Yazımıza popüler bir başlık da atabilirdik: “Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimine kilitlendi!” Oysa böyle bir başlık, bir “niyeti”, “istemi”, “arzuyu” dile getirmekten ve insanların dikkatini cumhurbaşkanlığı seçimine yöneltmekten başka bir değere sahip değildir.
Şüphesiz yazılı ve görsel “medya”, başlıklarıyla, köşe yazarlarıyla, küçüklü büyüklü “haber”leriyle cumhurbaşkanlığı seçimini gündemin ilk sırasında tutmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda bir “kilitlenme”den söz etmek elbette olanaklıdır. Yakından bakıldığında, yazılı ve görsel “medya”nın bu “kilitlenme” hali, her yönden ve her açıdan, sadece kendilerinin desteklediği ya da desteklemekle yükümlü oldukları “aday”ın seçilmesini sağlamaya yönelik bir propaganda faaliyetinden başka bir şey değildir.
Nedeni çok yalındır.
Yazılı ve görsel “medya” (ki buna “internet medyası”nı ya da “sosyal medya”yı da dahil etmek gerekir), sadece cumhurbaşkanlığı seçiminden değil, tüm seçimlerde kendi çıkarlarına, kendi arzularına vb. göre birilerinin ya da bir partinin kazanması yönünde hareket etmektedir. Bu hareket, kaçınılmaz olarak seçim propagandalarının bir parçası (önemli bir parçası) olmayı zorunlu kılmaktadır. Bunun sonucu olarak da, geniş anlamda “medya” için “haber verme” işlevi tümüyle bir yana itilmekte, kendi arzularını, çıkarlarını azami ölçüde gerçekleştireceğini düşündükleri kişi ya da kurumların propagandasını yapmaktadırlar.
“AKP medyası”, “yandaş medya” ya da “havuz medyası” denilen kesimler, her seçimde olduğu gibi, cumhurbaşkanlığı seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarını koruması, hatta daha güçlü biçimde iktidarını sürdürmesi yönünde propaganda çalışmalarını dur durak bilmeden sürdüregelmektedir. Amaçları yalındır: Nasıl olursa olsun Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesine dayalı mevcut düzenin sürmesi ve pekiştirilmesi. Çünkü bugünkü varsıllıkları (zenginlikleri) ve varlıkları tümüyle buna bağlıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın herhangi bir seçimi kaybetmesi, çok açıktır ki, onun mutlak-kişisel otoritesinin sarsılmasına yol açacaktır. Bu da Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesine dayalı düzenin eskisi kadar kolay ve rahat yürüyemeyeceğini göstereceğinden, “çıkar ortakları” arasında bir çıkar çatışmasına neden olacaktır. Bunun doğal sonucu ise, bugüne kadar çıkarlarını azami ölçüde “realize” eden kesimlerin bir bölümünün mevcut çıkarlarından vazgeçmek zorunda kalmasıdır.
Mevcut iktidarın (ister adına AKP iktidarı deyin, ister Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesine dayalı “diktatörlük” deyin) zayıflaması demek, iktidar karşıtlarının güçlenmesi demektir. Bu da mevcut iktidara karşı bir “alternatif”in giderek güçlendiği ve zaman içinde mevcut iktidarı alaşağı edebileceği umudunu, düşüncesini ya da sanısını ortaya çıkarır. Ve yine doğal olarak böyle bir umut, düşünce ya da sanı, mevcut iktidardan nemalanan, onun aracılığıyla varsıllığını ve varlığını sağlayan kesimlerin yeni bir pozisyon almalarını gündeme getirir. Yeni pozisyon, açıktır ki, olası yeni iktidar seçeneklerine yönelik olacaktır.
İşte bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması ya da kaybetmesi böyle bir iç çıkar çatışmasının gerçekleşebilirliğine ilişkin sonuçlar üretmek durumundadır.
AKP içinde ortaya çıkabilecek bir çıkar çatışması ise, doğal ve kaçınılmaz olarak AKP çevresinde toplaşmış ve blok oluşturmuş olan kesimlerin parçalanması demektir. Özellikle kimilerinin “Anadolu kaplanları” adını verdiği, kimilerinin “Anadolu sermayesi” olarak teorize ettiği kesimler arasındaki “consensus”, uzlaşma ve bloklaşma sona erdiği andan itibaren, AKP’de bloklaşmış seçmen kitlesi parçalanacak ve dağılacaktır. Bu da AKP’nin bugüne kadar olduğu gibi yüksek oranda oy almasının sona ermesidir.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin olduğu kadar “muhalefet” partilerinin de cumhurbaşkanlığı seçimine atfettiği önem buradan ileri gelmektedir.
Recep Tayyip Erdoğan’a karşı Ekmeleddin ya da Demirtaş, bolca konuşulduğu ve tartışıldığı yönüyle söylersek, bir “seçenek” ya da “alternatif” olarak görünmese de, alacakları her oyun, Recep Tayyip Erdoğan’ın kaybettiği bir oy olarak orta ve uzun vadede sonuçlar doğuracağı beklenmektedir.
EKMELEDDİN’İN
ARİTMETİĞİ
“Ekmek için Ekmeleddin”, “sol”cu söylemle ifade edersek, “solun” “beklediği ve özlediği” aday değildir. Bunu tartışmak, Ortaçağ’da kiliselerin “
bir toplu iğnenin üzerinde kaç melek dans eder?” ya da “post modern” bağlamda
Google’nin “beyin fırtınası”nda yaptığı gibi, “
bir otobüse kaç golf topu sığar?” türünden boş ve anlamsız, ama bir o kadar da kitleleri apolitikleştiren bir tartışma yapmakla özdeştir.
