28 Şubat "post-modern darbe" sonrasında en çok kullanılan deyim "toplum mühendisliği"ydi. Hiçbir "medya" yazarı "toplum mühendisliği"ne ilişkin bir şey söylemeden herhangi bir konuda yazı yazmaya başlamazdı. ("Toplum mühendisliği"nin en ünlü ismi ise, Ertuğrul Özkök'tü.)
Bir süre sonra "senaryo" sözcüğü "medya"nın diline dolandı. Her "köşe" yazarı, ülkede ve dünyada gelişen olayları açıklamaya kalkıştığında, ilk yaptığı iş "senaryo yazmak"tı. Olayların gelişimi, olası sonuçlarından söz etmek yerine "şu senaryoya göre" diye başlayan yorumlarla olayları açıklamaya koyuldular.
Bir süre sonra "senaryo" deyimi de tüketildi. Yerine "komplo teorileri" geçti.
Amerikan emperyalizminin Irak işgali bir "komplo"ydu. İşgalin amacı "komplo teorileri"yle açıklanmaya başlandı. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) başlı başına bir "komplo"yu ifade ediyordu.
Ecevit hükümetinin düşürülmesi amacıyla Ecevit'in hastalığına ilişkin yayınlar bir "komplo" ürünü olarak "medya"da geniş bir kampanyaya dönüşürken, Erbakan'ın "yenilikçi"lerinin AKP'si saman altından su yürütülerek kuruldu.
Toplum mühendisleri, senaryo yazıcıları ve komplo teorisyenleri (her ne kadar hepsi bir ve aynı kişi ve çevreler olsalar da) birleşerek ve elbirliği yaparak ülkeyi yönetmeye soyundular.
Eski ve yeni, genç ve yaşlı, her cinsten ve kategoriden küçük-burjuva "sol" aydınları, özel üniversitelerde yüksek maaşla kürsü sahibi "sol" öğretim üyeleri, "köşe"lerin "sol" yazarlarının işbirliğiyle bu "ülke yönetme" girişimi yıllarca sürdü.
Kendisine "solcu" diyen, hatta "marksist" olduğunu yakın çevresinde açıkça dile getiren küçük-burjuva "elitleri", analiz ve sentez yeteneklerini tümüyle yitirdiler. Gelişen ya da ortaya çıkan her olayın arkasında bir "sır" olduğu inancı ve kanısıyla, "De Vinci'nin Sırrı"nı çözmeye koyuldular.[1] "İnsanların beyni", 12 Eylül askeri terörünün izleriyle biçimlendirildi ve kazanıldı.
Her gelişme komploya, her olay senaryoya, her uygulama toplum mühendisliği uygulamasına dönüştürülünce, 12 Eylül askeri terörünün dehşeti altında tüm tarih önce çarpıtıldı, ardından unutturuldu, "Hatırla Sevgili" dizisi konusu haline getirildi. Ülkenin tarihi kadar dünya tarihi de bundan nasibini aldı.
Bugün yaşanılan olaylarda açıkça görülebilen "medya" manipülasyonları, özellikle TMSF'nin denetimi altındaki "islami medya"nın manipülasyonları, üretilen sahte belge ve iddialar karşısında "solcu" küçük-burjuva aydınlarının içine düştükleri şaşkınlık, neyin nasıl yapılacağına ve yapılması gerektiğine ilişkin kargaşa, gelişen süreci tahlil edebilme yeteneklerinin tümüyle körleşmiş olması, "toplum mühendisliği"yle başlayan "insanların beyni"nin kazanılması sürecinin bir ürünüdür.
Önce "velev ki siyasal simge olsa" diye Tayyip Erdoğan'ın sözleriyle başlayan "türban krizi", ardından Yargıtay Başsavcısı'nın AKP'yi kapatma davası açması ve nihayetinde İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Doğu Perinçek'in gözaltına alınmasıyla gelişen "Ergenekon operasyonu", herşeyin her an olabileceği bir ülkede beyinleri kazanılmış, çarpık kafa yapısına sahip küçük-burjuva "sol" aydınlarını şaşkına çevirdi.
Üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına ilişkin AKP-MHP "güç birliği"yle yapılan anayasa değişikliğiyle şeriat tehlikesinin daha da büyüdüğünü düşünen "sol" küçük-burjuvazi, "gençler"den umutlanarak "türban karşıtı" eylemlerin yükseleceği beklentisi içindeyken, Yargıtay Başsavcısının AKP'nin kapatılmasına ilişkin dava açmasıyla biraz daha yüreklendiler. "Biz kaç kişiyiz" diye Cumhuriyet mitinglerinde sayılarını sayanların bu yüksek beklentileri ve yüreklenmelerine "karşı hamle" gecikmedi. 21 Mart sabaha karşı İlhan Selçuk ve diğerleri gözaltına alndı.
AKP'nin "karşı hamlesi" karşısında "sol" küçük-burjuvazi birden duraksadı. Korkuya kapıldı. Tereddütler arttı, güven azaldı.
İlhan Selçuk'un sabaha karşı gözaltına alınmasının ("şık olmayan bir yöntemle"), AKP'nin kapatılması davasına karşı bir "rövanş" olduğu açık olmasına rağmen, tereddütler sürüp gitti.
Şimdi herkes "rövanş"ın "rövanşı"nın ne olacağı beklentisi içinde. Beklenti, AKP'nin kapatılması davasının olabilecek en kısa sürede Anayasa Mahkemesi'nde görülmesi ve olabilecek en "makul" bir biçimde sonuçlandırılmasından ibaret. Ancak hiç kimsenin "makul" olanın ne olduğunu bilmediği bir beklentidir bu.
"Orta yolcu", "hem nalına, hem mıhına" vuran ya da "ne şiş yansın, ne kebap" diyen "sol"culara göre "makul" olan, Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisinin "gerginliği azaltmaya" yönelik bazı adımlar atması ve buna karşılık "laik"lerin "gerginliği" tırmandırmaktan uzak durmasıdır.
Bu "makul"cülere göre, Kürt sorunu ve PKK terörü karşısında "din" başlı başına bir güç olarak ortaya çıktığı için de, AKP'nin kapatılması yanlış bir politika olacaktır.[2] Gelişen ve giderek devlet içinde kadrolaşan, Deniz Baykal'ın sözüyle "kendi derin devletini inşa eden" AKP karşısında "radikal" bir çözümün gerekliliğini kabul eden "laikler" ise, böylesi bir "makul" yolun hiçbir işe yaramayacağını, toplumun laiklik konusundaki duyarlılığını azaltarak şeriatçıların amaçlarına ulaşmalarına hizmet edeceğini söyleyerek karşı çıkmaktadırlar. Bu kesime göre, AKP kayıtsız-şartsız kapatılmalıdır.
Her iki kesim arasında gidip-gelen, ama her durumda "orta yolcu"lar içinde yer alan bir başka kesime göre ise, yapılması gereken yeni bir "toplum mühendisliği"dir.
Bu yeni "toplum mühendisliği" taraftarları için ideal çözüm, AKP'nin kapatma davasıyla birlikte AKP içinde çözülmelerin ortaya çıkartılması ve bu çözülen kesimlerin Abdüllatif Şener'in çevresinde "laik islamcı parti" içinde bir araya getirilmeleridir.
Dünya ekonomik bunalımı koşullarında TOBB aracılığıyla AKP çevresinde toplanmış olan Anadolu esnaf ve büyük tüccarının saf değiştirmesinin olanaklı olduğunu da gözeten bu "toplum mühendisleri", bu ideal çözümün mümkün olduğu havasını yaymaktadırlar.
İster "makul"leri oynayan orta yolcular olsun, ister "ideal çözüm" öneren orta yolcular olsun, her durumda "ikna" edilmeye çalışılan, nasıl tanımlanırsa tanımlansın laikler, laikçiler, laik sol olmaktadır.
Tayyip Erdoğan'ın "öfke bir hitabet sanatıdır" sözlerinde ifadesini bulan "gerilim" politikası, İlhan Selçuk ve diğerlerinin sabaha karşı gözaltına alınmasıyla belirginleşen, "Erbakan pısırıklığı"nı göstermeyeceklerine ilişkin tutumları "makul" ve "ideal çözüm"ün kolayca gerçekleşmeyeceğini de göstermektedir.
Laikler, laiklik yanlısı insanlar ortada kalmışlardır.
