Teveccüh”, TDK sözlüğüne göre, “bir yana doğru yönelme, yüzünü çevirme, yakınlık duyma, hoşlanma, sevme” anlamlarına gelmektedir. Bu anlamlarıyla “halkın seçimlere teveccühü”, halkın seçimlerden hoşnut olması, yönünü seçimlerden yana çevirmesi demektir. “Halkımızın” seçimlerden hoşnutluğu, seçim sevgisi, en açık ifadesini seçime katılım oranlarında ortaya koyar.
|
Katılım
Oranı (%) |
1. Partinin
oy oranı (%) |
1950 Genel Seçimleri
|
89,3
|
DP – 52,7
|
1954 Genel Seçimleri
|
88,6
|
DP – 57,6
|
1957 Genel Seçimleri
|
76,6
|
DP – 47,9
|
1961 Anayasa Referandumu
|
81,0
|
Evet – 61,7
|
1961 Genel Seçimleri
|
81,4
|
CHP – 36,7
|
1963 Yerel Seçimleri
|
77,6
|
AP – 45,5
|
1965 Genel Seçimi
|
71,3
|
AP – 52,9
|
1968 Yerel Seçimleri
|
65,5
|
AP – 49,1
|
1969 Genel Seçimi
|
64,3
|
AP – 46.5
|
1973 Genel Seçimi
|
66,8
|
CHP – 33,3
|
1973 Yerel Seçimleri
|
61,7
|
CHP – 37,1
|
1977 Genel Seçimi
|
72,4
|
CHP – 41,3
|
1977 Yerel Seçimleri
|
61,9
|
CHP – 41,7
|
1982 Anayasa Referandumu
|
91,3
|
Evet – 91,4
|
1983 Genel Seçimi
|
92,3
|
ANAP – 45,1
|
1984 Yerel Seçimleri
|
90,9
|
ANAP – 41,5
|
1987 Anayasa Referandumu
|
95,0
|
Evet – 50,2
|
1987 Genel Seçimi
|
93,3
|
ANAP – 36,3
|
1989 Yerel Seçimleri
|
81,4
|
SHP – 28,7
|
1991 Genel Seçimi
|
83,9
|
DYP – 27,0
|
1994 Yerel Seçimleri
|
91,7
|
DYP – 21,3
|
1995 Genel Seçimi
|
85,2
|
RP – 21,3
|
1999 Yerel Seçimleri
|
86,8
|
DSP – 18,7
|
1999 Genel Seçimi
|
86,9
|
DSP – 22,2
|
2002 Genel Seçimi
|
79,1
|
AKP – 34,3
|
2004 Yerel Seçimleri
|
76,2
|
AKP – 41,6
|
2007 Genel Seçimi
|
84,3
|
AKP – 46,6
|
2007 Anayasa Referandumu
|
67,5
|
Evet – 68,9
|
2009 Yerel Seçimleri
|
85,3
|
AKP – 38,3
|
2010 Anayasa Referandumu
|
73,7
|
Evet – 57,9
|
2011 Genel Seçimi
|
87,1
|
AKP – 49,8
|
2014 Yerel Seçimleri
|
88,4
|
AKP – 43,3
|
“Çok partili hayata” geçildiği 1950 genel seçimlerinde “halkımızın seçimlere teveccühü” (seçime katılım) %89,3 oranıyla, bugüne kadarki tüm seçim ve referandumlar içinde en yüksek katılımın sağlandığı seçimlerin ilk sıralarında gelir. Bu yüksek katılım oranıyla yapılan 1950 seçimlerini Adnan Menderes’in başkanı olduğu Demokrat Parti (DP) “açık ara” (%52,7 oy oranıyla) kazanmıştır.
1954 seçimlerinde katılım oranı bir miktar düşmüş olmakla birlikte, yine de “ezici çoğunluk” sandığa gitmiş ve yine DP “açık ara” (%57,6) seçimleri bir kez daha kazanmıştır.
1957 seçimlerinde seçmenlerin “teveccühü” belirgin bir biçimde düşerek %76,6 oranında gerçekleşmiş ve DP, 1954 seçimlerine göre 10 puan kaybederek %47,9 oy oranıyla seçimlerden birinci parti olarak çıkmıştır.