Dünyaya “ılımlı islam”ın “en mükemmel örneği” olarak sunulan Recep Tayyip Erdoğan’a karşı “dinin en mükemmeli” adını (Ekmeleddin) taşıyan ve “İslam İşbirliği Teşkilatı” Genel Sekreterliği’ni yapmış birisini çıkarmanın “solcu” bir “aklın” ürünü olmadığı çok açıktır.
“Dinin en mükemmeli”ni (Ekmeleddin) “alternatif aday” olarak piyasaya süren “akıl”, “ılımlı islam” teorisini ortaya atan “akıl”la bir ve aynıdır.
“Ilımlı islam”ın ilk örneği, yani Recep Tayyip Erdoğan, giderek daha “otoriter”, daha “kişisel”, daha “pervasız”, daha “denetlenemez” ve nihayetinde daha “sıkıntılı” olmaya başlayınca, “ılımlı islam projesi” giderek anlamsızlaşmaya ve önemsizleşmeye başlamıştır. Bu durumda “Arap baharı” sürecinde pazarlanmaya çalışılan “ılımlı islam projesi”nin restore edilmesi, ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın “dizginlenmesi”yle ya da (ideal olan) yeni bir “ılımlı islamcı” tipinin ortaya çıkarılmasıyla olanaklıdır.
İşte “ılımlı islam projesi”ni üreten “akıl”, Türkiye somutunda “dinin en mükemmeli”ni bulup cumhurbaşkanlığına aday olmasını sağlamıştır.
Bu yönüyle “Ekmek için Ekmeleddin” bir uluslararası/globalist bir seçenek, bir olaydır. Ama bu uluslararası seçenek, aynı zamanda, Türkiye içindeki ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkilere de denk düşmektedir.
30 Mart Yerel Seçimleri’nde açık biçimde görüldüğü gibi, CHP ile MHP’nin oy oranı AKP’nin oy oranını az farkla da olsa geçmiştir.
[1]
Buradan yola çıkan bir düzen içi siyasal “akıl”, CHP ile MHP’nin üzerinde anlaşacakları (
consensus sağlayacakları) bir “ortak aday” çıkarabildikleri koşulda, bu “ortak aday”ın Recep Tayyip Erdoğan’la “başa baş” bir seçim “yarışı” sürdürebileceği sonucuna ulaşmıştır.
Bu “akıl”, %2,84 oy oranına (1.180.322) sahip Saadet Partisi ile %1,51 oy oranına (628.729) sahip BBP’yi yanına çekebildiğinde, “ortak aday”ın doğrudan %48,5 oy oranına ulaşabileceğini hesaplamıştır. Seçimi kazanabilmek için geriye kalan %1,5’luk oy oranının da yürütülecek seçim propagandasıyla sağlanabilineceğini düşünmüştür.
Şüphesiz bu aritmetiksel olarak yapılmış bir “hesap”lamadan ibarettir. Toplumsal ve siyasal olaylar hiç de aritmetik hesabı gibi toplama-çıkarma-bölme ve çarpmadan ibaret değildir. Hele ki “sandıksal demokrasi”lerde, sandık sonuçları aritmetik bir işlemle önceden kestirilebilir bir olay değildir.
“Ekmek için Ekmeleddin”i “ortak aday” olarak bulup çıkaran “akıl” elbette aritmetiksel hesaplamaların sandıksal sonuçlara denk gelmediğini bilmek durumundadır. Ama 30 Mart Yerel Seçimleri’nin sandık sonuçlarının aritmetiksel verileri Recep Tayyip Erdoğan’a karşı bir “alternatif”in varolabildiğini göstermektedir. Bunun yaratacağı “sinerji”nin ya da “umut”un, Recep Tayyip Erdoğan “karşıtı” kitlenin daha fazla hareketlenmesine yol açabileceğini de hesaba katmak durumundadır.
Burada “Ekmek için Ekmeleddin” tek “aday” değildir. Hatta CHP ile MHP’nin üzerinde anlaşabileceği “tek aday” da değildir. Başka adaylar da bulunabilir. Ancak burada esas olan CHP ve MHP seçmen kitlesinin birlikte oy verebileceği bir “ortak”lığın oluşturulmasıdır.
CHP+MHP+vs.=EKMELEDDİN Mİ?
Türkiye’nin siyasal tarihine bakıldığında, CHP’nin kitlesi ile MHP’nin seçmeni arasında kesin bir uzlaşmazlık ve karşıtlık olduğu her türlü tartışmanın üzerindedir. MHP’li seçmenin (ki buna “dini bütün” seçmenlerin tamamı dahildir) CHP’li bir adaya oy vermeyeceği de çok bilinen ve tartışmasız bir gerçektir. MHP’nin seçmen kitlesi demagojik söylemlere bağlanmış ve bu demagojik söylemlerle hareket eden bir kitledir. Bu demagojik söylemin ana unsuru “milliyetçilik” olduğu kadar “anti-komünizm”dir. Dolayısıyla bu söylemle on yıllarca “komünist” olarak öne çıkartılmış bir CHP’ye bu seçmen kitlesinin oy vermesi hemen hemen olanaksızdır.
Öte yandan CHP kitlesi, geniş anlamda “sol” bir kitledir. Demagojik olmaktan çok ideolojik yönü belirleyici olan CHP kitlesi, belli bir “pozitif akıl”ın, belli bir bilincin doğrultusunda hareket eder. Ama CHP kitlesinin ideolojik yönü, devrimci bir dünya görüşüne ve devrimci ilkelere mutlak olarak bağlı değildir. Dönemsel olarak devrimci harekete yönelirse de, çokluk “sosyal-demokrat” yönelimin niteliğine uygun bir yol izler. Bu yönelim, legalist solun yönelimiyle büyük ölçüde çakışan bir
oportünizmi içerir. Dolayısıyla “ortak düşman”a karşı olan pek çok kesimle birlikte hareket edebilme eğilimine sahiptir. Buradan çıkartılabilecek sonuç ise, CHP kitlesinin, MHP kitlesine göre daha fazla “aklın yolu”nu izleme eğiliminde olduğudur. Bunun en somut örneği, 1999-2002 döneminde Bülent Ecevit’in başbakanlığında kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetidir.