Bir tarafta "gerilimi düşürmek" yönünde yapılan yoğun propagandalar, öte tarafta "öyle yaparsanız biz de böyle yaparız" türünden "rövanş" hamleleri, "merak etmeyin ordu var"a olan güvenlerin giderek sönmesi, "eşkıyanın bu gece ne yapacağı belli olmaz" ortamı, bir ileri, bir geri adımlar laik kesimleri yıpratmaya ve kararsızlaştırmaya başlamıştır.
"Geçmişte partiler kapatıldı da ne oldu"ya ilişkin yapılan açıklamalar, yorumlar, kararsızlaşan, güvensizleşen laik kesimlerin kafalarını daha da karıştırmaktadır.
Ortadaki soru, "geçmişteki parti kapatmalar vb. uygulamalarla hiçbir sonuç alınamadığına göre, şeriat tehlikesi karşısında ne yapılmalıdır?" sorusudur.
Bu soru, aynı zamanda yapılması gerekenlerin kimler tarafından ve nasıl yapılacağı sorusunu beraberinde getirmektedir.
Açıktır ki, şeriat tehlikesinin uzun yıllar sürüp gitmesi ve şeriatçı örgütlenmenin, tarikatların dağıtılması gerekliliği, giderek "radikal" bir tutumu kaçınılmazlaştırmaktadır. Laik küçük-burjuvazi de bu gerçeği görmekte ve kabul etmektedir.
Sorun, tarihsel bir sorundur. Dolayısıyla çözümü, tarihin değiştirilmesini gerektirir.
İşte laik ya da demokrat küçük-burjuvaların "radikal" bir tutumdan yana olan düşünceleri ile pasif pratikleri arasındaki çelişki de bu tarihsel dönüşümün ve değişimin kaçınılmazlığından türemektedir. Daha açık ifadeyle, laik ve demokrat küçük-burjuvazi (küçük-burjuvazinin sol kanadı) devrim ile karşı-devrim arasına sıkışmıştır.
Şüphesiz şeriatçılara karşı "radikal" bir tutum takınılması gerektiğini sözde kabul eden laik kesim, bu bağlamda bir "devrim"e de taraftardır. Ancak böylesine sınırlandırılmış, tarihsel dönüşümü sağlamaktan uzak ve devrimden daha çok "reform" niteliği taşıyan bir "devrim"in kimin tarafından ve hangi güçlerle yapılacağını da bilmemektedirler.
Son sınır ötesi harekatın Amerikan emperyalizminin talebiyle birden sona erdirilmesi ve ardından Büyükanıt'ın Baykal'la girdiği polemikle, orduya olan güven büyük ölçüde sarsılmıştır. Hiçbir dönem kendi gücüne, halkın örgütlü gücüne güvenmeyen ve inanmayan küçük-burjuva aydınları (sol küçük-burjuvazi), orduya olan güvenlerinin sarsılmasıyla birlikte, "başı kesilmiş tavuk" gibi debelenip durmaktadır.
Açık bir gerçektir ki, "yargı" gücüyle AKP'nin kapatılması şeriat tehlikesini ortadan kaldırmayacaktır. Üstelik Anayasa Mahkemesi'nin AKP'nin kapatılmasına karar vermesi halinde, bu kararın kimler tarafından ve nasıl uygulanacağı da belirsizdir. AKP yönetiminin, Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının kapatma kararı karşısında TBMM'de başlatacakları bir "turuncu devrimi" direnişi tüm beklentileri altüst edebilecek sonuçlar da doğurabilecektir. Dolayısıyla "yargı" gücüyle şeriatçılığa karşı yapılacak her hamle, beraberinde AKP'nin devlet içindeki kadrolarını ve "derin devlet"ini tasfiye etmeye "muktedir" bir başka gücün, silahlı bir gücün varlığını öngerektirir. Bu güç de, bugünün koşullarında TSK'dan başka bir güç olarak mevcut değildir.
Daha da önemlisi, %47 oy gücüne sahip, bu gücü sürekli varedecek ekonomik kaynakları bulunan şeriatçıların sadece devlet kurumlarından tasfiyesi kısa vadeli bir çözüm olmaktan öteye geçmemektedir. Doğal ve kaçınılmaz olarak şeriatçılığın tehlike olmaktan çıkartılması, tümüyle etkisizleştirilmesi ve tasfiyesi, aynı zamanda onların ekonomik kaynaklarının yok edilmesini gerektirir. Bu yapılmadığı sürece, alınan siyasal önlemler, bir süre sonra şeriatçıların yeniden ve aynı güçle ortaya çıkmalarına yol açar.
