", kolayca geniş kitleler arasında kabul görmekte ve yayılmaktadır.
Bu "senaryolar"ın bilimsel olarak yanlışlığının üstü ise, kitlesel "onay"la örtülmektedir.
Bugün ülkemiz somutunda faiz, repo, hazine bonosu vb. gelirlerin azalmasıyla birlikte "küçük yatırımcılar"ın borsaya yönelmeleri, nesnel olarak bu kesimlerin mülksüzleştirilmesiyle sonuçlanacaktır. Ancak borsaya yönelen bu yeni para kitlesi, aynı zamanda, borsaya yatırılan paranın bir kısmının değerlenmesini sağlamaktadır. Borsaya giren her yeni para, daha önce yatırılmış paranın "prim" yapmasına neden olmaktadır. Böylece borsaya para yatıranlar "kazanırken", yatırmayanlar "kaybetmekte"dir. Ta ki, borsa bir bütün olarak çökene kadar ya da büyük bir mali kriz patlak verene kadar.
Bu koşullar altında, elinde belli bir miktar para bulunan "küçük yatırımcı"ya ne önerilebilir?
Günlük yazılı ve görüntülü basında sıkça sorulan bu soruya verilen "yanıtlar" ise çok nettir: Mümkün olduğu kadar tüm paranızı bir sepete koymayınız. "En iyisi", parayı üçe bölerek, değişik sepetler oluşturmaktır. Birinci sepet "portföy yatırımı"ndan oluşmalıdır; ikinci sepet "değişik dövizlerden" oluşmalıdır ve üçüncü sepet ise "devlet tahvili ve faiz"lerden oluşmalıdır...
Görüldüğü gibi, "borsa uzmanları"nın ya da "ekonomistler"in, "akıllı küçük yatırımcı"ya verdikleri "akıl", olası gelişmelere göre eldeki paranın tümünün kaybedilmemesiyle sınırlıdır. Onlara göre, olası gelişim "üç ayrı senaryo"yu öngerektirmektedir ve "akıllı küçük yatırımcı" herşeyini yitirmemek için, yani mülksüzleşmemek için, bu senaryolara uygun yatırımlar yapmalıdır.
Buraya kadar anlattıklarımıza ilişkin sayısız örnek vermek mümkündür. Verilecek örneklerle pragmatizmin ne denli "oportünist" bir anlayış olduğunu sergilemek olanaklıdır. Ancak pragmatizmin en önemli sonucu, çizilen "senaryolar"ın bireyler ve kitleler tarafından benimsenmesi ve buna uygun olarak gelişmelerin değerlendirilmesidir. Bu öylesine yaygın bir durum yaratmıştır ki, hemen her ekonomik, sosyal ve siyasal gelişme birer "senaryo" konusu olmuştur.
Örneğin, A. Öcalan'ın Kenya'dan getirilmesi olayı, çizilen "senaryo"ya uygun olarak değerlendirilmekte ve gelişmeler de bu "senaryo"ya uygun olarak izlenmektedir. PKK'nin söyleminde "Başkan Apo'ya yönelik uluslararası komplo" olarak tanımlanan "senaryo"ya göre, "Başkan Apo", Türkiye, ABD, İsrail, Yunanistan, Almanya, İtalya, Rusya ilanihayet... gibi ülkelerin hazırladıkları bir komploya kurban gitmiştir.
Çizilen "senaryo"ya göre, ABD, Suriye ile gizli görüşmeler yaparak ve Türkiye'nin saldıracağı tehdidinde bulunarak Hafız Esad'ı "kandırmış" ve bunun sonucunda "Başkan Apo" Suriye'den çıkmak zorunda kalmıştır. Ancak "senaryo"nun yazdığına göre, "Başkan Apo" Suriye'den çıkmadan Yunanistan'dan "güvence" almıştır. Yunanistan ABD'nin talimatıyla "Başkan Apo"ya bu "güvenceyi" vermiştir. Ancak bu sözde "güvence"nin tek amacı, "Başkanı" Suriye'den çıkartmak olduğundan, Yunanistan verdiği sözü "tutmamıştır". Bunun üzerine "Başkan Apo", Avrupa'nın "üstünde" uluslararası komplocu güçlerle tek başına kalmıştır. Ve Kenya'da "senaryo" sonuçlanmıştır.