İşte Türkiye’nin siyasal tarihinde dönüm noktalarından birisi olan 27 Mayıs 1960 askeri darbesi bu koşullar altında gerçekleştirilmiştir.
1961 yılında yapılan 27 Mayıs Anayasası referandumuna katılım oranı yükselmiş (%81) ve anayasa %61,7 “evet” oyu ile kabul edilmiştir.
Benzer bir durum 1961 genel seçimlerinde de ortaya çıkmıştır. Seçimlere katılım oranı %81,4 olurken, CHP oyların %36,7’sini alarak seçimden birinci parti olarak çıkmıştır.
Eğer seçimler, “kitlelerin siyasal olgunluk düzeyini ölçmeyi sağlayan bir gösterge”den (Engels) daha fazla bir şey değilse,1950-1961 dönemindeki seçimlere yüksek katılım oranları, kitlelerin seçimlere büyük bir “teveccüh” gösterdiğini, böylece seçim yoluyla bir şeylerin “değişebileceği” umut ve beklentisi içinde olduklarını söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Buradaki tek ayrıksı durum, 1957 genel seçimleridir.
1957 genel seçimlerinde katılım oranı 12 puan azalışla %88,6’dan %76,6’ya inmiştir. Bu da, toplam 12,1 milyon seçmenin (1954 seçimlerine göre) yaklaşık 1,5 milyonunun sandığa gitmediğini göstermektedir. Buradan çıkartılabilecek sonuç, 1950 ve 1954 seçimlerine göre, seçmen kitlesinin azımsanmayacak bir bölümünün seçimlerden fazlaca bir şey beklemediğidir. 27 Mayıs askeri darbesinin arka planında da bu siyasal gelişme yatmaktadır.
1961 yılında yapılan Anayasa Referandumu’na katılım oranı %81’e yükselmiş ve 1961 genel seçimlerinde bir miktar artarak %81,4 düzeyine ulaşmıştır. 1961 genel seçimlerinden İsmet İnönü’nün başkanlığındaki CHP, %36,7 oy oranıyla birinci parti olarak çıkmıştır. Bu da, halk kitlelerinin yeniden politikaya ilgi duymaya başladığını ve 27 Mayıs darbesi sonrasında belli bir şeylerin değişebileceği yönünde yeni “umut”lara sahip olduğunu göstermektedir.
Ancak 17 Kasım 1963’de yapılan yerel seçimlerde katılım oranı düşerken (%77,6), Ragıp Gümüşpala’nın başkanlığını yaptığı Adalet Partisi (AP) oyların %45,5’ini alarak birinci parti olmuştur (CHP’nin oyları %36,2’de kalmıştır).
İşte bu tarihten itibaren 1980’lere kadar (1977 seçimleri dışında) seçimlere katılım oranı belirgin bir biçimde düşmeye başlamıştır.
1965 genel seçimlerinde Süleyman Demirel’in başkanı olduğu AP oyların %52,9’unu alarak “açık ara” seçimleri kazanırken, seçime katılım oranı %71,3’e düşmüştür. 1968 yerel seçimlerinde katılım oranı %65,5’e ve 1969 genel seçimlerinde %64,3’e düşmüştür. Diğer bir ifadeyle, 1968 ve 1969 seçimlerinde seçmenlerin yaklaşık %35’i seçimlere katılmamıştır.
Bu yıllara ilişkin söylenmeden geçilemeyecek olan bir olgu da legalizmin ilk örgütlenmesi olan
Türkiye İşçi Partisi’dir (TİP).
1961 yılında, 1961 Anayasası’nın getirmiş olduğu siyasal örgütlenme hakkı çerçevesinde örgütlenen TİP’in katıldığı ilk seçim 1963 yerel seçimleri olmuştur. 1963 yerel seçimlerinde TİP, 9.5 milyon oyun %0,4’ünü (37.898) alabilmiştir. 1965 genel seçimlerinde TİP, oyların %2,96’sını (276.101) alarak
14 milletvekilliği kazanmıştır. 1968 yerel seçimlerinde TİP’in oyları 248.134 (%2,7) ve 1969 genel seçimlerinde 243.134 (%2,7) oy almıştır. (Ancak 1969 seçimlerinde seçim sistemi değiştirildiğinden TİP sadece 2 milletvekili çıkarabilmiştir.)
