Genellikle seçim sath-ı mailine girildiğinde solda ve “sol”da bir hareketlenme başlar. Kimileri (90’lardan itibaren özellikle) “legal olanaklardan yararlanma”, “seçim ortamında düzeni ve düzen partilerini teşhir etme”, “burjuva parlamentosu kürsüsü kullanma” vb. gerekçelerle seçimlere katılımı savunurken, kimileri doğrudan seçimlerin bir aldatmaca olduğunu söyleyerek “boykot taktiği”ni savunurlar.
Seçimlere katılımı savunanlar, öncelikle “ittifak” arayışına girerler. Kimilerinin “seçim ittifakı” adını verdiği, kimilerinin “seçim bloğu” olarak tanımladıkları bu arayış, hemen her durumda başarısızlıkla sonuçlanır. Daha farklı ifadeyle, kendi aralarında uyuşum gösterenler dar ve sınırlı bir “seçim ittifakı/bloğu” oluştururken, kalanları kendilerine “özgü” bir seçim “taktiği” geliştirirler. Bu da, her durumda kendi adaylarıyla ya da “bağımsız sosyalist” adaylarla seçimlere katılma yönünde bir “taktik” olarak ortaya çıkar.
Marks’ın sözleriyle, “burjuvazinin ahırı”nda yer almayı ve besiye çekilmeyi bin dereden bin su getirerek haklı ve meşru göstermeye çalışan “katılımcılar”ın en büyük dayanağı ve “meşruiyet” kaynağı, Lenin’in “Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” kitabıdır.
Lenin, bu kitabında, “Burjuva parlamentolara katılmak gerekir mi?” diye sorar ve Alman “sol”[1] komünistlerinin, “... tarihi ve siyasi bakımdan artık zamanlarını doldurmuş olan parlamenter mücadele biçimlerine her türlü dönüş kesin olarak reddedilmelidir...” tezini kıyasıya eleştirir. Dünyada ve Türkiye’de solun buradan çıkarttığı sonuç ise, burjuva parlamentosuna “belli koşullarda” katılmanın gerekli olduğudur.
İşte buradaki “belli koşullarda” belirlemesi tüm tartışmaların, ittifak arayışlarının, ayrışmaların baş gösterdiği zemini oluşturur.
1905 Rus Devrimi günlerinde Bolşeviklerin Duma seçimlerini boykot etmesi ve ardından 1907 yılında Duma seçimlerine katılma yönünde tutum almaları bu tartışmaların “somut” örneği olarak ele alınır. Dolayısıyla seçimlere katılım ile seçimlerin boykot edilmesi “taktiği” birbirini tamamlayan bir tartışma dizisi oluşturur. Burada her zaman ağır basan taraf, seçimlere katılmayı, parlamento kürsüsünden yararlanmayı vs. savunan kesim olur.
Seçimlere katılmayı savunan ve bunu kendi legalitesinin ayrılmaz bir parçası olarak gören kesimler de, “boykot taktiği”ni savunan kesimler de, dünya tarihinden ve değişik ülkelerden kendi tutumlarını haklı ve meşru gösterecek örnekler bulmaya çalışırlar. Emperyalist ülke örneklerinin, özellikle Batı-Avrupa “demokrasileri”nden çıkartılan örneklerin fazlaca ülke somutuna uygun olmadığı görüldüğünde, ister istemez Çin’den Küba’ya, Vietnam’dan Brezilya’ya kadar pek çok ülke tarihi didik didik edilir. Amaç, kendi tutumlarını haklı ve meşru göstermek, özellikle de kendi “kadroları”nı ikna etmek olduğundan, kendi çizgilerinin (eğer varsa) mantıksallığı içinde bu ülkesel ve tarihsel örnekleri eğip bükerler.
Ancak kitlelerin apolitikleştirildiği, ideolojisizleştirildiği koşullarda bu tartışmalar çok da anlamlı değildir. Herkesin yolu açık ve nettir. Kendilerini legalize etmiş olanlar, legal mücadeleyi herşeyin önünde ve üstünde görenler, yani legal alanlarda köşe başlarını tutarak varlıklarını sağlayanlar sadece “laf” olsun diye bu tartışmayı sürdürürler. Kendi tutumlarını değiştirme “niyetleri” olmamasına rağmen, “kadroları”nı ikna etme gereksinmesi de duyarlar. Bu nedenle de tartışıyormuş gibi yaparlar.