Görüldüğü gibi, herşey santranç tahtasındaki taşlar gibi, belli kurallar içinde hareket etmiş, hamleler zaman içinde yapılmış ve sonuç alınmıştır. Ancak belli bir güce sahip PKK örgütlenmesinin ne olduğu ise, bu "senaryo" içinde yer almamaktadır. Kendi sözcükleriyle söylersek, "Başkan Apo Kürdistan'a gitmeyi düşünüyor" iken, nasıl olup da Avrupa'nın üstünde tek başına kaldığı bilinmemektedir. (Burada bir neden olarak, değişik bireylerin bu "komplo"da yer aldıkları ve bunların "Başkan Apo"yu "dolaylı yönlendirdikleri" söylenmektedir. Bugüne kadar herkesi "yönlendirdiği" söylenen "Başkan"ın, nasıl "yönlendirilen" konumuna geçtiği ise yine karanlıkta kalmaktadır.)
Oysa ki, tarihin materyalist kavranışı, bu gelişmelerin, dünya çapındaki gelişmelerin bir parçası olduğunu, yerel ve uluslararası sınıf ilişkilerindeki değişmelerin bir yansısı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ama yine de, "senaryolar" ve "komplo planları" rağbet görmeye devam etmektedir.
Ülkemiz somutunda benzer bir durum, genelkurmayın "devletin yeniden yapılandırılması" söylemiyle birlikte ortaya çıkmıştır.
Genelkurmay başkanlığı tarafından çeşitli gazetecilere verilen "brifing"lerde ortaya konulan "senaryo"ya göre, "devletin yeniden yapılandırılması" bir zorunluluktur. Genelkurmayın "yeniden yapılandırma" planı, mevcut demokrasinin genişletilmesini ve "demokrasi karşıtları"nın tasfiye edilerek demokratik katılımın yaygınlaştırılmasını öngörmektedir.
Çizilen "senaryo"ya göre, devlet, "yeniden yapılandırma" çerçevesinde tehdit önceliğini değiştirmektedir. Düne kadar iç ve dış tehdit sıralamasında birinci sırada yer alan "bölücü ve yıkıcı terörizm"in yerini "demokrasi karşıtları" ve "şeriatçılık" almıştır. Böylece "yapay" olarak "şeriatçılık" bir "tehdit" olarak öne çıkarılarak, "anti-şeriatçı cephe" yaratılması planlanmıştır. Bu "senaryo" gereğince, şeriatçılığa karşı olan, ancak mevcut düzenden de hoşnut olmayan kesimler, yapay bir biçimde bu "cephe" içinde yer almaya zorlanacak ve böylece mevcut düzene karşı muhalefet etkisizleştirilecektir. Doğal olarak, sol örgütlenmeler de, bu çerçeve içinde yerlerini almış olacaklardır. Sonal amaç, devrimci mücadelenin tasfiye edilmesidir. Yapay bir şeriatçılık "tehlikesi" karşısında solun, mevcut "laik" düzenin savunucusu haline getirilmesi amaçlanmaktadır. vs. vs...
Buna karşı, Amerikan emperyalizminin "yeni dünya düzeni"nin bir parçası olarak tanımlanan ikinci bir "senaryo" ortalığa atılmıştır. Bu ikinci "senaryo"ya göre, Amerikan emperyalizmi, "yeni dünya düzeni" çerçevesinde ulusal devletleri ortadan kaldırmak istemektedir. Bu amaçla, ülkemizde "II. cumhuriyetçiler"i piyasaya sürmüştür. "Globalizmin" savunucusu küçük-burjuva aydınlarının başını çektiği bu "II. cumhuriyetçiler", ulus-devlete karşı "ümmet-devlet"i savunan şeriatçılarla ittifak kurarak, "kemalist devleti" ortadan kaldırmak istemektedirler. Bu amaçlarına ulaşabilmek için, "kemalizm" karşıtı her kesimle ittifak peşinde koşmaktadırlar. Bu bağlamda Kürt ulusal hareketi ve solla ittifak kurmaya çalışmaktadırlar. Böylece, sol örgütler "anti-kemalist" bir temelde reformist ve şeriatçılarla "cephe" oluşturarak, Amerikan emperyalizmine yedeklenecektir. Sonal amaç, devrimci mücadelenin tasfiyesidir. vs. vs...
Böylece, dört taraflı bir "senaryolar" zinciri, mevcut gelişmelerin tahlili için veri haline gelmektedir. Taraflardan birincisi, "yeni dünya düzeni" ve "globalizm"in sahibi Amerikan emperyalizmidir. İkincisi, genelkurmay başkanlığı ve "kemalist" devlettir. Üçüncüsü, "şeriatçılar". Ve dördüncüsü, sol örgütler ve devrimci mücadeledir.
Artık bireyler için (hatta sol örgütler için) bu "senaryo"lardan birisini (olmazsa bir üçüncüsünü yazabilirler) kabul etmek ve gelişmeleri bu çerçevede değerlendirmekten başka yapacak bir şey kalmamaktadır.