İşte bu nedenlerden dolayı “Ekmek için Ekmeleddin”i cumhurbaşkanı adayı olarak ortaya çıkaran “akıl”, MHP, SP ve BBP seçmen kitlesinin özelliklerini esas almaktadır. Bu kesimlerin oy verebilecekleri bir adaya CHP kitlesinin belli bir “mantık” çerçevesinde oy verebileceği varsayılmıştır. (Yer yer Fransa’daki 2002 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda Fransa solunun Le Pen’e karşı Jacques Chirac’ı desteklemesinin örnek gösterilmesinin nedeni de budur.)
Buna karşılık olarak “sol”un “aklı”, her seçim öncesinde olduğu gibi, kendisini temsil ettiğini düşündüğü, ama kesinkes CHP’li olmaması gereken bir “solcu” adayın çıkartılması yönündedir. Marksist, leninist, komünist, devrimci, çevreci vs. olarak kendisini tanımlayan, bilcümle “sol”, bu tanımlamasına “uyan” bir adayla “mutlu” olma eğilimindedir. Tıpkı kendilerini kendi kendine tanımladıkları sıfatlarına uygun legal partilerle seçimlere girmeleri gibi, cumhurbaşkanlığı seçimine de böyle bir “farkındalık” içinde girme arzusunu taşır. Sonuç ise, her seçimde olduğu gibi “binde bir”lerle ifade edilen bir oy miktarıdır.
Bu oy miktarı ile “ideal bir solcu aday”ın seçimlerde hiçbir varlık gösteremeyeceğini de aynı “sol akıl” çok iyi bilmektedir.
Şüphesiz “sol akıl”, kendi içselliğinde, herhangi bir seçimi hatırı sayılır bir oy oranıyla “kazanabileceğini” varsaymaz. Seçimlere ilişkin büyük laflar etseler de, alacakları oyların beş haneli rakamları geçmeyeceğini bilirler. Yine de büyük konuşurlar. Ne de olsa “boğulacaksan büyük denizde boğulacaksın”a inanmıştır.
Türkiye’de ilk kez uygulanacak olan iki turlu seçim sisteminin “sırrı” (Sırrı Süreyya Önder değil elbette) çözülememiştir. Birinci turda hiçbir adayın yeterli çoğunluğu, yani %50’yi alıp alamayacağı bilinememektedir. Dolayısıyla Fransa örneğinde olduğu gibi, ilk turda “kendi adayını” çıkararak “kendi gücünü” görmek ve ikinci turda “kendisine” daha fazla avantaj sağlayacağını düşündüğü adaya oy vermek şeklinde bir “seçim stratejisi” de izleyememektedir. Bu durumda da, “ya Recep Tayyip Erdoğan birinci turda %50’yi alırsa” kaygı ve endişesiyle “iki arada bir derede” kalmaktadır. Bu Araf içinde kalan “sol akıl”, kaçınılmaz olarak “kendi” adayı yerine “ehven-i şer” bir adaya oy vermenin “akıl” işi olduğunu düşünebilmektedir. Ama... Ya Recep Tayyip Erdoğan ilk turda %50’yi alırsa!?
SEÇİMLER, “SOL” VE
“BOYKOT TAKTİĞİ”
12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu’nda görüldüğü gibi, seçimlerin boykot edilmesi durumunda bile verilmeyen her oy önde giden adayın seçilmesini sağlayan bir oya dönüşebilmektedir. Bilinebileceği gibi, oylar seçimlerde kullanılan oylara göre oranlanır. Kullanılmayan oyların seçim sonuçlarında hiçbir hükmü bulunmamaktadır. “Sol”un oyları zaten binde birlerle hesaplandığından, bu kesimlerin seçimleri “boykot” etmesinin bir etkisi de olmamaktadır.
Yine de “sol akıl”, gerçeklikte durum ne kadar net olursa olsun, kendi legalist ve oportünist mantığı içinde, “ya kendi adayımız ya da boykot” seçeneğinin ötesine geçememektedir. Ama “handikap”ları da çok açıktır: Cumhurbaşkanlığına aday olabilmek için, ya genel seçimlerde %10’un üzerinde oy alan bir parti tarafından ya da en az 20 milletvekili tarafından aday göstermesi gerekmektedir. Bu da sadece AKP, CHP, MHP ve 20’den fazla milletvekiline sahip BDP/HDP’nin aday gösterebilmesi demektir. Özcesi “marksist, leninist, komünist vs.” sıfatlara sahip legalist “sol”un aday gösterebilmesinin yolu, ya 20 CHP’li milletvekilini “transfer” etmekten ya da BDP/HDP’yle “ittifak” kurmaktan geçmektedir. Bir milletvekili iki aday için imza veremeyeceğinden (seçim yasasının “amir hükmü”), BDP/HDP’nin kendi adayını göstermesi durumunda, “sol”un kendi adayını gösterebilmesinin tek yolu, CHP’li 20 milletvekili ayarlamaktır. Bunun da ne kadar “marksist, leninist, komünist vs.” sıfatlı aday olacağı da açıktır!
Yine de legalizmle malul “sol akıl”ın durumu bu kadar da “pragmatik” değildir.
Şöyle geri dönüp, yakın tarihte yapılan seçimlerdeki “sol taktikler”e bakıldığında, legalist “sol” ile daha henüz legalize olmamış, ama legalize olmaya yönelmiş “sol” arasındaki en yoğun tartışmanın “seçimlerde devrimci taktik ne olmalıdır?” tartışması olduğu hemen görülecektir.
