“Bir çalışmamız var. Medya kimin yanında yer alacak, başlıklara bakıyorsunuz, köşe yazarlarına bakıyorsunuz Sizin kaynağınız Roj tv midir, Mezepotamya mıdır, sosyal medya mıdır? Bunlar ademe mahkum edilecek, görmezden gelinecek. Bunları ademe mahkum etmek durumundayız. Ademe mahkum edersek çok daha hızlı yol alırız. Türk medyası teröre karşı birlikte hareket etmelidir. Amerikan medyası, Fransız, İngiliz medyası bak nasıl davranıyor. Hiç görmemek lazım... Bu çalışmalarla birlikte bu konuda çok daha farklı bir şekilde bunları ademe mahkum etmenin gayreti içine gireceğiz.” (Recep Tayyip Erdoğan, 31 Ağustos 2012)
Emperyalist askeri teorisyenlerin “gayri nizami harp” dediği gerilla savaşının yürütüldüğü ülkelerde “kontra-gerilla” taktikleri, yani gerilla karşıtı faaliyetler, genel kural olarak, gerillanın
gelişimini engellemeyi amaçlar. Amiyane deyimle, “yılanın başının küçükken ezilmesi” kontra-gerilla taktiklerinin özünü oluşturur.
Kontra-gerilla taktikleri iki yönlü uygulanır:
1) Gerilla güçlerini henüz oluşum halindeyken imha etmek;
2) Her türlü propaganda aracı ve olanağı kullanılarak gerilla savaşının amaçlarının ve hedeflerinin çarpıtılması ve bu yolla halk kitleleri arasında gerillaya karşı bir anti-patinin ortaya çıkarılması.
Birinci yön, doğrudan “elit birlikler” aracılığıyla “bul ve yok et” operasyonlarını kapsar. Bu nedenle doğrudan
askeri niteliktedir. Bu “bul ve yok et” operasyonları, bir yandan gerillaya sempati duyan ve gerillaya katılmayı düşünen kesimler üzerinde bir “
gözdağı” özelliği taşırken, diğer yandan gerillanın ve sempatizanlarının moralini bozmaya yönelik “
psikolojik” amaçlara sahiptir.
Kontra-gerilla taktiklerinin ikinci yönü ise, tümüyle basın-yayın organları (“medya”) aracılığıyla yürütülen
yaygara ve
demagojiden oluşur. Burada “müsbet amaç”, gerilla savaşını ve gerillayı “itibarsızlaştırmak”tır. Her türlü propaganda aracı kullanılarak, gerillanın ve gerilla savaşının kötülenmesi, bir çeşit “şer ekseni” olarak sunulması, amaçlarının çarpıtılması, kafaların karıştırılması esas alınır. Burada temel araç basın-yayın organları, yani yazılı ve görsel “medya”dır. “Medya”, gazete manşetlerinden köşe yazarlarına, televizyon “belgesel”lerinden tartışma programlarına kadar her türlü biçimi kullanarak kontra-gerilla operasyonlarının odak noktasını oluşturur. Bu yolla her türlü dezenformasyon kamuoyuna sunulur.
Kontra-gerilla operasyonlarının “medya” ayağının en tipik özelliğinden birisi de, sıradan insanların kolayca “algılayabileceği” türden simgeler ve söylemler geliştirmektir. Örneğin 12 Mart döneminde “anarşistler” olarak sunulan gerilla, bugün “terörist” olarak tanımlanmaktadır. Sıradan insanlar açısından hiçbir şey ifade etmeyen, ne anlama geldiği bilinmeyen bu “kavramlar”, olumsuz ve “kötü” bir şeymişçesine sunularak belli bir “algı” ortaya çıkartılır.