Örneğin Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un konuşması, hangi "senaryo"nun seçildiğine ve hangi kesimde olunduğuna bağlı olarak değerlendirilebilecektir. Sami Selçuk'un ne dediğinin değil, niçin dediğinin önem kazanmasının nedeni de budur. Sami Selçuk'un Jakobenizme karşı olduğunu söylemesinin amacı, devrimci mücadeleyi tasfiye etmektir; hedefi, "demokrasi" söylemi çerçevesinde sol örgütleri küçük-burjuva reformistleri ile şeriatçıların kurdukları "demokrasi cephesi"ne katmak ve bu yolla tasfiye etmektir. Böylece Sami Selçuk'un "aslî görevi", Yargıtay Başkanı olmaktan çıkmakta, bu "cephe"nin oluşturulması haline gelmektedir.
Karşıt "senaryo" sahiplerine göre ise, Sami Selçuk, Amerikan emperyalizmi tarafından satın alınmıştır. Amacı, Amerikan emperyalizminin yeni "gözdesi" Fettullah Gülen'in "ılımlı islam"ı çerçevesinde ulusal devleti tasfiye etmektir. Onun "aslî görevi", "anti-emperyalist, laik ve demokratik cephe"yi dağıtmaktır.
Böylesine yalınlaştırılmış ve yalanlaştırılmış "senaryo" ve "komplo"lar ortamında, mevcut durumun bilimsel tahlili, kaçınılmaz olarak "fazla felsefi" kalmaktadır. PKK'nin içinde bulunduğu tasfiye süreci, ÖD Partisi'nin, DİSK'in ve diğer legal sol örgütlenmelerin reformist bir çizgiye oturması ve DS'nin legalizme kayışı gözönüne alındığında, sınıfsal tahlillerden çok "politik tahliller"in yapılması gerektiği düşünülmektedir. Böylece sınıfsal tahliller ile "politik tahliller" birbirine karşıt olarak kavranabilmektedir. Sürecin nedenleri değil, nereye evrileceğine ilişkin her "tahlil", yani "senaryo" revaç görmektedir.
İşte 12 Eylül'den günümüze kadar kitlesel ölçekte sürdürülen depolitizasyon ve buna paralel olarak ülkemiz solunda ortaya çıkan ideolojisizlik, her türlü bilimsel tahlil ve saptamanın bir yana bırakılmasını, tarihsel süreçlerin sınıfsal ilişkilerle değil, birey ya da siyasal grupların ilişki ve çelişkileri ile açıklanması mantığını getirmiştir.
Bu öylesine bir mantık oluşturmaktadır ki, günümüz koşullarında gelişen dünya ekonomik buhranının bir sonucu olan büyük tekeller arasındaki birleşmeleri bile, değişik "komplo"ların bir parçası olarak değerlendirebilmektedir. "Büyük uluslararası komplo" teorisyenleri için, Alman otomotiv tekeli Daimler-Benz ile Amerikan otomotiv tekeli Chrysler'in birleşmesi haberi, Japon emperyalizmine karşı bir "komplo"nun bir parçasıdır. Küçük otomobil üretiminde önemli bir yere sahip olan Fiat ile Amerikan General Motors firmasının birleşmesi de, aynı şekilde Japon emperyalizmine yönelik "kuşatma"nın yeni bir adımı olacaktır.
Şüphesiz bu "senaryo" yazarları, yeni gelen haberlerle, örneğin, Daimler-Benz ile Chrysler'in birleşmesiyle ortaya çıkan yeni şirket DaimlerCrysler'in Japon otomobil şirketi Mitsubishi'yi satın almaları haberiyle "şaşkınlığa" uğratılabilir. Ama onların "şaşkınlığı" fazla sürmeyecektir ve diyeceklerdir ki, bu yeni gelişme Japon emperyalizminin Alman ve Amerikan emperyalizmi tarafından köşeye sıkıştırılması planının bir parçasıdır ve Mitsubishi'nin satın alınmasıyla Japon emperyalizmi içten çökertilmeye çalışılmaktadır vs. vs...
Ve yine sorulacaktır, iki büyük Alman mali sermaye tekelini oluşturan Deutsche Bank ile Dresdner Bank neden değil, hangi amaçla birleşmiştir? Yanıt, hangi "senaryo"ya sahip olunduğuna göre değişik biçimlerde gelecektir. Peki denilecektir AOL ile Time-Warner (CNN) birleşmesinin amacı nedir? Ve yanıt aynı şekilde "senaryo"ya bakılarak verilecektir.