Yine bu dönemde bir başka yeni olgu, 1966 yılında “alevi” partisi olarak kurulan
Birlik Partisi’dir (BP). (BP’nin amblemi, Ali’yi simgeleyen bir aslan ile onun çevresinde 12 imamı temsil eden 12 yıldızdan oluşmaktadır.) BP, 1969 genel seçimlerinde oyların %2,8’ini (254.695) alarak
8 milletvekili çıkarmıştır. 1973 genel seçimlerinde BP oyların %1,1’ini (121.759) alarak sadece bir milletvekili çıkartabilmiştir. 1974 sonrasında kitlelerin politizasyonunun artmasına ve devrimci mücadelenin gelişmesine paralel olarak BP giderek erimiştir. 1981 yılında 12 Eylül askeri yönetim tarafından kapatılmıştır.
Bütün bunların açık biçimde gösterdiği gibi, 1965-71 döneminde halk kitlelerinin seçimlere “teveccühü” giderek azalmış, ama buna karşılık politizasyon giderek yaygınlaşmıştır. Geniş halk kitlelere geleneksel düzen partilerinden hızla kopmaya başlamışlardır. Ama TİP’in varlığı yeni bir “alternatif” ve “umut” olarak ortaya çıkmışsa da, seçim sisteminde yapılan değişiklikle etkisizleştirilmesi TİP’e yönelmiş bilinçli kitlenin hızla parlamento dışı muhalefete doğru yönelmesini getirmiştir. Artık seçmen kitlesinin yaklaşık %40’ı seçimlerden ve legal partilerden umudunu kesmiştir. Bir başka deyişle, oligarşinin düzen partileri büyük ölçüde inandırıcılıklarını yitirmişler, yani siyasal olarak tecrit olmuşlardır.
Böylece bu dönemde,
parlamento dışı muhalefet giderek gelişip güçlenmiş ve
silahlı devrimci mücadeleye doğru evrilme sürecine girilmiştir.
Mahir Çayan yoldaş
Kesintisiz Devrim II-III’de bu dönemi şöyle değerlendirir:
“II. yeniden paylaşım savaşından, özellikle 1960’dan sonra (Amerikan gizli işgalinin oluşturduğu) ekonomik, sosyal ve politik kriz ülkedeki sınıflar arası kutuplaşmayı ve emekçi kitlelerin memnuniyetsizliğini had safhaya çıkarmıştır.
Bugün Anadolu’nun pek çok yerinde halkın uyanık kesimleri, düzenin bütün partilerinden umutlarını kesmişler ve bu sefaletten kurtulmanın tek yolunun isyan etmek olduğunun bilincine varmışlardır. Halkımızın uyanık kesimleri, Amerikan ‘gavuru’ ile işbirliği içinde olan ağaların, patronların, parababalarının nasıl kendilerini iliklerine kadar sömürdüklerinin farkındadırlar. Kitlelerde zenginlik düşmanlığı had safhadadır. Onların anlayamadığı tek şey, yenilmez bir güç olarak gözlerinde büyüttükleri oligarşik devlet cihazının kof ve çürüklüğüdür.”
1965-70 döneminde seçimlere katılımın belirgin bir biçimde düşmesi, halkın giderek politize olması, dönemin ünlü sözüyle, “sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aşması” tipik bir özellik olarak ortaya çıkarken, soldaki tartışmalarda (ki henüz “boykot taktiği” gibi söylemler keşfedilmemiştir!) “kemalizm”, “milli cephe” ve CHP ile “ittifak” konuları gündeme gelirken, en temel ve başat sorun devrim stratejisi olmuştur. İnsanlar seçimlerden, seçime katılımdan ya da seçimleri boykot etmekten daha çok devrimin nasıl ve hangi yolla yapılacağını düşünür ve tartışır olmuşlardır.
