Buraya kadar yayınlanan yazılarda cumhurbaşkanlığı seçimi, seçim “ittifakları” ve düzen partilerinin seçimlerdeki tutumu değişik yönlerden ele alındı.
Genel olarak AKP dışındaki düzen partilerinin ve “sol”un cumhurbaşkanlığı seçiminden büyük beklentileri bulunmadığı söylenebilir. Sonucun fazlaca şaşırtıcı olmayacağı, dolayısıyla da AKP iktidarının değişmeyeceği ve Recep Tayyip Erdoğan saltanatının çok daha fazla hukuk tanımaz biçimiyle sürüp gideceği kanısı oldukça yaygındır.
Bunun yanında, hiç tartışmasız, “sol kitle”, şu ya da bu seçimde elde edilecek bir başarının AKP iktidarını ve Tayyip saltanatını zora sokacağını ve giderek yıkılma sürecine gireceğini de düşünmektedir. Ancak mevcut seçim sistemi ve AKP’nin “medya” desteği karşısında bunun pek de kolay olmayacağının bilincindedirler.
Cumhurbaşkanlığı seçimi somutunda konuşursak, “sol kitle”, CHP-MHP ittifakının bir ölçüde sonuç üzerinde etkisi olabileceğini düşünseler de, AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın şu ya da bu biçimde seçimleri kazanacağına inanmaktadır. “Aritmetiksel” olarak Recep Tayyip Erdoğan karşıtı cephenin seçmen kitlesinin çoğunluğunu oluşturduğu görülse de, bu kitlenin yekpare hareket edemeyeceği de bilinen bir gerçektir. Herkesin ortak olduğu yer, AKP iktidarına ve Tayyip saltanatına bir biçimde son verilmesinin gerekli olduğudur. Ama bunun nasıl olacağına ilişkin düşünceler değişiktir.
Bir düşünceye göre, yani AKP’nin 2001 kriziyle iktidara geldiğini ve arkasında Amerikan emperyalizminin bulunduğunu düşünenlere göre, AKP’den ve Recep Tayyip Erdoğan’dan kurtulmanın yolu, yeni bir büyük ekonomik krizin patlak vermesidir.
Patlak verecek büyük bir ekonomik kriz koşullarında, AKP’nin ve Erdoğan’ın “medya”yı eskisi gibi besleyemeyeceği, “yardım paketleri”ni eskisi gibi dağıtamayacağı, temsil ettiği feodal-tüccar sermayesi ile müteahhitleri eskisi gibi doyuramayacağı varsayılmaktadır. Böyle bir durumda AKP’yi ve Erdoğan’ı baştan itibaren destekleyen seçmen kitlesinin ve sömürücü sınıf bloğunun ikircikleneceği ve yeni bir iktidar arayışına girebileceği düşünülmektedir. Ekonomik kriz koşullarında yapılacak bir seçimde AKP’nin ve Erdoğan’ın “gidici” olacağı sonucuna ulaşılmaktadır. Ama burada Amerikan emperyalizminin, AKP’den desteğini çekmediği sürece, ekonomik krizin atlatılabilmesi için elinden geleni yapacağı da varsayılmaktadır.
Bu varsayım sonucunda, ekonomik koşullar ve AKP’nin Amerikan emperyalizmiyle olan ilişkisi sürekli gözetilen ve izlenen bir olay haline gelmektedir. Döviz kurlarında meydana gelen dalgalanmalar, ABD’den yapılan açıklamalar, Obama’nın Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı telefon görüşmeleri, beyzbol sopası vb. “haberler” yeni umutlar yaratmakta ve beklentiler oluşturmaktadır.
AKP iktidarından ve Tayyip saltanatından kurtulmanın bu “yolu”, “merak etmeyin ordu var” söyleminin biçim değiştirmiş halidir. Ortak nokta, iç dinamiğin değil, dış dinamiğin belirleyici olduğunun kabul edilmesidir. Bu açıdan, pasif bir tutumun, “bekle-gör” anlayışının ve kitlelerin mücadele gücüne inançsızlığın ifadeleridir. Tüm seçim sonuçlarından çıkartılan sonuç ise, “bu halk adam olmaz” söylemidir.