Oysa ekonomi-politikle az çok tanışıklığı olan ve kapitalist ekonominin buhranlarına ilişkin biraz birşeyler bilen herkesin bildiği gibi, ekonomik buhran dönemlerinde sermayelerin değersizleşmesi, yani değer kaybetmesi gündemdedir. Büyüyen meta stokları, daralan taleple birleşerek pekçok kapitalistin iflasına yol açarak, sermayenin değer yitirme sürecini geliştirir. Böyle bir ortamda, şirketlerin öz sermayelerini artırmaları bir zorunluluktur. Tekeller arasında ortaya çıkan birleşmeler, bu zorunluluğun sonuçlarıdır. Ekonomik buhranın gelişme seyri ve süresi, bu birleşmelerin ortaya çıkardığı öz sermaye artırımlarının ne denli yeterli olup olmayacağını belirleyecektir. Bütün bunların ekonomi-politikteki karşılığı ise, her ekonomik buhran sonrasında sermayenin merkezileşip yoğunlaşmasının artması, yani tekelleşmenin hızlanmasıdır.
Bu bilimsel gerçekler, süreçlerin şu ya da bu kesimin yazdığı ya da yazdırttığı "senaryo" ya göre geliştiğini düşünen bir mantık için pek bir şey ifade etmeyecektir. Bu mantık çerçevesinde olaylara bakanlar, gelişmelerdeki nesnel koşulları değil, öznel istemleri belirleyici kabul edecektir. Ve diyeceklerdir ki, eğer bugün büyük tekeller kendi aralarında birleşiyorlarsa, bu onların daha büyük bir tekel meydana getirme isteminin bir sonucudur. Bu mantığa göre, bu tekellerin "akıllı yöneticileri", dünyada meydana gelen gelişmelerin olası sonuçlarını saptayarak, bugünden istemsel önlemler almak durumunda olduklarından, bu birleşmeler ortaya çıkmıştır. Ancak bu "akıllı yöneticiler"in, bugün değil de, neden üç-beş yıl önce ya da üç-beş yıl sonra bu birleşmeyi istemedikleri ise açıklanması gerekmeyen sorular durumundadır!
Yeniden ülkemiz somutuna dönecek olursak, gelişen siyasal olayların, aynı mantık çerçevesinde öznel nedenlerle açıklandığını görüyoruz:
Örneğimizde olduğu gibi, Genelkurmay'ın istemsel olarak yaptığı söylenen "dış ve iç tehdit" sıralamasının değiştirilmesine paralel olarak başlatılan "28 Şubat süreci"yle DYP-Refah Partisi hükümeti düşürülmüş, Refah Partisi kapatılmış, Erbakan'a siyasal yasak getirilmiştir. Ancak Erbakan'ın siyasal yasağından en fazla yararlanacak olan kişinin Tayyip Erdoğan olduğu görülünce, bu kez de T. Erdoğan'a "sudan nedenlerle" dava açılarak siyaset yasağı getirilmiştir. Böylece şeriatçı kesim içinde "yenilikçiler"in önü açılmıştır. "Ajan provakatör" takipçisi mantıkla yazılmış bir başka "senaryo"ya göre ise, bu gelişme, "kemalist devletin" Refah Partisi içindeki "ajanları"nın önünü açmak amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Hiçbir bilimsel ve tarihsel bilgiyi gerektirmeyen, dolayısıyla sıradan bir mantık tarafından kolayca kavranabilir ve anlaşılabilir olan bu saptamalar (tesbitler), kaçınılmaz olarak daha fazla rağbet görmektedir.
Oysa ki, sürecin bilimsel tahlili açıkca göstermektedir ki, gelişen siyasal olaylar, gelişen dünya ekonomik buhranı koşullarında sömürücü sınıflar arasındaki çelişkilerin keskinleşmesinin bir sonucudur. Çelişkilerin giderek keskinleşmesi, kaçınılmaz olarak sömürücü sınıflar arasındaki değişik ayrışmaları ve ittifakları ortaya çıkarmaktadır. "28 Şubat süreci", tümüyle işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisi ile tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi arasındaki çelişkinin ortaya çıkardığı "çatışma"nın bir sonucudur. Bunun en somut görüngüsü ise Refah-Yol hükümetinin "bedelsiz otomobil ithalatı" uygulaması olmuştur. Bu uygulama, bir yandan Almanya'dan kullanılmış otomobil ithalini gümrüksüz hale getirirken, diğer yandan Erbakan'ın uzak-doğu Asya gezisiyle Endenozya ve Malezya'dan otomobil ithalatı gündeme getirilmiştir. Bu durumun "yerli otomobil üreticilerinin" (Renault ve Fiat'ın) iç pazardaki gücünü azaltacağı ve satışlarını düşüreceği açıktır. Renault otomobillerinin üreticisi durumunda olan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) ve Fiat otomobillerinin üreticisi durumundaki Koç Holding, doğrudan Genelkurmay'ın devreye girmesiyle, bu "rakip"lerinin devre dışı bırakılmasını sağlamıştır.