Ve tarih 1971’i gösterirken, Türkiye devrim tarihinde yeni bir dönem,
silahlı devrimci mücadele dönemi başlamıştır.
Her devrim, birleşik ve güçlü bir karşı-devrim ortaya çıkarak ve bununla savaşarak ilerler. 1965-71 süreci, bir yandan silahlı devrimci mücadeleye evrilirken, diğer yandan “sosyal uyanışı”, yani devrimci mücadelenin gelişimini engellemek için karşı-devrimi de doğurarak ilerlemiştir. Böylece 12 Mart askeri müdahalesine gelinmiştir.
12 Mart askeri müdahalesi, silahlı devrimci mücadelenin gelişim evresinde ve düzen partilerinin (özellikle AP ve CHP) kitleler üzerindeki etkilerini büyük ölçüde yitirdikleri koşullarda, “ilerici, reformist, Atatürkçü” görünüm altında gerçekleştirilmiştir. Burada amaç, düzen partilerinden kopmuş ve parlamento dışı muhalefet hareketine katılmış olan küçük-burjuva aydınlarının silahlı devrimci mücadeleye olan sempati ve desteğini ortadan kaldırmak, onların mevcut düzene karşı tepkilerini pasifize etmek ve bunlar aracılığıyla oligarşi içinde yer alan feodal kalıntıları tasfiye etmektir.
“Ancak, silahlı propaganda, I. Erim Hükümetinin gerçek yüzünü ve emellerini, oligarşinin en gerici, en azgın ve terörist yönetimi olduğunu açığa çıkarmıştır. Böylece, Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçi yerli burjuvazinin oyununu alt üst ederek, maskesini alaşağı etmiş, kademeli planını bozmuştur. ‘İlerici, reformist, Atatürkçü’ görünümü altındaki açık faşizmin erken doğum yapmasını sağlayarak, küçük-burjuva aydın çevreler de dahil olmak üzere kamuoyunun gözlerini açtı.” (Kesintisiz Devrim II-III.)
Bu gelişme sonucunda 12 Mart askeri müdahalesi istenilen amaçlara ulaşamadı. Dolayısıyla eski egemen sınıflar ittifakı yeniden oluşturulurken, “sandıksal demokrasi”ye geri dönüldü.
Bu yeni dönemde Bülent Ecevit ve CHP yeni bir “umut” olarak ortaya çıkmaya başladı. Bu dönemin başat sloganının “
Umudumuz Ecevit” olarak biçimlenmesi, oligarşinin düzen partilerinin tecrit koşullarını nispi olarak zayıflattı. Bu da 1973 seçimlerine katılımı bir ölçüde artırdı (%66,8). Ama bu katılım oranındaki nispi artış, asıl olarak sol kitlenin Ecevit’e ve CHP’ye yönelmesinin sonucu ortaya çıktı.
1973 genel seçimlerinde CHP birinci parti olarak çıkmış olmasına rağmen, tek başına iktidar olabileceği çoğunluğu sağlayamadı. Bu da seçimlere bağlanan umutları nispi olarak geriletti ve aynı yıl yapılan yerel seçimlere katılım %61,7 düzeyine indi. Bu “çok partili sistem”in
tüm zamanlarında gerçekleşen en düşük katılım oranı oldu.
Bir kez daha kitlelerin seçimlerden beklentileri azalırken, CHP-MSP koalisyon hükümeti kuruldu, ancak on ay iktidarda kalabildi. Ardından Sadi Irmak başkanlığında yeni bir koalisyon hükümeti kurma girişiminde bulunulsa da, Irmak hükümeti güvenoyu alamadı. Bunun üzerine 12 Nisan 1975 tarihinde Süleyman Demirel’in başbakanlığında tüm sağ partilerin (AP, MSP, MHP, CGP) katılımıyla “Milliyetçi Cephe Hükümeti” kuruldu
“I. MC Hükümeti” olarak ifade edilen bu sağ partiler koalisyonunun birinci hedefi, hızla politize olan ve giderek devrimci mücadeleye yönelen halk kitlelerini (sol kitle) etkisizleştirmek ve pasifize etmekti. Bu hedefe de, siyasal zoru yoğunlaştırarak, özellikle de hızla politize olan üniversite gençliğini pasifize etmek için MHP’li faşist milisleri kullanarak ulaşılmak isteniyordu.