“Boykot taktiği”nin “yılmaz” savunucuları ise, genellikle, (lafta da olsa) silahlı mücadeleyi (ya da silahlı ayaklanmayı) savunan örgütler ve gruplardır. Bu kesimlerin temel dayanakları ise, Lenin’in 1907 Haziran’ında yazdığı “Boykota Karşı” yazısıdır.
Bu yazısında Lenin, 1905 Devrimi koşullarında Bulygin Duması seçimlerini boykot etmelerinin nedenlerini ayrıntılı biçimde ele alır ve 1907 yılındaki III. Duma seçimlerinin farklı koşullarda yapıldığını, dolayısıyla seçimlere katılınması gerektiğini belirtir.
“Boykot,” der Lenin, “eski rejimi tanımayı reddetmektir. Elbette lafta kalan bir red değil; gerçek bir red, ifadesini, örgütlerin feryatlarında ya da sloganlarında değil, eski rejimin yasalarına sistematik olarak karşı gelen, sistemli olarak yasadışı olsa da gerçekten işleyen yeni kurumlar oluşturan vb. kararlı halk kitleleri hareketinde bulan bir red. Böylece, boykot ile kapsamlı devrimci yükseliş arasındaki bağlantı açıktır: Verili kurumun biçimini değil, gerçek varlığını reddeden boykot, mücadelenin en kesin aracıdır. Boykot, eski rejime karşı savaş ilanı, doğrudan bir saldırıdır. Kapsamlı devrimci yükseliş ve eski yasallığın sınırlarını zorlayacak kitlesel huzursuzluk oldukça boykotun başarılı olacağına kuşku yoktur.”
Burada çok açık biçimde “boykot taktiği” ile devrimci mücadelenin yükselişi arasında doğrudan bir bağlantı kurulmaktadır. Bu belirleme, ülkemiz solunun geleneksel “boykot taktiği” savunucularını (ki bu yönüyle “taktik” bir “strateji” haline dönüşmektedir) bir ölçüde “açmaza” düşürüyor görünse de, silahlı mücadeleyi yürütme temelinde sürekli bir durumun varlığıyla bu “açmaz”dan çıkılır.
Genellikle İ. Kaypakkaya çizgisinden gelen örgütlerin ortaya koyduğu bu tutum, giderek tüm “maoist” kesimlerin ortak bir çizgisi haline gelmiştir. Ancak sadece onlarla sınırlı kalmamıştır. Silahlı mücadeleyi savunan hemen hemen tüm “illegal” örgütlenmeler ya da gruplaşmalar “boykot taktiği”nin vazgeçilmez savunucuları olarak ortaya çıkmışlardır.
90’lı yıllara kadar Türkiye solu, legalistlerin geleneksel ve sürekli “seçimlere katılma” tutumu ile illegal örgütlerin geleneksel ve sürekli “boykot taktiği” arasında kesin çizgilerle birbirinden ayrışmıştır. Ayrışma ne kadar kesin olursa olsun, yine de seçimlere ilişkin tutum konusundaki tartışmalar bitmemiştir.
90’lı yıllara gelindiğinde, Türkiye solu artık kendi başına bir güç olmaktan uzaklaşmış, silahlı mücadeleyi savunan ve yürüten kesimler dışında kalanlar tümüyle legalize olmuşlardır. Bu legalizasyon ortamında yeni bir “güç” olarak PKK hareketi ve onun “legal” partisi ortaya çıkmıştır. Bu dönemden itibaren, Türkiye solundaki “seçimle katılım/boykot” tartışmaları yön değiştirmiştir.