Her iki kesimin de, ellerindeki tüm siyasal güçleri kullanarak sürdürdükleri bu savaşın ikinci aşamasında, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin, tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin kredi olanaklarını kısması gündeme gelmiştir. İlk anda "islamcı sermaye" denilen kesimin buna karşı yanıtı, "kâr payı" esasına dayalı yüksek faizli mevduat toplamayı genişletmesi olmuştur. Bunun üzerine, ülke dışından yapılan tüm para transferleri ve bu şirketlerin tüm parasal işlemleri denetim altına alınmıştır. Ve tam bu evrede "Asya krizi" patlak vermiş ve başta Endenozya olmak üzere bir dizi Asya "kaplanı" büyük bir ekonomik çöküşle yüzyüze gelmiştir. Bu gelişmeye paralel olarak "islamcı sermaye"ye yönelik önlemler etkili olmaya başlamış ve bu kesim içinde bölünmeler baş göstermiştir.
Oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki bölünme ve ayrışmanın ilk somut sonucu, 18 Nisan seçimlerinde MHP'nin oylarındaki artışla belirginleşmiştir. Ardından aralarında MÜSİAD başkanının bizzat kendi şirketi de dahil olmak üzere, pekçok "islamcı sermaye"ye dayanan şirketlerin iflas etmesi ya da ödeme güçlüğü içine girmesi, bu kesimdeki bölünme ve ayrışmayı hızlandırmıştır. Bunun sonucu ise, Refah Partisi içinde "yenilikçiler"in giderek seslerini yükseltmeleri ve parti yönetimine aday olmaları olmuştur.
Refah Partisi içindeki "yenilikçiler"in en temel özelliği, tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi ile oligarşi arasındaki ilişkilerde "çatışma" yerine "uyum"u esas almalarıdır. Bu, onların basit bir "tercihi", yani istemi değil, işbirlikçi-tekelci burjuvaziye karşı uzun yıllardır sürdürülen mücadelenin başarısızlığa uğramasının bir sonucudur. Refah Partisi başkanlığına "yenilikçiler"in adayı olarak ortaya çıkan Abdullah Gül'ün tüm söylemi, oligarşi ile yeni bir "uyum" sürecinin başlatılmasına dayanmaktadır.
Şüphesiz gelişen siyasal olayların bu tahlili karşısında bir başka "senaryo" yazılması ve olayların buna uygun olarak geliştiğinin söylenmesi olanaklıdır. Böyle bir mantık için, 1976 başlarında İlker Akman yoldaş tarafından yazılmış olan "Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz" yazısından o dönemde Erbakan'ın genel başkanı olduğu MSP ile ilgili değerlendirmesini aktaralım: "Sınıfsal olarak, CHP'nin dayandığı sınıfsal tabana, yani orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanır. Anadolu esnaf zanaatkar sermayesi ile tüccar-tefeci sermayenin desteğini almıştır. Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin 12 Mart sonrası hükümetler dönemindeki hızlı ve hakimiyet sağlayıcı gelişmesine bir tepki olarak (daha önce aynı gerekçelerle ortaya çıkan ve 12 Mart döneminde kapatılan MNP'nin yerine) ortaya çıkmış ve AP'nin politik geri çekilişi ile birlikte, bir güç olmuştur. Anti-tekelci, anti-faizci tutumu aslında, tekellere ve faize karşı oluşundan değil, temsil ettiği orta sermaye kesimlerinin ekonomik olarak gelişmesini ve tekelleşmesini sağlamak için kendi politikasını sürdürmek istemesindendir. MSP aslında, ülkemizin iç dinamiği gereği ortaya çıkan ve ülkemizdeki emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri ile filizlenen kapitalist unsurların tepkilerini bünyesinde toplamış bir partidir. Bu tepkiler, özünde oligarşiye karşı olan tepkilerdir. Ve politik bir silah olarak kullanılan 'din' ile birlikte, köylülüğün de sınıfsal desteğini almıştır.