“Seçimlerde devrimci taktik” başlığı altında yapılan tartışmaların odak noktası ise, “seçimlerin bir aldatmaca olduğu” tezinden yola çıkan kesimlerin seçimleri “boykot” etme yönünde hareket ederken, “seçimler geniş kitlelerle temas kurmanın bir aracıdır” tezinden yola çıkanların “boykot karşıtı” söylemleridir.
Aradan geçen yıllar, “illegal” olan yapıların tsfiye edilmesini ve hızla legalize olmalarını getirmiştir. Bu da giderek “seçimlerin boykot edilmesi” yönündeki “geleneksel sol seçim taktikler”inin ortalıktan kaybolmasına yol açmıştır. (Arada sadece 2010 Anayasa Referandumu’nda BDP’nin “boykot” kararı vardır.) Bugün ise, Araf’ta kalan “sol” yeniden eski taktikleri anımsamış ve “
dilemma”dan çıkış yolu olarak “boykot”tan söz eder hale gelmiştir.
Seçimlere katılımın %88’lere yükseldiği bir ortamda, birkaç milyon seçmenin seçime katılmamasının, (oy oranlarında değil) katılım oranında
önemsenebilir bir azalışa yol açmayacağı da bilinebilecek bir gerçektir. Bu nedenle “sol akıl”ın “boykot taktiği”, sadece söylemsel olarak “solcu” görünen bir tutumdan ibaret kalmaya mahkumdur.
CHP, MHP vs. ve legalist “sol akıl”ın dışında kalan tek hareket BDP/HDP’dir. BDP/HDP’nin cumhurbaşkanlığı seçimi “taktiği”nin de “İmralı” tarafından belirlendiğinden kimsenin şüphesi yoktur.
“İmralı taktiği”ni
Kurtuluş Cephesi’nin geçen sayısında (138. sayı) şöyle ifade ettik:
“‘Seçim toto’ ya da ‘seçim olasılıkları’ konuşulduğunda, HDP’nin ikinci turda ‘muhalefet’ partilerinin oylarının birleşeceği adayı desteklediğinde Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimleri kazanması neredeyse olanaksızdır. Ama her an her şeyin olduğu bir ülkede, her kesimin kendi çıkarlarını ‘maksimilize’ etme peşinde koşmaları kadar ‘doğal’ bir şey yoktur. HDP’nin de, ‘İmralı’da MİT üzerinden AKP ile yapılan ‘pazarlıklara’ bağlı olarak hareket edeceği de kesindir. Ancak HDP’nin ‘sol’ ve ‘Türkiye partisi’ olma iddiası nedeniyle, böylesine MİT’çi bir ‘pazarlığa’ bağlı olarak AKP’yi alenen desteklemesi ve AKP adayına oy verilmesini istemesi de fazlaca olanaklı değildir.
Bu durumda ‘sol görünümlü’ HDP’nin yapabileceği şey, 2010 Anayasa Referandumu’nda ‘İmralı’nın talimatıyla yaptığından farklı olmayacaktır: İkinci tur oylamaya katılmamak.
Bugün için ‘İmralı’nın ikinci tur oylamaya ilişkin bir ‘politikası’ açıklanmamıştır. Yepyeni bir olay ortaya çıkmadığı sürece, birinci turun sonuçlarına bakılacaktır. Ama ‘görünen köy’, hiç şüphesiz ‘kılavuz’ istemez. HDP, ikinci turda AKP adayını (Recep Tayyip Erdoğan) kendi çıkarlarını ‘maksimilize etme’ye hizmet edecek olsa da, alenen destekleyebilecek siyasal cesarete sahip değildir. Bu durumda, 2010 Anayasa Referandumu’nda olduğu gibi, seçime katılmayarak, dolaylı yoldan AKP’yi desteklemekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır.” (Kurtuluş Cephesi, Sayı: 138, Mayıs-Haziran 2014.)
Bugün BDP/HDP’nin cumhurbaşkanı adayı Selahat
tin Demirtaş olmuştur.
Böylece Ekmeled
din’e karşı Selahat
tin, yani “
dinin en mükemmeli”ne karşı “
dinine bağlı olan” alternatif aday olarak ortaya çıkmıştır.
Şüphesiz hiç kimse kendi adını kendisi seçmemektedir. Selahattin (Arapça Selahad
din’in Türkçe ses uyumuna göre yazılış halidir) Demirtaş da kendi adını kendisi seçmemiştir. Burada ünlü “sebataist avcısı” Yalçın Küçük gibi isimlerden yola çıkarak kişiler hakkında boş ve spekülatif yorumlar yapmak durumunda değiliz. Ancak “Ekmeleddin”in adından yola çıkarak “islamcı aday” muhabbeti yapan “solumsu”ların demagojilerinin de ne kadar boş ve spekülatif olduğunun altını çizmek de gereklidir.
İşte “sol”un ve “sol”culuğun “din” ve “tin” karşısındaki “ikilem”leri böylesine bir boşlukta salınmaktadır.
TEK SEÇENEK,
RECEP TAYYİP Mİ?
Recep Tayyip Erdoğan, gerek kişisel yönelimiyle, gerekse AKP’de bloklaşmış olan küçük ve orta sermaye kesimleri ile tefeci-tüccar kesimlerinin “tek seçeneği”dir.
Herşeyi devletten bekleyen, zenginliğin kaynağı olarak devleti ve devletin serveti paylaştırma gücünde gören kesimler açısından “tek adam yönetimi” tartışmasız tek tercihtir. Bu kesimler, “astığı astık, kestiği kestik” olan bir “tek adam yönetimi” (ki buna “tek adam diktatörlüğü” de denilebilir), devlet olanaklarını, özellikle bireyleri zenginleştirebilme olanaklarını çok daha kolay ve hızla kullanabildiğine inanırlar. Cumhuriyet tarihi boyunca devletten dışlanmış kesimlerin Cumhuriyet öncesi döneme, yani padişahlık dönemine duydukları özlem bu “tek adam yönetimi”yle somutlaştığı sanısı da bu kesimler arasında yaygın bir inançtır.