ÖDP, EMEP ve bugün tam ortadan ikiye bölünmüş olan SİP-TKP gibi tümüyle legalize olmuş kesimler genel seçimlere katılmaya ilişkin yasal konuma sahip olarak seçimlere katılmayı bir çizgi haline getirmişlerdir (legalizmin kaçınılmaz sonucu). Ama PKK’nin DEP’le başlayan ve bugün BDP/HDP adıyla süregiden legal örgütlenmesi
[2] bu kesinleşmiş çizgide zaman zaman gedikler açmış, yönünü değiştirmiştir.
1991 seçimlerine Erdal İnönü’nün başkanlığındaki SHP listesinden aday olarak giren DEP’le birlikte “burjuva ahırı”nda yer alıp almama tartışmaları kesin bir biçimde sona ermiştir. Bu süreçte DEP’in 1994 yerel seçimlerini “boykot” etmesi “özel bir durum” olarak bu sonucu değiştirmemiştir.
1995’ten itibaren Türkiye solunun “seçimler” karşısındaki tutumu, PKK hareketinin legal örgütlenmesi ile birlikte hareket etme tutumuyla belirlenmeye başlamıştır.
EMEP, bir süre “ikircikli” ya da “seçici” davranmaya çalışmışsa da, 2000’li yıllara gelindiğinde tümüyle PKK’nin legal örgütlenmesiyle (DEP, HADEP, DTP, BDP ve nihayetinde HDP) birlikte hareket eden bir çizgiye oturmuştur. ÖDP, yer yer PKK’nin legal örgütlenmesiyle “ittifak” görüşmelerine katılmışsa da, kendi “bağımsız” tutumunu sürdürmeyi ve seçimlere kendi adaylarıyla katılmayı seçmiştir.
SİP-TKP’si ise, varoluşunu legal ve “steril” kalmaya dayandırdığından, “seçim ittifakları” görüşmelerine “kerhen” katılmış, ama her durumda kendi adaylarıyla seçimlerde yer almayı seçmiştir (2014 yerel seçimlerinde “maoist” kesimle ittifak kuracak kadar da pragmatiktirler).
2000’li yıllar legalizasyonun ve legal parti kurmanın patlama yaptığı ve enflasyonist boyutlara ulaştığı yıllar olmuştur.
EHP’sinden SDP’sine, DSİP’inden ESP’sine ve nihayetinde YSGP’sinden SYKP’ye kadar A’dan Z’ye alfabenin tüm harfleriyle ifade edilen bir dizi legal “sol” parti sahneye çıkmıştır. (Ve legal yayın organlarıyla kendilerini vareden kesimleri de bunların içinde saymak gerekir.) Bu partilerin sahneye çıkmasıyla birlikte, PKK’nin legal örgütlenmesiyle “ittifak” kurma faaliyetleri çoklaşmış ve çoğalmıştır. Kimin ne kadar bir seçmen kitlesine sahip olduğunun bilinmediği, hiç birisinin tek başına seçimlere girmediği bu legal “sol” partiler, giderek “seçim ittifakları” ya da “seçimlerde solun tavrı” türünden haberlerin özneleri haline gelmiştir. Ama her durumda “ittifak”ın belirleyicisi PKK’nin legal örgütlenmesi olmuştur.
Yine de Türkiye solunda silahlı mücadele belli bir etkinliğe sahip olmayı sürdürmüştür. Bunun sonucu olarak da, silahlı mücadele çizgisini savunan ve bu nedenle illegal olan örgütlerin seçimler karşısındaki tutumu geleneksel tartışmanın sürüp gitmesini sağlamıştır. Ancak bu örgütlerin giderek legalize olması ve legal faaliyetlerle kendilerini varetmeye yönelmeleriyle birlikte, tartışma legal-illegal örgütlerin legal bir faaliyette “ortaklığı” ya da “ittifakı” temelinde yapılan bir tartışma olmaktan çıkmıştır. Artık seçimlere ilişkin tutum üzerine yapılan tartışmalar, legal çalışmayı mutlaklaştırmış yapılar ile legalize olmuş yapılar arasında bir “görüşme” ya da “farklılaşma” halini almıştır.