Gerek MC Hükümeti, gerek “derin devlet”, Türkiye’nin hızla devrime doğru ilerlediğini ve bunu ancak açık siyasal zorla durdurabileceklerini düşündüklerinden, MC Hükümeti ile birlikte ülke çapında polis işbirliğinde faşist-milis saldırılar yoğunlaştı. Bu saldırıların doruk noktası 1 Mayıs 1977 katliamı oldu.
MC Hükümeti döneminde halk kitlelerinin parlamentodan (TBMM) hemen hemen hiçbir beklentisi kalmamıştı. Ancak yoğunlaşan faşist saldırılar karşısında seçimler, bir kez daha (ve belki de son kez) bir çıkış noktası, bir şeylerin (en azından MC Hükümetinin) değişebileceği umudu olarak gündeme geldi.
İşte bu ortamda Haziran 1977 seçimlerine gidildi. Sol seçmen kitlesi Ecevit’in kişiliğinde CHP’nin seçimi kazanması için sandığa yöneldi. Bunun sonucu olarak da seçime katılım oranı önemli ölçüde arttı ve seçmenlerin %72,4’ü oy kullandı.
|
1973
|
1977
|
Toplam Seçmen
|
16.798.164
|
21.207.303
|
Kullanılan Oy
|
11.223.843
|
15.358.210
|
Geçerli Oy
|
10.723.658
|
14.827.262
|
Katılım Oranı (%)
|
66,8
|
72,4
|
|
1973
|
1977
|
|
Aldığı Oy
|
%
|
Aldığı Oy
|
%
|
CHP
|
3.570.583
|
33,3
|
6.136.171
|
41,4
|
AP
|
3.197.897
|
29,8
|
5.468.202
|
36,9
|
MSP
|
1.265.771
|
11,8
|
1.269.918
|
8,6
|
MHP
|
362.208
|
3,4
|
951.544
|
6,4
|
1977 seçimleri, 1965-1980 sürecinde sürekli düşme eğiliminde olan seçime katılım oranının belirgin bir biçimde artığı tek seçim oldu. Kitleler bir kez daha seçimlere “teveccüh” etmiştir. Bu “teveccüh”te sol seçmen kitlesinin CHP’ye olan umutları belirleyici olmuştur. (1977 seçimlerinin diğer bir özelliği de, 1969 yılında parçalanan ve Demirel’in AP’sinden uzaklaşan sağ seçmen kitlesinin bir kez daha AP’de toplanmaya yönelmeleri olmuştur.)
Ancak CHP’nin seçimlerden birinci parti çıkmasına rağmen hükümet kuracak çoğunluğa sahip olmaması karşısında yeniden “Milliyetçi Cephe” hükümeti kurulmuştur. Bu da sol seçmen kitlesinin seçimlerden beklentilerinin sona ermesine yol açmıştır. Her ne kadar II. Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin ömrü fazla sürmemiş ve CHP’nin “bağımsız” milletvekillerinden yaptığı “transfer”lerle 5 Ocak 1978’de hükümet kurmuşsa da bu durum fazlaca değişmemiştir. Bu durum en tipik olarak 14 Ekim 1979’da dört ilde (Muğla, Manisa, Konya, Edirne) yapılan ara seçimler ve kısmi senato seçimlerinde görülür hale gelmiştir.
1979 senato seçimlerinde CHP oyların %29,1’ini alırken, AP, CHP’ye büyük bir fark atarak oyların %46,8’ini almıştır. Benzer durum dört ilde yapılan ara seçimlerde de ortaya çıkmıştır. Bu ara seçimlerde AP oyların %54,1 alırken, CHP’nin oy oranı %29,3’de kalmıştır.