MSP'nin demokratikliği, gerek oligarşiye karşı muhalefet eden orta ve küçük sermaye kesimlerine politik sözcülük sağlamak, gerekse 'din'i politik bir alet olarak kullanmak istemesindendir. Programına dikkat edilecek olursa, üretici güçleri hızlı bir şekilde geliştirmek istediği görülür. Ne var ki, mevcut üretim ilişkilerine olan tabiyeti gereği, program, kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Ve giderek AP içinde erimek zorundadır. Oligarşiye olan tepkileri, engelleyici bir noktaya ulaştığı zaman, laikliğe karşı olmaktan dolayı, her an politika dışı bırakılabilir. 12 Ekim seçimlerinde gerileyişi, misyonunu AP'ye kaptırmış olmasındandır. MSP, oligarşiye tepki olarak doğmasına karşılık, bunu politika olarak sürdürememesi sonucu, AP'nin liberalizmi içinde erimiş, MSP'yi destekleyen sınıflar, 'çatışma' yerine 'uyum'u yeğlediklerinden, AP'ye kanalize olmuşlardır. MSP, politik etkinliğini kaybetme durumuna gelmiştir, ancak, orta ve küçük sermaye kesimlerinin oligarşiye olan tepkileri ortadan kalkmış değildir. MSP, bu durumu kullanarak tekrar politik etkinlik sağlamak için, AP ile 'uzlaşmazlık' konularını öne çıkarmak zorundadır." Bu saptamaların yapıldığı tarihte oligarşinin en büyük siyasal temsilcisi S. Demirel'in AP'sidir. Dolayısıyla "çatışma" yerine "uyum"a yönelen kesimlerin AP liberalizmi içine kayışları gündemdedir. Bugün ise, 1960-80 döneminin AP'si gibi bir siyasal oluşum bulunmamaktadır. AP'yi oluşturan kesimler DYP, ANAP ve MHP'ye dağılmış durumdadırlar. Bunun sonucu olarak "uyum" yanlısı "yenilikçiler"in liberalizmi bugün için herhangi bir kesime kanalize olmak durumunda değillerdir. Refah Partisi içindeki mücadelenin sonucuna göre "yenilikçiler"in liberalizmi kendisine yeni bir yön çizecektir.
Görüldüğü gibi, oraya çıkan siyasal gelişmelerin kökleri çok daha derinlerde yatmaktadır ve uzun bir tarihsel dönemi kapsamaktadır. Bu da, günümüzdeki "senaryo" yazarlığının ne denli yüzeysel olduğunu açıkça göstermektedir.
Ancak "senaryo" kavrayışının yaygınlığı, solda ve küçük-burjuva aydın kesimde başka sonuçlar da ortaya çıkarmıştır. Olayların ve olguların nedenlerini ortaya çıkarmaya yönelik bilimsel tahlillerin terkedilmesi ve gelişmelerin güncelliğine bağlı olarak değişen "senaryolar"a itibar edilmesi, zaman içinde her türlü tahlil yapma kavrayışını da köreltmiştir. Bu körelmenin sonucu ise, gelişen olayların nedenlerinin ortaya konulması gerektiğinde açıkça görülür olmuştur. Örneğin Avusturya' da yapılan seçimlerde "aşırı sağcı" Haider'in FPÖ'sünün oylarını artırarak ikinci büyük parti haline gelmesi ve daha sonra hükümet ortağı olması karşısında küçük-burjuva aydınlarının yaptığı tahlillerin yüzeyselliğinin nedeni, bu tahlil yapma kavrayışının körelmesinin sonucudur.
Avusturya'da "aşırı sağcı" olarak tanımlanan ırkçı-milliyetçi bir partinin bu kadar yüksek oyu neden aldığı tahlil edilmeye çalışıldığında, öncelikle Haider'in partisinin "faşist" bir parti olup olmadığı konusunda bir saptama yapılamamaktadır. Çünkü, bu tahlil yapma yeteneğini yitirmiş kesimlere göre, "faşist" bir partinin Avrupa ülkelerinde etkili olabilmesi için, Hitler ve Mussolini örneğinde olduğu gibi, büyük bir ekonomik buhranın sonucu olarak yüksek enflasyon, işsizlik ve yoksulluğun varolması gerekmektedir. Böylece faşist parti, böyle bir ortamda faşist demagojiyi kullanarak işsiz kitleleri kendi etrafında toplar ve bunları "vurucu güç" olarak kullanarak iktidara gelir. Oysa, günümüz Avusturya'sında böyle bir yoksulluk ve işsizlik durumu olmadığı gibi, enflasyon %2'ler civarında seyretmektedir. Öyleyse, demektedir küçük-burjuva aydınları, Haider'in yükselişinin nedenlerini başka yerde aramak gerekir, örneğin Batı-Avrupa topluluklarının monolotik kültürel yapısında.
Oysa ki, Avusturya'daki gelişmeler, hemen hemen tüm ülkelerde ortaya çıkan benzer gelişmelerden farklı değildir.
Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığıyla birlikte ortaya çıkacağı varsayılan yeni pazarlar, dünya çapında burjuvazinin her kesiminde büyük bir bayram havası estirmiştir. Genişleyen kapitalist dünya pazarından kendisine de pay düşeceğini düşünen her türlü sermaye kesimi, tüm yatırımlarını ve üretimlerini bu genişleyen pazara göre yönlendirmişlerdir. Ancak gelişmeler, beklenen pazar genişlemesinin somutta talep artışı yaratmadığını göstermiş ve bu alana yönelik yapılmış yatırımlar durma noktasına gelmiştir. Bu ortamda baş gösteren dünya ekonomik buhranı, çokuluslu tekeller ile ulusal pazara yönelik üretim yapan tekeller arasındaki çelişkiyi keskinleştirmiştir. Çokuluslu tekeller "globalizm" sloganı ile ekonomik buhranla başlayan talep darlığını emperyalist ülkelerin iç pazarlarına yönelerek telafi etmeye çalışmışlardır. Bu durum, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerdeki iç dengeleri sarsmış ve ulusal iç pazar için üretim yapan sermaye kesimleri ile GATT vb. anlaşmalarla bu pazarlara yönelen çokuluslu tekelci sermaye arasındaki çelişkiyi keskinleştirmiştir. Bu çelişkinin politik sonucu ise, ulusal iç pazar için üretim yapan sermaye kesimlerinin artan oranda "globalizm"e karşı "milliyetçilik" bayrağına sarılmaları olmuştur. Emperyalist ülkelerin iç pazarlarının artan oranda çokuluslu tekellerin denetimi altına girmesi karşısında "himayecilik" söyleminin yeniden gündeme gelmesini sağlayan da bu siyasal gelişme olmuştur. Bugün Avusturya'da hükümet ortağı durumuna gelen "milliyetçi parti"nin güçlenmesinin nedeni de, Almanya' da gelişen "yabancı düşmanlığı"na dayanan "milliyetçiliğin" gelişme nedeni de bir ve aynıdır.
Dünyada ve ülkemizde gelişen ekonomik, toplumsal ve siyasal olaylar karşısında pragmatizmin "senaryo" anlayışıyla çizilen tüm tablolar, somutlukta teker teker etkinliğini yitirirken yeni "senaryo"ların ortalığa sürülmesi "rutin" bir durum yaratmaktadır. Bu durumun soldaki yansısı, A. Öcalan'ın Kenya'da tutsak edilmesi olayında olduğu gibi, Susurluk vb. olaylarda da ortaya çıkmıştır. Örneğin, M. Ağar'ın "açıklayamayacağı"nı belirterek ifade ettiği "1000 operasyon gerçekleştirdik" sözü, yeni bir "senaryo"nun yazılmasını getirmiştir. Artık pek çok sol dergide, oligarşinin ve emperyalizmin "1000 operasyonu"na ilişkin "yeni" olgular ve olaylar ortaya konulmaya ve "Amerikan emperyalizminin operasyonları sürüyor" türünden diziler yayınlanmaya başlamıştır. Böylece tekil olaylar, "büyük bir planın" parçası olarak sunulmaya başlanılmıştır. Oysa, gerçeklikte 1.000 değil, binlerce operasyon sözkonusudur ve tümü de tek bir sürecin parçalarıdır: Devrimci mücadelenin engellenmesi. Bundan öte, "şaşırtıcı", "bilinmeyen", "büyük" bir "plan" sözkonusu olmadığı gibi, bu operasyonların bu tarzda ifade edilişi oligarşik devlet aygıtının özünün gözlerden kaybolmasına ve giderek belirli bir kesimin "gizli operasyon aygıtı" olarak algılanmasına neden olmaktadır.
Haber başına ücret alan gazetecilerin, süreçleri (haberleri de diyebiliriz) tekil parçalara ayırarak ve her bir tekil parçayı ayrı bir haber konusu yaparak oluşturdukları "haberler", bu ortamda sol yayınların en temel malzemesi olduğundan, bu tekil haberleri birleştirecek bir "senaryo" kolayca etkili olabilmiştir. Böylece popülizm sol yayınların ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Bu etkileşimin bazı kesimler üzerindeki sonuçları çok daha çarpıcı olmuştur. Örneğin, bugün "Yaşadığımız Vatan" adıyla "vatanseverlerin" yayını olduğunu ilan eden kesim, daha düne kadar "halk sınıfı"na yerleştirdiği bir kaç kişi ile "eğitim çalışması" yapan "Selim abi" popülizminden uzaklaşarak, "ihtiyar" ile "delikanlı"nın sohbetleriyle "bilgi ışığı" saçmaya başlamışlardır. Dün "Selim abi", gelişen olayları sığ bir teorik çerçeve içinde "senaryo"laştırırken, bugün "ihtiyar" tüm teorik zorunluluğundan sıyrılarak "delikanlı"ya yeni "senaryolar" sunmaktadır.