Bir başka düşünceye göre, AKP dışındaki ve karşıtı olan tüm düzen partilerinin seçim ittifakı kurularak AKP iktidarı ve Tayyip saltanatı sona erdirilebilecektir. Ama burada en temel sorun, ittifak kurması beklenen partilerin (özellikle CHP, MHP ve BDP/HDP) “beş benzemez” oluşları ve aralarındaki “kan uyuşmazlığı”dır. Üstelik kurulacak ittifakta kimin belirleyici olacağı, hangisinin taleplerinin daha fazla yer tutacağı vb. konular da ek sorunlar yaratmaktadır. 30 Mart yerel seçimlerinde görüldüğü gibi, MHP kökenlilerin CHP listelerinden aday gösterilmesi bile sonuçları fazlaca etkilememektedir.
Bu düşünceyi savunanlar, doğal olarak birinci düşünceyi de gözönünde bulundurmak zorunda kalmaktadırlar. Bir yerden sonra, ekonomik kriz, Amerikan emperyalizminin AKP’den desteğini çekmesi ve “muhalefet” partilerinin işbirliği yapmaları sonucu AKP iktidarının ve Tayyip saltanatının seçimler yoluyla sona erdirilebileceği biçiminde bir tümlemeye ulaşılmaktadır.
Bir diğer düşünceye göre, “sol” muhalefet, her durumda kendi yolunda ilerlemelidir. Sol söylemler, sol programlar ve sol sloganlar bu yolun ayrılmaz parçasıdır. Bunlara göre, “sol”, “tıpkı” 1977 genel seçimlerinde olduğu gibi, yoksulun, işsizin, haksızlığa uğrayanın, ezilenin, sömürülenin vb. yanında olduğunu gösteren programlar ve söylemlerle güçlü bir muhalefet olarak ortaya çıkabilir. Varsayıma göre, güçlü bir “sol” muhalefet, mecliste ve sokakta gücünü kullanarak AKP’yi ülkeyi yönetemez hale getirebilir. Bu da AKP saflarında parçalanmaya, “merkez sağ”da yeni oluşumların ortaya çıkmasına yol açar. Bu düşünce açısından, laiklik, ulusalcılık (anti-emperyalist anlamında) ve halkçılık temel unsur olmalıdır.
Her kurulan yeni legal “sol parti” ya da CHP içinde ortaya çıkan her “muhalefet” hareketi, hemen her durumda bu düşüncenin (ya da yaklaşımın) yılmaz savunucuları olarak ortaya çıkarlar. Ancak muhalefetin nasıl yapılacağı, temel unsurlardan hangisinin öne çıkartılacağı konularında anlaşmazlığa düştükleri ölçüde, bütünleyici ve birleştirici olmaktan çıkarak yeni bölünmelere yol açmaktadırlar. Yine de AKP iktidarından ve Tayyip saltanatından “kurtuluş” seçimlere bağlı kalmaktadır.
Dördüncü bir düşünceye göre ise, “sosyalist sol”un güçlenmesi sorunun kökten çözümünü sağlar. Bunlara göre, “sosyalist sol”, (Gezi direnişinde olduğu gibi) sokaklardaki gücünü seçimler yoluyla meclise taşıyarak AKP iktidarına karşı güçlü bir muhalefet haline geldikçe, AKP iktidarının sonu gelecektir. Bunun savunucuları, ne kadar güzel ve mantıklı söylemlere sahip olurlarsa olsunlar, toplumsal pratiğin açık biçimde gösterdiği gibi, diğer yaklaşımlardan çok farklı değildir.
Tüm bu düşüncelerin ve yaklaşımların ortak noktası, hiç şüphesiz seçimler ve seçimlerde elde edilecek bir “zafer”dir. Amaçları ve hedefleri, AKP iktidarını ve Tayyip saltanatını, “meşruiyet” sınırları içinde kalarak, “demokratik” yollardan devirmektir. Bu nedenden dolayı, mevcut düzenin yasallığının dışına çıkan, “demokratik” olmayan yollara karşıdırlar. Dolayısıyla da, ilk yaklaşımın gerekçelerini belli ölçüde paylaşırlar.