1979 ara seçimleri göstermiştir ki, sağ seçmen kitlesi AP’de yeniden bir araya gelirken, sol seçmen kitlesi CHP’ye olan umutlarını tümüyle yitirmiştir.
Özcesi, 1977-1980 dönemi, çok açık biçimde faşist milis saldırıların alabildiğine yoğunlaştığı ve faşist milislere karşı silahlı mücadelenin neredeyse tek mücadele biçimi olarak ortaya çıktığı dönemdir. Bu dönemin başat sloganı, “
Tek Yol Devrim” olmuştur.
Yine bu dönemde “boykot taktiği” neredeyse hiç bilinmeyen, söz edilmeyen bir “siyaset” tarzıdır. 1977 seçimleri öncesinde DY’nin (Devrimci Yol) şu “taktiği” bu dönemdeki “siyaseti” çok açık biçimde özetlemektedir:
“CHP’nin desteklenilmemesi ve onun burjuva muhtevasının açıklaması şeklindeki bir politika genel olarak CHP’ye oy verilmemesi çağrısı yapılması şeklinde anlaşılmamalıdır. Devrimciler CHP’ye oy verdirtmemek için özel bir gayret sarfetmeyecek, esas olarak, AP, MHP gibi faşizmin temel dayanağı olan partileri tecrit etmeye çalışacak, bu arada CHP’ye oy veren kitlelere CHP konusundaki görüşlerimizi açıklayacaklardır.”
İşte bu koşullarda 12 Eylül 1980 askeri darbesine gelindi. Askeri darbenin ağır baskı koşullarında devrimci örgütler ağır darbeler aldı. Devrimci kadrolar etkisizleştirildi, katledildi. Hemen herkes kendi başının çaresine bakmaya koyuldu. Sözcüğün tam anlamıyla, 1965’den 1980’e kadar giderek gelişen ve yükselen devrimci mücadele süreci sona erdi.
1980 sonrasında askeri yönetim tarafından çıkartılan ve günümüzde de geçirli olan seçim yasasıyla seçimlerde oy kullanmama para cezasıyla cezalandırılacak bir “suç” haline getirildi. Bunun sonucu olarak da seçimlere katılım oranı %90’ları aştı. Daha sonraki yıllarda yapılan seçimlerde katılım oranı belli ölçüde düşme eğilimi gösterse de, hemen her durumda %80’ler düzeyinde bir katılım gerçekleşti.
Bu dönemde en düşük katılımı, 2007 yılında yapılan cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin referandumda oldu (%73,7). Bunda belirleyici unsur, Temmuz 2007 genel seçimlerinden demoralize olarak çıkmış sol seçmen kitlesinin sandıktan uzak durması olmuştur.
Seçimler açısından 1980 öncesi ile sonrası birbirinden taban tabana zıt iki uç durumundadır. 1965-1980 yıllarında devrim umudu, 1980 sonrasında umutsuzluğa ve giderek de mevcut düzen içinde bir “çıkış yolu” bulma arayışlarına dönüşmüştür. Bu dönemde, geniş halk kitlelerinin seçimlere “teveccüh”ü, mevcut düzenden umutlarını kesmediklerini, hala bu düzen içinde bir şeylerin olabileceğini beklediklerini göstermektedir. Ancak burada belirleyici olan, mevcut düzenin değiştirilemezliği kanısı ve bu düzen içinde belli bir “istikrar”ın sürekliliği zihniyetidir. Bu kanılar ortadan kalkmadıkça, bu zihniyet değişmedikçe, halk kitlelerinin “sandıksal demokrasi” içinde oradan buraya savrulmaları, özellikle sol seçmen kitlesinin her seçim öncesinde artan “umut”larının, seçim sonrasındaki demoralize hava içinde dağılıp gitmesi kaçınılmazdır. Ta ki, “sandıksal demokrasi”nin kalıpları içinde kalarak ve “medya”nın manipülasyonları altında gerçek bir demokratik seçimin yapılamayacağını ve düzen içi seçimlerin toplumsal değişim ve dönüşümü sağlayamayacağını gördükleri zamana kadar bu durum fazlaca değişmeyecektir.