Soldaki legalizme kayışları, popülizmi, tekil olayları "senaryo" çevresinde bütünleştirme eğilimlerini ve de her türlü teorik temelden uzaklaşılmasını büyük bir "keyifle" izleyen küçük-burjuva reformist aydınları ise, "eski solcu" olmanın avantajlarıyla oluşturdukları yeni "mekanlar"ında yeni "açılımlar"ın "senaryo"larını yazmaya başlamışlardır.
Her türlü bilimsel bilginin, teorik belirlemenin kolayca bir yana konulmasıyla etkinliğini artıran "senaryo"culuk, ortaya koyduklarını "kanıtlamak zorunda" olmadığı için ve sonal olarak bunlar "onun düşüncesi" olarak kabul edileceği için hemen her kesimde kendisine uygun insanlar bulmuştur. İdeolojisizliğin, teorik bilgiden kaçışın övüldüğü, tersini savunanların demagojik söylemlerle susturulmaya çalışıldığı bir dönemde, bu insanlar belirli bir süre işlevlerini yerine getirmekte ve bir sonraki zaman içinde yerlerini bir başka "senaryo" yazarına terk etmektedirler. MİT ajanlarının, söylenenlerin kanıtı bir "kaynak" olarak gösterildiği bir dönem sonrasında solda ortaya çıkan manzara, sadece bir dergi ya da gazetenin sayfalarının doldurulması olmuştur. Birikim çevrelerinin çok sevdikleri deyimle ifade edersek, artık "söz bitmiştir".
Sonuç olarak, ülkemiz solunda egemen olan pragmatizm, popülizm, legalizm vb., her türden sıradanlığın kendisine yer bulabildiği ve kişilerin mevcut düzenden geldikleri gibi kaldıkları, değişmelerinin ve değiştirilmelerinin düşünülmediği bir oluşum haline dönüşmüştür. Söylediklerini, iddia ettiklerini herhangi bir ölçüyle ölçemeyen, dolayısıyla Marksizm-Leninizmin evrensel belirlemelerinin bir ölçü olarak kabul edilmediği bu oluşumlar, yaşanılan anın egemen eğilimleriyle birlikte varolmaktadırlar. Böylece egemen sınıfın ideolojisi, kültürü sol oluşumların ideolojisi ve kültürü haline getirilmiştir. Ve bu ortamda, bu oluşumların içinden birileri, dün söyledikleri ile bugünkü arasındaki farklılığı sorabilecek durumda olmadıkları gibi, dün yeni bir "senaryo" ile yeniden yazılabilir, düzeltilebilir olmuştur. "Vatanseverler"in "ihtiyar" ile "delikanlı"sının diyaloglarında olduğu gibi, artık yeni yetişen devrimci kuşağa bilgi aktaracak fazla da kimse kalmamıştır. Çünkü bilgi öğrenilmez, sadece "aktarılır"! Böylece Marksizm-Leninizmin tüm teorik birikimi, bilgi hazinesi olduğu gibi dururken, yeni yetişen kuşağa bilgi "aktarmak" için "ihtiyar" bulmaktan başka yol da kalmamıştır. "Selim abi"nin birkaç yıl içinde böylesine "ihtiyar"laması, solun nasıl eridiğinin traji-komik bir görüngüsüdür.
Durum tahlillerinin yerini "komplolar" ve "senaryolar"ın aldığı bir dönemde sol oluşumlarda görülen popülist-arabesk kültür eğilimleri çok daha etkili olmuştur. Aşağıda aktaracağımız yazı, geçen ay birinci sayı ile yayınlanmaya başlayan "Devrimci Demokrasi" adlı dergiden alınmıştır. Her türden sıradan ifadeler, deyimler, sözcüklerin yer aldığı bu yazı, aynı zamanda gelinen noktanın nasıl bir çürümeyi ifade ettiğini de göstermektedir: "İbocu'nun derdinden ancak İbocu anlar. İbocu 'nev-i şahsına münhasırdır'. Çünkü Kaypakkaya geleneği siyasi sahnede bambaşka bir ekolü temsil eder. Kaypakkaya ekolünden gelenler, başka siyasetlerde kendilerini ifade edemezler. Özkaynaktan kopsada, dili ve değer yargıları İbocu'yu belli eder. Meramını anlatamaz. Çatlasa da patlasa da oraya bir türlü ayak uyduramaz...
Enver Gökçe affetsin, Meşhur şiirinin dizelerini şimdi, değiştirip terennüm etmekte fayda var: Dost dost! İlle de Birlik!
Fiyakalı olduğu için değil, geleneğin tarihini yaz-boz tahtasına çevirmek için değil, şunun için Birlik..."[*] Burada, daha fazla söylenecek şey yoktur, "söz bitirilmiştir"!