İnançlar, imanlar bir yana bırakılıp, somut gerçekliğe bakacak olursak, Türkiye’nin yakın tarihinin,
sömürücü sınıflar arasındaki bölünmelerin, ayrışmaların ve çatışmaların tarihi olduğunu görürüz. Bu tarihin en belirleyici özelliği, kapitalizmin yukardan aşağıya, emperyalizmin istem ve çıkarlarına uygun olarak geliştirilmesidir. Yukardan aşağıya, dış dinamikle geliştirilen kapitalizm, doğal ve kaçınılmaz olarak, mevcut ekonomik ilişkileri değiştirmeye başlamıştır. Uluslararası tekelci sermaye (emperyalizm) ülkeye ilk girdiğinde mevcut egemen sınıflarla ittifak kurmuş ve bunların bir bölümünü (ister kompradorlaştırarak, ister satın alarak) kendi çıkarlarını doğrudan temsil eden ve kollayan bir işbirlikçi haline dönüştürmüştür.
Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve Anadolu’da Cumhuriyet’in kurulması ile zamandaş olmuştur. T.C., yani Türkiye Cumhuriyeti, bir yandan yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizmin zeminini oluştururken, diğer yandan mevcut egemen sınıf yapısında değişime yol açmıştır. Geleneksel feodal yapılar belli ölçüde tasfiye edilmeye çalışılırken, feodal egemen sınıflar ayrıştırılırken, devlet, yeni düzenin tek kurucusu olarak ortaya çıkmıştır. Serveti alan da, veren de devlettir.
1950’lere kadar Cumhuriyet Türkiyesi’nin ana eğilimi, feodal egemen sınıfları tasfiye etme yönünde hareket ederken, aynı zamanda yeni bir egemen sınıf, burjuva bir sınıf yaratma yönünde olmuştur. Yeni burjuvazi, tekelci kapitalizmin koşullarına uygun olarak
işbirlikçi ve özellikle de
tekelci nitelikte olmuştur. İşbirlikçi-tekelci burjuvazi, zaman içinde devlet kurumlarında belirleyici ve başat bir güç haline gelmiştir. Bu başat ve belirleyici güç, tekelci niteliğine bağlı olarak da devletin “tek sahibi” haline gelmiştir. Ancak 1950’lere kadar bu “tek sahip”, Cumhuriyet döneminin “tek adam” yönetimiyle özdeşleşmiştir. Bunun sonucu olarak, eski güçlerini yitiren feodal kesimler ile yeni düzenden beklentilerinni karşılanmadığını gören kesimler “tek adam” yönetimine karşı “muhalefet” olarak birleşmişler ve 1950’de DP ile “demokratik yollardan” iktidara ortak olmuşlardır.
27 Mayıs hareketi, birleşmiş ve bloklaşmış “Cumhuriyet muhalifleri”nin gücünü belli ölçülerde kırmışsa da, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin feodal egemen sınıflarla olan ittifakını ortadan kaldıramamıştır. Bunun sonucu olarak da, 1965’de Süleyman Demirel’in başkanlığındaki AP (Adalet Partisi) %52,9 oyla tek başına iktidar olmuştur.
Gerek 1950 seçimleri, gerekse 1965 seçimleri, sömürücü sınıflar arasındaki bir “
consensus”un (“demokrasi kuralları içinde”) mutlak çoğunluğu sağlayabildiğini göstermiştir. Ama 1970’lere girildiğinde, hiç bilinmeyen ve beklenmeyen bir gelişme ortaya çıkmıştır. Bu gelişme, “sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aşması”na yol açan toplumsal mücadele olmuştur.
Böylece Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi, bugüne kadar sadece egemen sınıflar arasındaki uyum-çatışma ilişkisi içinde gelişen siyasal olayların sahnesi olmaktan öte,
sömürülen sınıfların toplumsal mücadelesinin tarihi haline gelmeye başlamıştır.
1970-1980 dönemi (geniş anlamda 1965-1980 dönemi), sömürücü sınıflar ile sömürülen sınıflar arasındaki sınıf mücadelesinin belirleyici olduğu bir dönem olmuştur. Gelişen sınıf mücadelesi, sömürücü sınıflar arasında da parçalanmalara ve ayrışmalara yol açmıştır. Her kesim kendi sınıf çıkarlarını “realize” etmek amacıyla siyasal olarak örgütlenmeye ve siyaset sahnesinde yer almaya başlamıştır.
Sömürücü sınıflar arasındaki parçalanmalar ve ayrışmalar, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle oluşturulan yeni bir “
consensus”la birlikte kısmen duraksamışsa da, 1980 öncesindeki ayrışmanın ürünü olan siyasal örgütlenmeler ve hareketler varlığını sürdürmüştür.
1990’lı yıllar, sömürücü sınıflar arasındaki ayrışmanın ve parçalanmanın getirmiş olduğu siyasal mücadelelere sahne olurken, öte yandan belli ölçülerde yeni “ittifaklar” ortaya çıkarmıştır. Yeni “ittifaklar”, 1991 seçimlerinde DYP-SHP koalisyon hükümetini doğururken, 1995 seçimleri Tansu Çiller’li DYP ile Erbakan’ın RP’si arasında farklı bir koalisyon hükümet kurulmasına yol açmıştır.
1999 seçimleri, sömürücü sınıflar arasındaki parçalanma ve ayrışmanın yarattığı bir zeminde gerçekleşmiştir. Bu kez, seçmen “tercihi”, Bülent Ecevit’in DSP’si ile Devlet Bahçeli’nin MHP’si yönünde olmuştur (Bu iki partinin oy oranı %40’lara ulaşmıştır).