Bu “müsbet amaç”ın yanında bir de “menfi amaç” yer alır. Kontra-gerilla operasyonlarının “menfi amacı”, gerillanın kitlelerle temas kurmasının ve amaçlarını anlatmasının önlenmesidir. Ve yine genel kural olarak, gerillanın kitlelerle temas kurmasının ve amaçlarını anlatmasının “temel” aracının “medya” olduğu varsayılır. Dolayısıyla gerilla güçlerinin “medya”da “müsbet” biçimde yer almasının önlenmesi kontra-gerilla taktiklerinin bir parçasını oluşturur. Bu nedenle, etkisinin “müsbet” olacağı varsayımından yola çıkılarak her türlü gerilla haberlerinin “medya”da yer almasının önlenmesi amacıyla etkin ve yoğun bir sansür uygulamasına gidilir. Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın PKK eylemlerini “ademe mahkum etmek”ten söz ederkenki amacı böylesine etkin ve yoğun bir sansür uygulamaktır.
Burada esas olan,
emperyalist kontra-gerilla doktrininin dayandığı temel “argümanlar”dır. Özellikle “menfi” toplumsal “algı” yaratmak amacıyla gerilla savaşlarının “terörizm” olarak sunulmasıyla birlikte en temel “argüman”, gerilla eylemlerinin amacının toplumda “korku, yılgınlık ve moral bozukluğu yaratmak” olduğudur. Dolayısıyla en küçük bir gerilla eyleminin “medya”da yer almasının bile böylesi bir amaca hizmet edeceği kabul edilir. Bu durumda “medya”nın gerilla savaşı karşısında “hiçbir şey olmamış” gibi davranması, yani Recep Tayyip Erdoğan’ın Arapça jargonuyla “ademe mahkum etmesi” kontra-gerilla taktiklerinin “başarısı” için olmaz-sa-olmaz koşul olarak görülür.
Böylece kitle iletişim araçları denetime alınarak gerilla “yok” farzedilir. Kentlerde ve kırlarda faaliyet yürüten, ama kitlelerin “bilgi kaynağı” olan kitle iletişim araçlarında “ademe mahkum edilmiş” olan gerillanın “yok” olacağı varsayılır.
Ancak bu “varsayım”, doğrudan kontra-gerilla operasyonlarının bir parçası haline getirilmiş olan “medya” için geçerlidir. Öte yandan gerillanın da kendi “medya”sı aracılığıyla bu “ademe mahkum etme”ye karşı faaliyeti söz konusudur. Bu durumda, gerillanın kitlelere ulaşma araçlarının etkisizleştirilmesi, kullanılamaz hale getirilmesi ve yok edilmesi kontra-gerilla taktiklerinin asli unsurlarından birisi haline gelir.
Gerilla güçlerinin kendi amaçlarını açıklamasının aracı olan basın-yayın faaliyetlerinin durdurulması, yapılamaz hale getirilmesi ise, kontra-gerillanın kendi denetimi altındaki “medya”ya yönelik sansür faaliyetinin ötesinde, demokratik hak ve özgürlüklere ilişkin sınırlamalara gidilmesini gerektirmektedir. Bu durumda da, “demokrasi”, “demokratik yönetim”, “demokratik hak ve özgürlükler” konusu başlı başına bir sorun haline gelir.
Bu durumda da, “kötü”, “anti-demokratik” ya da “demokrasi düşmanı”, “katil” “terörist” karşısında, halkı için canla-başla çalışan “iyi”, “hümanist” ve “demokrat” bir iktidar bazı demokratik hakları askıya almak durumunda kalır. Yaratılan kitle “algısı”na bağlı olarak da, bu “zorunluluk” giderek kontra-gerilla taktiklerini uygulayan iktidarı “değişime” zorlar.
Eğer kontra-gerilla taktiklerini uygulayan iktidar kendisini “demokrat” olarak sunmuş ise, demokratik bazı hakları askıya alması durumunda, o güne kadar “medya” propagandası ile kitlelerde yarattığı “demokrat algısı”nı kaybetmeyi göze almak zorundadır. Aksi halde kontra-gerilla operasyonlarının “müsbet amacı”na ulaşması önsel olarak engellenmiş olacaktır.