Bugün legal planda
Yürüyüş dergisi “çevresi” ile “maoist” kesim (burada legalizasyonlarına belli ölçüde “hassasiyet” gösterdiğimizi belirtelim), bugün hala kendi “bağımsız” tutumlarını belirlemeye çalışan örgütlenmeler durumundadırlar. Çokluk genel seçimlerde “boykot” ya da “hayırhah” bir tutum sergileseler de, yerel seçimlerde “bağımsız sosyalist adayları destekleme” söylemiyle seçimlere katılma yönünde hareket etmektedirler.
HDK/HDP’nin kurulmasıyla birlikte Türkiye solunda ve “sol”da belli bir toparlanma ve netleşme ortaya çıkmıştır. Bilcümle legalistler (parti, dernek ya da dergi çevresi olarak) HDK/HDP “bileşeni” olarak kendilerini tümüyle seçimlere katılımı esas alan bir yere yerleştirmişlerdir. SİP-TKP’si ile ÖDP’yle birlikte bilcümle HDK/HDP “bileşenleri” “seçimlere katılma” çizgisinin kesin ve mutlak taraftarı haline gelmişlerdir. Karşılarında ise, yukarda ifade ettiğimiz çevrelerin oluşturduğu “boykotçular” ya da “utangaç boykotçular” yer almıştır.
Bugüne kadar kör-topal, tartışmalı-ayrışmalı sürüp giden “seçimlere katılım” yandaşlığı iki turlu cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte birden eski tartışmaya yeniden başlamışlardır: Seçimlere katılınmalı mi? Yoksa boykot edilmeli mi? Böylece “sol” bir kez daha “boykot taktiği”ni tartışmaya ve buna göre saflaşmaya başlamıştır.
Genel eğilim, “ilk turda Demirtaş, ikinci turda boykot” sloganında ifadesini bulan bir “orta yolcu” tutum olmaktadır. ÖDP, “Katile, Hırsıza, Diktatöre Oy Verme” sloganıyla
mutlak bir “boykot” tutumu takınmaktan
uzak dururken, ikiye bölünmüş SİP-TKP’si mutlak bir “boykot” söylemiyle cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin tavrını ortaya koymuştur. “Medya”da “ses”i “gür” çıkan Halkevciler’in tutumu, ÖDP’den çok farklı değildir.
[3]
HDK/HDP “bileşeni” olan, BDP listesinden bir “millet”vekili seçtirten, “İmralı talimatı” doğrultusunda BDP’nin HDP’ye katılmasıyla birlikte HDP’den ayrılan EMEP’in cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin tutumu “iki arada, bir derede” kalmanın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.
EMEP, Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasının, “diktatörlüğe doğru bir adımın daha atılması demek” olduğunu söyledikten sonra şöyle devam etmektedir:
“Partimiz bu gelişmeler ışığında önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerini emekçiler ve ezilenler adına bir dönüm noktası olarak görmektedir. Görevimiz diktatörü alaşağı etmektir.” (EMEP-Merkez Komitesi’nin açıklaması)
İlk bakışta ÖDP ve Halkevcilerin tutumuyla benzer şeyler söylüyormuş gibi görünen EMEP, “Yapılan değerlendirmeler sonucunda partimizin destek vereceği aday Selahattin Demirtaş olarak belirlenmiştir.” diyerek kestirmeden sonuca ulaşırken, bunun “ilk tur”a ilişkin bir “tutum” olduğunu da ifade edemeden duramamışlardır.
Bu legalistlerin dışında kalmaya çalışan Yürüyüş dergisi “çevresi” ise, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin “düzeniçi bir yarış” olduğunu belirttikten sonra, “HDP’nin Selahattin Demirtaş’ı halka umut diye göstermesi halkı aldatmaktır” diyerek, her üç adaya da oy verilemeyeceğini “zımnen” ifade ederek ÖDP-Halkevciler çizgisine benzer bir tutum ortaya koymaktadır.
Böylece cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda seçimleri “boykot” edeceğini ilan edenler ile ilk turda S. Demirtaş’ı desteklemek için seçime katılmayı savunanlar birbirinden ayrışmıştır.