İşte tam bu ortamda, 1997 Asya Krizi ve ardından gelen 2000 dünya ekonomik krizi, Türkiye tarihinde görülmemiş bir ekonomik krize yol açarken, seçmen “tercihi” bir kez daha 1995 seçimlerindekine benzer bir yönelime girmiştir. Bunun sonucu olarak da AKP, 2002 genel seçimlerinde oyların %34,2’sini alarak tek başına iktidara gelmiştir.
AKP, sözcüğün tam anlamıyla, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin “bitaraf” olduğu, daha doğru ifadeyle, siyasal gelişmeleri izlemek için “kontrol kulesi”ne yerleştiği bir dönemde diğer sömürücü sınıflar arasındaki yeni bir uzlaşmanın/birleşmenin ürünüdür. Sözcüğün tam anlamıyla, AKP, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin “bitaraf”lığı koşullarında tüm sömürücü sınıf ve tabakaların ortak partisi olarak doğmuş ve iktidar olmuştur.
Bu iktidar koşullarında, işbirlikçi-tekelci burjuvazi (ve elbette belirleyici olarak emperyalizm) bu yeni iktidarı oluşturan sömürücü sınıfların “kollanması” ve “beslenmesi” için “yeşil ışık” yakmıştır. Uzanlar’ın mal varlıklarına, geleneksel ve mevcut
hukuka aykırı olarak el konulması ve el konulan servetin AKP “paydaşları” arasında paylaştırılması, hem sömürücü sınıf ve tabakalar arasındaki “ittifakı” pekiştirmiş, hem de genişlemesine yol açmıştır. Böylece geleneksel ve mevcut hukukun tümüyle anlamsızlaştığı ve değersizleştiği bir sürece girilmiştir.
İşte bu mevcut ve geleneksel hukukun ortadan kalktığı, hükümetin her icraatının hukuksal olarak denetlenemez olduğu bu süreçte AKP’nin “tek parti iktidarı”, sömürücü sınıflar ve tabakalar arasındaki “
consensus”un daha da genişlemesini sağlamıştır. Ve bugün AKP’nin “tek parti iktidarı”ndan Recep Tayyip Erdoğan’ın “tek adam iktidarı”na gelinmiştir.
Recep Tayyip Erdoğan, “tek parti” ya da “tek adam” iktidarını oluşturan sömürücü sınıflar ve tabakalar arasındaki “
consensus”un
cisimleştiği kişidir. “
Consensus” ne denli bir kişide cisimleşirse, “
consensus”un sürekliliği de o kişiyle belirlenir ve “
consensus”u oluşturan sömürücü sınıflar ve tabakalar gözden o kadar uzaklaşır. Bu nedenle Recep Tayyip Erdoğan (işbirlikçi-tekelci burjuvazinin “bitaraf”lığı içinde) tüm sömürücü sınıf ve tabakaların tek ve kişisel temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır.
Bu “
consensus”da ağır basan unsur, tefeci-tüccar sermayesi ile Anadolu esnaf ve zanaatkar kesimleridir. Düne kadar MÜSİAD’ta örgütlenmiş olan tefeci-tüccar sermayesi ile TOBB’la simgelenen Anadolu esnaf ve zanaatkar kesimlerinin belirleyiciliği giderek zayıflamaya başlamış ve “müteahhitler” belirleyici konuma geçmiştir. Müteahhitler denilen kesim, basit biçimde sadece inşaat sektörü değildir. Ağırlıklı olarak demir-çelik ve çimento sanayileri ile dayanıklı tüketim malları sektörü, inşaat sektörü tarafından beslenen ana sektörlerdir. Bu nedenle “müteahhitler” denilen kesim, sanılanın aksine Ali Ağaoğlu gibi yap-satçılardan çok daha fazla bu sanayi sektörlerine dayanır. İSO-500 sıralamasında ilk sıralarda yer alan Çolakoğlu Metalurji (İSO-500 sıralamasında 11. sırada), Habaş, İÇDAŞ (7. sırada), Diler Demir Çelik (40. sırada), Kroman Çelik (23. sırada) vb. ile OYAK’ın sahip olduğu İskenderun ve Ereğli Demir ve Çelik (8. ve 9. sırada) bu sektörün en önde gelenleridir. Bu sektör, aynı zamanda dışa bağımlı otomotiv sektörünün de en önemli bileşenlerindendir. Yine OYAK’ın sahip olduğu Bolu, Adana, Ünye, Mardin Çimento ile Sabancıların Çimsa’sı, Yibitaş Lafarge Orta Anadolu Çimento inşaat sektörünün en önemli girdilerini sağlamaktadır.
Görüleceği gibi, AKP’nin dayandığı “
consensus”, sanılanın aksine sadece tefeci-tüccar sermayesiyle sınırlı değildir. Eski ve yeni yerli-işbirlikçi-tekelci kesimler bu “
consensus”un en temel unsurları durumundadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “kimsenin yaşam tarzına karışmıyoruz” türünden açıklamalarının arka planında, bu işbirlikçi-tekelci kesimlerle olan işbirliği yatmaktadır. İSO-500 sonuçlarında açıkça görüldüğü gibi, AKP ve Recep Tayyip Erdoğan iktidarında, Koç Holding kadar OYAK da güçlerini artırmıştır. Daha açık ifadeyle, gerek “eski” işbirlikçi-tekelci burjuvazi, gerekse yeni yetme işbirlikçi-tekelci burjuvazi AKP ve Recep Tayyip Erdoğan iktidarından memnundurlar. Recep Tayyip Erdoğan’ı “tek adam” ve “tek seçenek” konumuna getiren de, bu konumda tutan da bu kesimlerdir.