Ülkemiz somutunda ele alırsak, “analar ağlamasın” söylemiyle “Kürt açılımı”nı başlatan AKP iktidarı, “Kürt sorunu”nu “demokrasi içinde” çözeceği “algısını” yaratmıştır. Bu “algı”yı oluşturabilmek için de, kendi iktidarları döneminde “Olağanüstü Hal”i, yani bazı demokratik hak ve özgürlükleri sınırlandıran ya da kullanılamaz hale getiren “yasal uygulamayı” kaldırdıklarının propagandasını yapmıştır. Bu durumda, bugün, PKK’nin legal (yasal) faaliyet alanlarındaki “propaganda”sını durdurabilmesinin yolu, adı konmamış da olsa “Olağanüstü Hal” uygulamaktan geçmektedir. “Yandaş medya”da PKK’yi “ademe mahkum etmek” ne kadar kolaysa da, bunu yapmak o kadar zordur.
AKP iktidarı bir ikilemle yüzyüzedir. Ya bugüne kadar yarattığı “ileri demokrasi” “algısını” bir yana bırakarak “despotik”, “otoriter”, “baskıcı” ya da “güvenlikçi” politikalara dönecektir; ya da “analar ağlamasın” söylemiyle yarattığı “algı”ya bağlı kalarak “Kürt sorunu”na “hümanist ve demokratik” yaklaşımını sürdürecektir.
PKK eylemlerinin yoğunlaştığı ve giderek yaygınlaştığı bir ortamda AKP’nin “acz” içinde olduğu görüntüsü ortaya çıkmışken, bu ikincisini sürdürebilmesi olanaksızdır. Bu durumda birincisine, yani “güvenlikçi” politikalara dönmesi ne kadar kaçınılmazsa, bu dönüşümün yaratacağı “algı bozulması” da o kadar kaçınılmazdır.
Yeni Genelkurmay Başkanı’nın Afyon’daki “mühimmat deposu patlaması” sonrasında içine düştüğü “acz”, AKP’nin PKK eylemleri karşısında içine düştüğü “acz”i daha da artırmıştır. Bu da, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kasımpaşalı delikanlı” “algısı”nın bozulmasından (amiyane deyimle, “karizmanın çizilmesi”) başka bir şey değildir.
Bu gelişmeler, “algı”lar, “algı” bozulmaları ve ikilemler, tümüyle kontra-gerilla doktrininin üzerine inşa edildiği temel varsayımların çarpıklığından ve yanlışlığından kaynaklanmaktadır.
Herşeyden önce gerilla savaşı “terörizm” değildir ve gerilla da “terörist” değildir. Burada önemli olan, belli bir ülkede (örneğin Türkiye’de) belli bir gerilla örgütünün (örneğin PKK’nin) kendine özgü amaçları ve eylem tarzı değildir. Bugün PKK’nin “Oslo Müzakereleri” sürecinde yer alış amacı ve sonrasında, kendi özel jargonuyla “Devrimci Halk Savaşı”nı başlatması, gerilla savaşının özgül ve özel bir başkalaşmasıdır. Bu başkalaşmadan yola çıkarak yapılacak her türlü “tahlil” ve “saptama” yanlış olacağı gibi, gerilla savaşlarının
niteliğinin anlaşılmamasına yol açar. Dolayısıyla da, Amerikan emperyalizminin klasik kontra-gerilla doktrininin temel “argümanları”, iki tarafın da kabul ettiği bir “temel” mücadele amacı haline gelir.
Böylece, kontra-gerilla doktrininin “terörizm” varsayımından yola çıkan bir taraf (PKK), yaygınlaştırdığı gerilla eylemleriyle toplumda korku ve yılgınlık yaratmaya yönelirken, diğer taraf, aynı varsayımdan yola çıkarak, “anti-terör” politikalarını uygulamaya sokacaktır. Bunun sonucu olarak da, “medya” üzerinden yürütülen propaganda savaşı gerçek savaşın yerine geçer. Bu da, tarafları en “menfi” koşullarda masaya oturmaya zorlamayı amaçlayan ve “medya” üzerinden yürütülen bir çeşit “müzakere savaşı” halini alır. Gerilla eylemleri de, kontra-gerilla operasyonları da bu “medya” üzerinden yürütülen “müzakere savaşı”nın araçları olurlar. Bunun doğal ve kaçınılmaz sonucu ise, her iki tarafın birbirini “ademe mahkum etme”ye çabalamasıdır.