Bugün için, HDP “bileşenleri”nin ortak paydası, “ilk turda” Selahattin Demirtaş’ı desteklemek olurken, “ikinci tur”a ilişkin herhangi bir “ön belirleme”yle kendilerini bağlamamaya “özen” göstermektedirler. Görülen odur ki, S. Demirtaş’ın “ilk turda” alacağı oya göre “İmralı”nın belirleyeceği “ikinci tur taktiği”ni belirlemeye çalışacaklardır. Bunun da “boykot taktiği” olacağını şimdiden söylemek kahinlik olmayacaktır. (Elbette bu mutlak değildir. İlk turda Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Recep Tayyip Erdoğan’dan daha fazla ya da eşit oy alması durumunda “yeni” taktikler icat edilebilecektir. Ama ne icat edilecek olursa olsun, sonuçta, “İmralı” üzerinden yapılan “görüşme/pazarlık” ilişkisi belirleyici olacaktır.)
Türkiye solunda ve “sol”da egemen olan hava, cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarının, daha önceki seçimlerde olduğu gibi “sol kitle”de demoralize bir havanın ortaya çıkmaması için “ihtiyatlı” ve “itidalli” davranmak yönündedir. S. Demirtaş’ı destekleyen kesimler de, seçimleri “boykot” edeceklerini ilan eden çevreler de, Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk turda gerekli %50 çoğunluğu sağlayamayacağını (en azından çok kolay olmadığını) ve seçimlerin ikinci tura kalabileceğini gözetmektedirler. İlk tur sonuçlarının nasıl olacağını hiç kimse öngörememektedir. Bu yüzden, olası iki sonuca göre kendilerini konumlandırmaya ve “badiresiz” bu seçimi atlatmaya çabalamaktadırlar.
Öte yandan her kesim ve hepsi Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk turda %50 çoğunluğu sağlayarak seçilmesi durumunda Türkiye’de “tek adam diktatörlüğü” kurulmasının önünde fazlaca bir engelin kalmayacağını da bilmektedirler. Bu “ihtiyatlı taktik”, daha doğrusu “bekle-gör” politikası, böyle bir sonucun olmaması için Recep Tayyip Erdoğan dışında her iki adaya da oy verilebileceği şeklinde özetlenebilir. Yürüyüş dergisi çevresi açıkça seçimlerin boykot edilmesinden söz etmeyerek böyle bir tutumu öngörürken, ÖDP ve Halkevciler “utangaç boykotçular” olarak aynı tutumu “zımnen” kabul etmektedirler. HDP “bileşenleri” ise, “her iki adaya da oy verilebilir” demek yerine, “adayımız S. Demirtaş” diyerek “farklılık” oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, hangi kesimden olursa olsun solda ve “sol”da cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin ortak tutum, Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk turda seçilmemesine yöneliktir. Bu tutum, aynı zamanda bir beklenti ve arzuyu dile getirmektedir. Ancak bu beklenti ve arzu yönünde etkin bir tavır almaktan da “imtina” edilmeye çalışılmaktadır.
Elbette buna itiraz olarak, HDP “bileşenleri”nin Demirtaş için etkin olarak çalışma yürüttüğü söylenebilir. Hatta Demirtaş’ın alacağı her fazla oyun Recep Tayyip Erdoğan’ın kaybettiği bir oy olacağı da iddia edilebilir. Ama gerçeklikte Demirtaş’ın oyunun geleneksel Kürt ulusal hareketinin oyları ile geleneksel “sol kitle”nin oylarından oluşacağı açıktır. Bu “sol kitle”nin oylarının Ekmeleddin İhsanoğlu’nun yerine Demirtaş’a yönelmesinin ilk tur sonuçları açısından çok da fazla önemi yoktur. Asıl olan Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk turda %50 çoğunluğu sağlayıp sağlayamayacağıdır. Bu da, doğrudan seçime katılım oranıyla bağlantılı bir durumdur. “Boykot taktiği”ni alenen ilan eden kesimlerin (özellikle SİP-TKP’sinin) oy “potansiyeli”nin fazlaca “kıymet-i harbiyesi” olmadığı (binde birlerle hesaplanabilen bir “potansiyel”) gözönüne alındığında, herşeyin ilk turdaki seçime katılım oranıyla belirleneceği söylenebilir.