Bugün AKP'nin "çekirdek" kadrolarını üreten ve kitle desteğini kuran sınıfsal temeli, tefeci-tüccar sermayesidir. Klasik anlamda feodal dönemin tefeci-tüccar sermayesi olmayıp, yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizme eklemlenmiş bir sermaye grubu olduğundan, ekonomik ilişkiler alanında karmaşık ticari ve mali ilişkiler ağının bir parçası durumundadır.
Örneğin 1974 yılından itibaren Erbakan çizgisindeki partilerin (ve aynı zamanda yer yer aynı sınıfsal temele dayanan MHP'nin) destekçisi ve koruyucusu durumunda olan Sabancılar, Anadolu tefeci-tüccar sermayesi aracılığıyla kendi mallarının dağıtımını yapmaktadırlar. Öte yandan Sabancıların tarıma dayalı sanayi kuruluşları da, aynı biçimde büyük toprak sahipleriyle olan ittifakın temelini oluşturmaktadır.
Şeriatçı kesimlerin ekonomik güçlerinin kırılması, aynı zamanda Sabancıların ekonomik ilişkilerinin bozulması anlamına geleceği için, şeriatçılara yönelik siyasal ve ekonomik önlemler açıkça Sabancılara karşı alınacak önlemlerle bütünleştirilmek zorundadır.
"İslami sermaye"nin çeşitli düzeylerde Kürt toprak ağaları, aşiret reisleri ve tüccarlarıyla geliştirmiş oldukları ticari ilişkiler de, şeriatçıların ekonomik kaynaklarını bertaraf etmeye yönelik hareketin hedefi olmak durumundadır. (Bu konuda AKP'nin sözcüsü Dengir Mir Fırat, Mersin'de ikamet eden "mercimek kralı" Mahmut Aslan ve "mikro kredi"nin Türkiye ayağının yöneticisi, eski AKP Diyarbakır milletvekili Prof. Dr. Aziz Akgül örnek gösterilebilir.)
Tüm bu iç ekonomik ilişkilerin yanında ve belirleyicisi durumunda olan "global" ilişkiler, "sıcak para", dış borç faizlerinin ödenmesi (cari açık) ve emperyalist ülkelerin ithal mallarının pazarlama ağı (Anadolu küçük ve orta tüccar kesimi), kaçınılmaz olarak şeriatçılığa karşı ekonomik önlemler dizisini uluslararasılaştırmaktadır.
Böylesine bütünsel, siyasal ve ekonomik boyutlarıyla şeriatçılığa karşı yürütülecek mücadelenin küçük-burjuva "sol"culuğu açısından ulaşabildiği en geniş kapsamlı "radikal" tutum, 1960'ların Yön-Devrim çizgisi ve Doğan Avcıoğlu'nun "devrimci-milliyetçi" küçük-burjuva radikalizmi olmuştur.
Ve bilineceği gibi ("medya"da yazılanların aksine), bu radikal tutum, 12 Mart muhtırasıyla tarih sahnesinden kaybolmuştur. 12 Mart döneminde yapılan tasfiyelerle "devrimci-milliyetçi"lerin ordu ve devlet içindeki güçleri kırılmış ve 12 Eylül'le birlikte tümüyle tasfiye edilmişlerdir. Bugün sadece "medya"da yer alan yalan-yanlış haber ve yorumlarla "var"dırlar.
Zamanın Genelkurmay başkanı tarafından "gerekirse yüz yıl sürecek" denilen 28 Şubat "post-modern darbe"nin iki yılda etkisizleşmesinin nedeni de şeriatçılığa karşı siyasal ve ekonomik radikal uygulamaların yapılamamış olmasıdır. Doğan Avcıoğlu'nun Devrim gazetesinin alt başlığındaki ifadesiyle, "idare-i maslahatçılar esaslı devrim yapamazlar"ın gerçekliğidir bu.