PKK açısından böyle bir “savaş”, amacı “Oslo Müzakereleri”ne daha “avantajlı” bir konumda yeniden başlamak bile olsa, her durumda salt askeri bir savaştır. Kendi jargonlarıyla “Devrimci Halk Savaşı” adını verdikleri bu “savaş” tarzı, politikleşmiş bir askeri savaştan mutlak askeri savaşa geçiş anlamına gelir. Bu da, Halk Savaşı terminolojisiyle söylersek, belli ölçülerde düzenli birliklere dayanan ve Halk Savaşının “stratejik denge” ve “stratejik karşı-saldırı” evrelerinde geçerli olan “hareketli savaş”tan başka bir şey değildir. Şüphesiz böyle bir savaşın hedefi, belli yerlerde “kurtarılmış bölgeler” yaratmak olacaktır. “Kurtarılmış bölgeler” yaratıldığı ölçüde, stratejik denge aşamasından stratejik karşı saldırı aşamasına geçilecek ve nihai askeri zafere doğru ilerlenecektir.
Bu durumda “T.C.”nin kontra-gerilla stratejisi de değişmek ve dönüşmek zorundadır. Artık amaç, “lokal” bir gerilla hareketinin “lokalize edilmesi” (tecrit edilmesi) ya da “lokal” olarak etkisizleştirilmesi değil, doğrudan “stratejik karşı saldırı”yı bertaraf etmeye ve sonuç almaya yönelik imha operasyonu olacaktır. İşte “ademe mahkum etmek”, bu imha operasyonlarının sonuçlarının “medya” aracılığıyla kamuoyuna yansımasının önlenmesinden ibarettir.
Bunun karşılığında, (ve savaş tarzındaki değişiklik nedeniyle) PKK’nin daha vurucu, daha ses getirici ve “ademe mahkum” edilemeyecek eylemlere yönelmekten başka seçeneği yoktur. Bu da savaşın tırmanması ve giderek yalın bir askeri savaşa dönüşmesi demektir. Diğer bir ifadeyle, savaşın, mutlak savaş haline dönüşmesidir. Mutlak savaşta ise şiddetin sınırı yoktur. Şiddetin sınır tanımadığı bir ortamda ise, fiziki gücü acımadan kullanan ve kan dökmekten çekinmeyen taraf, diğer tarafa oranla avantajlı bir durum elde eder.
[*] Recep Tayyip Erdoğan’ın “ademe mahkum etmek” sözü, fiziki gücün acımasızca kullanılması amacının bir ifadesidir.
Dipnot
[*] Bu savaş gerçeğini Clausewitz şöyle tanımlar: “İnsancıl kişiler belki kolaylıkla, düşmanı çok kan dökmeden silahsızlandırmanın ve yenmenin etkin bir yöntemi bulunduğunu, ve gerçek savaş sanatının bu amaca yöneldiğini düşünebilirler. Ancak bu istenilir bir şey gibi görünmesine karşın, aslında bir çırpıda bir kenara itilmesi gereken bir yanılgıdır. Savaş gibi tehlikeli bir işte, iyi yüreklilikten gelen hatalar başa gelebilecek şeylerin en kötüsüdür. Fizik gücün sonuna kadar kullanılması hiç bir zaman zekanın kullanılmaması anlamına gelmediğinden, bu fizik gücü acımadan kullanan ve kan dökmekten çekinmeyen taraf, aynı şekilde hareket etmeyen diğer tarafa oranla avantajlı bir durum elde eder. Neticede de iradesini hasmına kabul ettirir. Böylece her iki taraf da aynı şeyi düşündüğünden, birbirlerini aşırı hareketlere iterler ve bu aşırılıklar karşı tarafın güç ve direncinden başka bir sınır tanımaz.” (Savaş Üzerine, s. 44-45, Şiar Yalçın çevirisi.)