Bu AKP’yi “devirme projeleri”nin en belirgin özelliği, mevcut düzenin yasallığını mutlaklaştırmak ve siyasal sistem ile egemen sınıflar arasındaki bağı görmezlikten gelmektir. Her türlü sınıf tahlilini küçümseyen bu “alternatif devirme stratejileri”, sınıf çelişkilerinin geldiği düzeyi ve bu çelişkileri örtbas eden mekanizmaları da bir yana bırakırlar.
Tüm bunların yanında ve hatta “karşısında” devrim söylemcileri yer alır. “Kurtuluş”u devrimde gören, tek yolun “devrim” olduğunu söyleyen bu söylemcilere göre, tüm alternatifler bir yana bırakılıp, halk kitlelerinin devrim mücadelesine katılımının sağlanmasıyla AKP iktidarı ve Tayyip saltanatı topyekün sona erecektir. Ama bu söylemciler de muhteliftir.
Devrim “söylemcileri”nin büyük çoğunluğu, legal alanlarda faaliyet gösteren ve değişik isimler altında legal olarak örgütlenmiş kesimlerden oluşur. Bu nedenle de mevcut düzenin legalitesini kendilerinin varoluş zemini ve çıkış noktası olarak ele alırlar. Resmi söylemde “demokratik yoldan” iktidarın değişmesinden söz ederler, ama söylemde ve özel “muhabbetler”de devrimden başka yolun olmadığını ileri sürerler.
Mevcut düzenin legalitesine olan bağlılıkları, bu legalite temelinde yasal olarak örgütlenmiş olmaları ellerini kollarını bağlar. Seçimlere girdiklerinde binde birler düzeyinde oy almış olsalar da, büyük konuşmaktan uzak durmazlar. Söylemleri keskin, ama eylemleri düzen içidir.
Hiç tartışmasız, söylemsel olarak değil, özsel olarak devrimci olan unsurlar ve örgütlenmeler de vardır. Genellikle silahlı mücadeleyi savunan bu devrimci kesimler, izlenecek çizgi konusunda parçalanmış ve bölünmüş durumdadırlar. Sıkça “zamanın ruhuna” ve “olayların olağan akışına” göre “siyaset” yaparlar. Bunun temel nedeni, ülkedeki sınıf mücadelesinin keskinleşmemesi, devrimci mücadelenin gündem dışı kalması ve güçsüzlüğüdür. Doğal olarak, silahlı mücadele dışı yol ve araçlarla kendilerini varetmek, ayakta durmak ve dayanmak zorunluluğu içine girerler. Seçimleri “boykot taktiği” bu devrimci kesimlerin temel tutumu olsa da, “zamanın ruhu” ve silahlı mücadele dışı yol ve araçlar kullanmaları nedeniyle, sıkça seçimlere katılımdan söz etmek zorunda kalırlar.
Devrimci kesimler açısından en temel sorun, sıkça dile getirilen, ama özenle vurgu yapmaktan kaçınılan “kadro” sorunudur. Bir süreliğine belli eylemlere katılan, ama sürekliliği olmayan unsurlarla uzun ve kalıcı bir mücadele örgütlenebileceği hayaline kapılırlar. Bu nedenle de, adına gerçekten kadro denilebilecek sürekli ve kalıcı unsurların yaratılmasından daha çok, ajitasyona dayalı “eylemci” bulmakla yetinirler. Üç-beş kişilik, “medya”da yer alan görsel eylemlerle varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Yüzeysel teorik değerlendirmelerle yetinirler. Çıkardıkları yayınların ağırlıklı olarak ajitasyona dayalı olmasının ve bolca “görsel” malzeme içermesinin nedeni de budur.
Bu devrimci kesimlerin kimileri, konserlerde toplanan “yüz binler”le, 1 Mayıs’larda yürütülen “temsili gerillalar”la, “kızıl bayraklılar”la ne denli güçlü olduklarını “dünya aleme” gösterirken, silahlı mücadele sadece tekil eylemlere ya da “feda” eylemlerine indirgenir. Söylemde silahlı mücadelenin stratejik bir mücadele olduğu ne kadar çok söylenirse söylensin, pratikte silahlı mücadele stratejisinden daha çok “silahlı taktikler” söz konusu olur.
TEK YOL