Bunca zamandır söyledik ve söylüyoruz: Şeriatçılığa karşı mücadele, onların siyasal uzantılarının etkisizleştirilmesi ya da siyasal partilerinin kapatılmasıyla sınırlandırılamaz. Şeriatçılık, devletin ve toplumun şeriat kurallarına göre yönetilmesi ve şekillendirilmesidir. Bu da, devlet aygıtının şeriatçılıkta kendi sınıfsal çıkarlarının tam ve sürekli gerçekleşeceğini düşünen sınıfların özlemi olmaktan çok, amacıdır. Bu sınıflar varlıklarını sürdürdükleri sürece, bu amaç da her zaman varlığını sürdürecek ve buna yönelik örgütlenmeler (gizli ya da açık) varolmaya devam edecektir.
Kapitalizmin kendi iç dinamiği ile geliştiği koşullarda, sınıfsal çıkarlarını dini dogmalarla koruma ve sürdürmeyi amaçlayan feodal sınıflar tarihsel süreç içinde (kanlı ya da İngiltere'de olduğu gibi kansız) tasfiye edildikleri için, "teokratik yönetim tehlikesi" (ki mevcut olan bir güçtür) kapitalizmin feodalizme karşı mücadele sürecinde ortadan kalkar. Ancak kapitalizmin iç dinamikle gelişmediği, yukardan aşağıya, emperyalizmin çıkarlarına göre geliştirildiği ülkemizde, feodal sınıflar, aynı zamanda emperyalizmin ilk yerli işbirlikçisi sınıflar olmuştur. İç dinamikle gelişen bir kapitalizm tarafından tasfiye edilmeyen, tersine dış dinamik (emperyalizm) tarafından "temel müttefik" olarak kabul edilmiş feodal sınıflar, bizatihi oligarşi tarafından korunmuş ve oligarşik yönetim tarafından desteklenmiştir.
Zaman zaman, 27 Mayıs ve 12 Mart döneminde bu feodal sınıflara, feodal kalıntılara karşı oligarşinin tasfiye girişimleri olmuşsa da, bu girişimler başarıya ulaşmamış ve bu feodal sınıflarla ittifak sürdürülmüştür.
12 Mart döneminin ünlü sözüyle, "sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştığı" aşamada, feodal ideolojiler (din) bizatihi oligarşik yönetim tarafından korunmuş ve yaygınlaştırılmıştır. Birbiri ardına kurulan imam-hatip okulları, kuran kursları, tarikat örgütlenmelerinin önünün açılması, tümüyle "sosyal uyanış"ı engellemeyi amaçlamıştır. Amerikan emperyalizminin 1980'lerde Sovyetler Birliği'ne karşı geliştirdiği "yeşil kuşak projesi" de, "müslüman ülkeler"de dinin karşı-devrimci bir güç olarak örgütlenmesini beraberinde getirmiştir. 12 Eylül döneminde "Rabıta" ilişkileri, Faisal Finans, El Baraka Türk gibi "vahabi" finans kuruluşlarının faaliyetlerine izin verilmesi de aynı temele dayanmıştır.
Ve bugün, kendisini "solcu" gibi gösteren, şeriat tehlikesi karşısında "orta yolcu" pek çok yazar ve çizerin, PKK'ye karşı AKP'nin "tek güç" olduğu yönündeki yorumları benzer bir "yeşil kuşak projesi" düşüncesinden türemektedir.
Böylece şeriat tehlikesi, aynı zamanda Kürt ulusal sorunuyla birleşmekte ve bütünleşmektedir.
Açıktır ki, ekonomik, siyasal, toplumsal ve ulusal sorunlarla iç içe geçmiş bir şeriat tehlikesi karşısında kısmi, parçasal önlemlerle mücadele etmek, tehlikeyi bertaraf etmekten çok geçiştirmekten başka bir sonuç vermeyecektir.
Son "sınır ötesi harekât"ta görüldüğü gibi, TSK, sözcüğün tüm anlamlarıyla Amerikan emperyalizmine bağlı ve onun emir-komutası altındadır. En "radikal" TSK "mensupları" bile, böylesine büyük iç ve dış borçların bulunduğu, ekonomik krizin her an çıkabileceği bir ülkede "askeri darbe"nin yapılamayacağını kabul etmektedirler. Bu yüzden, Amerikan emperyalizminin "icazeti" ve onayı olmaksızın AKP'nin devrilmesine yönelik bir girişimin yapılamayacağı genel hüküm niteliğindedir.