“Ekmek için Ekmeleddin” olayında ya da Abdullah Gül konusunda olduğu gibi, istenildiğinde bu “tek adam”a “alternatif” kolayca bulunabilmektedir. Eski ve yeni işbirlikçi-tekelci burjuvazi için önemli olan Recep Tayyip Erdoğan’a bir “alternatif” bulmak değil, mevcut sistemin örselenmeden, hasar görmeden ve toplumsal mücadele dinamiklerini harekete geçirmeden sürdürülmesidir. Burada en “hassas” nokta, toplumsal mücadeledir. Recep Tayyip Erdoğan’ın “tek adam yönetimi”, toplumsal mücadeleyi “tetiklediğinde” ya da önleyemez hale geldiğinde kolayca bir yana atılabilecek (“deliğe süpürülebilecek”) bir “seçenek”ten ibarettir. Ama tek koşulla: Mevcut sistemin olduğu gibi sürdürülebilir olduğu koşullarda.
KİM KAZANIR?
KİME OY VERMELİ?
Buraya kadar yazdıklarımızı “anladığını”, hatta daha önceden “bildiğini” söyleyen okur, ister istemez bunca yazılandan sonra bir “sonuç” bekleyecektir. Çokluk olayların ne yönde gelişebileceğinden daha çok, “ne olacağını” bilmek isteyenler ise, cumhurbaşkanlığı seçimini “kimin” kazanacağına ilişkin bir “yorum” ya da “değerlendirme” beklemek durumundadır. Daha “pratik” ve daha “somut” bir şeyler bekleyen okur ise, seçimde “kime” oy vermek gerektiğine ilişkin açık-seçik bir “beyan”da bulunulmasını isteyecektir.
Öncelikle belirtelim ki, her toplumsal olayda olduğu gibi, “sandıksal demokrasi”lerde seçmen kitlesinin eğilimlerini değişik yollarla saptamak olanaklıdır. Ancak
eğilimin saptanması ile
seçim sonucunun ne olacağının bilinmesi arasında, bilgi ile kehanet arasındaki kadar büyük fark vardır.
Bizler kahin değiliz. Kahin olmadığımız gibi, “anket kuruluşu” da değiliz. Hangi adayın ne kadar oy alacağını anketler yoluyla “bilmek” (anketçi diliyle söylersek, “gerçeğe yakın tespit etmek”), ne kadar “bilimsel yöntemler” kullanıldığı iddia edilirse edilsin, bizim işimiz değildir.
Bizim yaptığımız, hangi adayın hangi koşullarda ve hangi sınıfsal temelde aday olduklarını ortaya koymaktan ibarettir. Hangi adayın “kazanacağını” saptamaya kalkmak, ya malumu ilan ya da kahinlik olur. Daha da önemlisi, “kimin kazanacağı”na ilişkin bir kanaat belirtilmesi ya da saptama yapılması beklentisi küçük-burjuva aydınlarına özgü bir “güç” tutkunluğunun ürünüdür. “Cumhurbaşkanlığı seçimini Recep Tayyip Erdoğan kazanacaktır!” diyerek sonucu bugünden ilan etmek, toplumsal ve siyasal mücadelenin dönüştürücü, değiştirici ve devrimcileştirici gücünü yok saymakla özdeştir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim dönemlerinde “İmralı” ile yaptığı “ateşkes” anlaşmaları, en yalın haliyle, iradi bir eylem sürecinin seçim sonuçlarını etkileyebileceğinin açık kanıtıdır. Bugün herkesin üzerinde anlaştığı bir konu, PKK’nin seçim süreçlerinde “eylemsizlik” kararı almasının AKP’nin seçim başarısında önemli bir etken olduğudur.
Bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğunun Recep Tayyip Erdoğan için “çantada keklik” olduğunu düşünen herkesin, bir an durup, sonucu etkileyecek bir olayın ortaya çıkıp çıkmayacağını düşünmesi bu gerçeğin anlaşılabilmesi için yeterli olacaktır.
Devrimci adına layık bir mücadelenin, özellikle de silahlı devrimci mücadelenin geliştiği koşullarda seçimlerin ve seçim sonuçlarının nasıl etkileneceğini bilmek de o kadar zor değildir.
Ancak ortada gelişen bir devrimci silahlı mücadele yokken, sol hareket her açıdan tırnak içinde yazılabilen bir “sol” haline dönüşmüşken seçim sonuçlarının şöyle ya da böyle olması, şu ya da bu adayın kazanması sadece boş gevezelikten öteye geçmez.
Bugün devrimci hareket, ülkede gelişen siyasal olaylara doğrudan müdahale edebilir durumda ve güçte değildir. Siyasal olaylar, devrimci güçlerin içinde yer almadığı, sadece düzen içi siyasal güçler arasında süregiden bir süreç içindedir. Dolayısıyla devrimci güçlerin iradi müdahalesinin yolunu ve yöntemini belirlemeye yönelik olan “seçimlerde ne yapmalı?” sorusu, sadece “varsayımsal” bir soru durumundadır. Diğer ifadeyle, ortada bir devrimci mücadele
varmışçasına “seçimlerde ne yapmalı?” sorusunu sorup yanıtlamaktan ibarettir.
Benzer durum “seçimlerde hangi adaya oy vermeli?” ya da “seçimlerde hangi aday desteklenmeli?” soruları için de geçerlidir. “Kitle potansiyeli”nin seçmen kitlesinin binde biri kadar olan “sol”un bu ve benzeri sorulara vereceği yanıtlar da ciddiye alınabilecek şeyler değildir.
Yine de aynı soru sorulmaya devam edecektir: Kimi destekleyelim? Kime oy verelim?
Bu bitip tükenmez soru silsilesinin arka planında “kitle”ye karşı “ne söyleneceği” beklentisi yatmaktadır. Sonal olarak kendisini solda tanımlayan bir birey için “kime oy vereyim?” sorusu çok fazla önem taşımaz. Çokluk seçime katılmayacak, oy vermeyecektir. Çünkü seçimlerin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini, düzenin şu partisi ya da kişisi ile bir başka partisi ya da kişisi arasında bir tercihten başka bir şey olmadığını bilir. Bu yönüyle kendisini solda tanımlayan birisi için “boykot” seçeneği tam yerine oturur.