[4]
“Boykot taktiği”, ilk tur için anlamsız bir yöntem olsa da, seçimlerin ikinci tura kalması durumunda etkin bir unsur haline geleceği de açıktır. Asıl “hengame” cumhurbaşkanlığının ikinci tura kalmasıyla başlayacaktır. Burada da belirleyici olan “İmralı görüşmeleri/pazarlıkları” olacaktır. İkinci tura kaldığında, bugün hararetle seçimlere katılmaktan söz eden HDP’nin seçimleri “boykot” etmesi kimseyi şaşırtmamalıdır.
Dipnotlar
[1] Bir zamanların illegal TKP’sinin çokça kullandığı “goşist” sözcüğü buradan türetilmiştir.
“Açıktır ki, kendi görüşlerini ve çizgilerini kabul etmeyen, onların pasifizmine ayak uydurmayan kişi, her çeşit sağ sapmaya göre ‘sol maceracı’ ve ‘sekter’dir. Ve gençlik kesimindeki proleter devrimcileri değerlendirmede, teslimiyet oportünizminin dilinde ‘Gauchiste’ sözcüğü, sağ sapmanın ağzında ‘küçük-burjuva maceracıları’ olarak şekillenmektedir.” (Mahir Çayan, Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori, 1970.)
[2] Mevcut düzenin yasallığı içinde kalarak ve bu yasallık içinde faaliyet gösteren “parti”lere “yasal zorluk” çıkarmamak için bu cümleye şöyle başlamamız gerekirdi: “Kürt ulusal hareketinin DEP’le başlayan ...” Ne yazık ki, böylesine bir “hassasiyet” gösterecek kadar “hassas” değiliz!
[3] Halkevciler, cumhurbaşkanlığına ilişkin tutumlarını şöyle özetlemişlerdir: “Halkevleri olarak ‘cumhurbaşkanlığı seçimleri’nde bir adayımız yok; ancak gericiliğin, ABD işbirlikçiliğinin, piyasacılığın, kadın düşmanlığının iki yüzüne; Tayyip’e ve Ekmeleddin’e karşı, savaşa ve mezhepçiliğe, gericiliğe ve faşizme, kadın düşmanlığına ve cinsiyetçiliğe, taşerona ve güvencesizliğe, doğanın ve kentlerin talanına karşı; başta eğitim, kent, sağlık, ulaşım, su, enerji, çevre olmak üzere halkın hakları için mücadele edeceğimiz sokaklarımız var!” 22 Temmuz 2014.
[4] Bir zamanların ünlü “Evet, ama yetmez”cisi, 2007 genel seçimlerinde BDP’den “bağımsız” kendi başına “solun adayı” olarak ortaya çıkan, “ulusalcılar”ın ezeli ve ebedi düşmanı Baskın Oran (Prof. Dr.) 25 Temmuz 2014 tarihli “digital Radikal”de yayınlanan yazısının sonunda “Bodrum”culara şöyle yazmaktadır:
“1) Birinci turda adaylardan hiçbiri oyların yüzde 51’ini alamazsa, en fazla oy alan 2’si ikinci tura kalacak. İkinci turda diğerinden 1 oy fazla alan aday seçilecek.
2) Erdoğan yüzde 51 alarak daha birinci turda seçilirse, bunu, artık her istediğini sınırsız biçimde yapabilmek yetkisi olarak algılayacak.
3) Erdoğan’ın daha birinci turda seçilmemesi için, sandığa gidenlerin sayısının mümkün olduğunca yüksek olması gerekiyor. Çünkü AKP’liler hiç fire vermeden gidecekler. Sandığa gitmemek, kesinlikle Erdoğan’a oy vermek demek.
4) Ben birinci turda Selahattin Demirtaş’a vereceğim ki, oyum üçünün içinde en düzgün olana gitsin. Demirtaş muhtemelen ikinci tura kalamayacağından, bu turda Ekmeleddin İhsanoğlu’na vereceğim. Bunun için ikametgahımı geçici olarak Bodrum’a taşıdım.”