AKP, günümüzün ekonomik koşullarında, Amerikan emperyalizmi için, kendi çıkarlarının bir engeli olarak görülmediği, tersine ithalata dayalı ekonomik ilişkiler içinde AKP'nin destekçisi Anadolu tefeci-tüccar sermayesine ihtiyacı olduğu "kanısı" mevcut ise, Amerikan emperyalizminin AKP'ye karşı TSK'nin harekete geçmesine "icazet" vermeyeceği baştan kabul edilmiş demektir.
"Merak etmeyin ordu yok" olunca, şeriatçılara karşı radikal bir tutum alınmasını düşünenler kaçınılmaz olarak Amerikan karşıtı bir konuma düşecekleri gibi, AKP'nin "meşruiyeti" karşısında "gayrı-meşru", yani yasadışı olmak durumundadırlar. Bugün "Ergenekon operasyonu", bu yasadışılaşmış düşünce sahiplerinin tasfiye edilmesinin bir aracı haline gelmiştir.
Yine de küçük-burjuvazinin "sol" kanadı, tüm bu gelişmelere ve ilişkilere rağmen, filisten kafa yapısıyla "bütün ümitlerini kaybetmiyorlar". Solda yaygınlaştırılmış söylemle "umudu büyütmek" adına "ordu"ya olan güvenlerini ayakta tutmaya çabalıyorlar.
Gerçek tarihseldir.
Şeriatçılık, ülkenin çarpık kapitalizminin bir ürünü olarak varolan ve varedilen bir "tehdit"tir; bağımsız ve demokratik bir ülke istemine karşı bir "karşı-devrimci güç" olarak varedilmektedir. Varedenler, devletin asli sahibi olan oligarşi ve onun dayanağı emperyalizmdir.
Ne kadar "ajitatif", ne kadar "slogan"sal, "manileşmiş" bir söz olarak kabul edilirse edilsin, ne kadar "ezber" olarak ilan edilirse edilsin, tek tarihsel gerçek budur.
Şeriatçılığa karşı mücadele, ülkenin bağımsız ve demokratik bir ülke olma mücadelesidir. Bu topyekün bir mücadeledir, ekonomik altyapıdan siyasal üstyapıya topyekün bir değişim ve dönüşüm mücadelesidir.
Şeriatçıların ekonomik ve siyasal gücünü bertaraf etmeyen hiçbir siyasal eylem, şeriat tehlikesini ortadan kaldırmaya muktedir değildir.
Şu unutulmamalıdır, eğer şeriatçılar bugünkü siyasal ve yasal düzen tarafından "meşru" kabul edilmişse, bunun karşısındaki her eylem ve düşünce "gayrı-meşru"dur. Dolayısıyla günümüz koşullarında şeriatçılığa karşı mücadele, mevcut düzenin, oligarşik düzenin "gayrı-meşru", yani yasadışı ilan ettiği bir mücadeleye dönüşmüştür. Bu yasadışı mücadele, düzenin yasaları tarafından (eski TCK'nın 168. maddesi, yeni TCK'nın 312-314.ve 220. maddeleri) "silahlı örgüt" ya da "suç örgütü" olarak cezalandırılmak durumundadır.
Küçük-burjuvazinin "sol"cuları için seçenekler bellidir: Ya şeriatçılığa karşı "gayrı meşru", yasadışı mücadeleyi devrimci bir program ve devrimci ilkelerle yürüten devrimci örgüt saflarında yürüteceklerdir, ya da "suç örgütü"nden ve oligarşinin hizmetindeki "ordu"dan medet umacaklardır.
[1] İlginçtir ki, bu "elit"lerin en sevdikleri kitap ise, ortaçağ kiliselerinde bir cinayeti anlatan Agatha Cristie türü cinayet romanı olan "Gülün Adı"dır. [2] Can Dündar ortalık biraz sakinleşince yazdığı bir yazısında, AKP'nin kapatılması durumunda AKP'ye oy veren "üç milyon" Kürt seçmeninin umutlarının kırılacağını, "seçimlerin bir göz boyamaca olduğunu düşünüp Meclis'ten umudu keseceğini", "adam yerine konulmadığını düşünüp hepten radikalleşeceğini" söyleyerek "meşru siyaset içinde seçenek üretmeyen sistem"i eleştirerek "devlet"i uyarmaktadır.