Ama aynı kişi, az ya da çok belli bir çevreye sahiptir ve insanlarla temas halindedir. Doğal olarak çevresindeki insanlar, temas ettiği kişiler seçimlere ilişkin düşüncelerini öğrenmek isteyecektir. Bugüne kadar tüm seçimlerde olduğu gibi, bizim kendisini solda tanımlayan insanımız seçimlerin niteliği hakkındaki düşüncelerini enine boyuna anlatmak zorunda kalacağı bir durumla karşı karşıya kalır. Seçimlerin ne kadar bir “aldatmaca” olduğunu söylerse söylesin, bunları ne kadar tarihsel olgularla ortaya koymaya çalışırsa çalışsın, her durumda aynı somut soruyla yüz yüze gelir: İyi de hangisine oy vereyim?
“Aklın yolu”nu izleyen bir küçük-burjuva solcu aydını, belli bir mantıksallık içinde adayların niteliğini, seçimi kazanma durumunda neler olabileceğini ortaya koyarak, bunlar içinde “en mantıklı, en yararlı” adaya oy verilmesi yönünde bir tutum belirler. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de farklı bir tutum ortaya koymayacaktır. Ama cumhurbaşkanlığı seçiminin iki turlu olmasından yola çıkan aynı aydın kişi, büyük bir ermiş ve bilge gibi davranarak, ilk turda “gönlünün adayı”na oy vermesini isteyecek ve söyleyecektir.
Bu durumdaki küçük-burjuva solcu aydının tercihi (“üçün biri”), “sosyalist aday” olarak lanse edilen Selahattin Demirtaş olarak ortaya çıkar. Ama Selahattin Demirtaş’ın Kürt ulusal hareketinin “önderliği”nin “taktikleri”ne uygun olarak aday yapıldığını unutmayan solcu aydın ise, tercihini “boykot”tan yana yapacaktır.
Bir başka aydın kesimi ise (ki çoğunluğu oluştururlar), “aklın yolu”nu izleyerek, asıl önemli olanın Recep Tayyip Erdoğan “diktatörlüğü”nden “kurtulmak” olduğunu, “mızrağın ucunu” bu yönde bükmek gerektiğini söyleyerek, ilk turda önemli olanın Recep Tayyip Erdoğan’ın %50’yi bularak seçilmesini engellemek olduğunu dile getirecektir. Bunlara göre, hangi adaya oy vermek değil, hangi adaya oy
vermemek önemlidir. Bunun “mantıksal” sonucu ise, ilk turda Recep Tayyip Erdoğan dışındaki iki adaya da oy verilebileceğidir. Elbette tek koşulla: Seçimlere katılmak! Kılıçdaroğlu’nun sözüyle, “tıpış tıpış” sandığa gidip oy kullanmak koşuluyla!
Ya seçimler ikinci tura kalırsa?
İşte bu noktada aynı “mantıksallık” içinde Recep Tayyip Erdoğan dışındaki adaya oy verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılır. Bu da, büyük olasılıkla CHP-MHP adayı olarak ortaya çıkan Ekmeleddin İhsanoğlu olacaktır.
Ya Selahattin Demirtaş?
S. Demirtaş’ın ikinci tura kalabilme olasılığı hiç yoktur. Bu, daha resmi adaylığı öncesinde hemen herkesin bildiği bir gerçektir. Demirtaş’ın bilinen BDP/HDP oylarının ötesinde alacağı her fazla oyun “İmralı süreci”nde bir pazarlık kozu olarak kullanılacağını da herkes bilmektedir.
Böylece cumhurbaşkanlığı seçimi “iki islamcı aday” arasında yapılacak bir “tercih” olarak solcu aydının önünde durmaktadır.
Toplumsal ve siyasal olaylar karşısında devrimciler kadar aydınlar da “bana ne” diyemez, sırtını dönerek bunlar yokmuşçasına hareket edemez. Bu nedenle hangi adayın seçilmesi durumunda hangi sonuçların ortaya çıkabileceğini saptamak zorundadır. Adına “taktik” denilen şey, zaten niteliklere göre değil, niceliklere göre yapılan bir planlamadır. Dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın ya da Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçilmesi durumlarına göre ülkedeki siyasal olayların nasıl gelişeceğini ya da yön değiştireceğini saptamak, genel olarak “taktik” alanına girer.
Ancak “taktik”, geniş anlamda devrimci taktik, sadece olayları ve olguları saptamakla yetinemez. Herşeyden önce içinde yaşanılan dönemin tahlilini yapmak durumundadır. Mevcut durum tahlili adını verdiğimiz bu tahlil, belli bir zaman diliminde toplumdaki sınıf ilişki ve çelişkilerini, sisteme bağlı olarak değişimini inceler, gelişen olguları saptar, bu olgular arasındaki ilişkiyi kurar ve genel gelişim çizgisini belirler.
Marksizm-Leninizm, gelişen olayları etkileyen çelişmeleri yakalayan ve genel gelişme dinamiğine bağlı olarak ön plana çıkaran unsuru, çözücü eylemi öne çıkaran bir eylem kılavuzudur. Buna uygun düşen ve içinde bulunulan durumu sergileyen tahliller, her şeyden önce, içinde bulunulan durumun tarihi köklerini “içinde bulunulan an”ın pratiği ile olan bağlarını açığa çıkaracak biçimde olmalıdır. Durum tahlilleri, toplumdaki sınıflararası ilişki ve çelişkileri, genele (sisteme) bağlı bir biçimde değişimini (içinde bulunulan pratiği de kapsayacak biçimde) kısa bir tarihi dilimde inceler. “Ne var ki, sadece olguları yakalayıp aralarındaki ilişkileri tespit etmek yetmez. Bu kadarı ile yetinmek yüzeyseldir ve anti-marksistir. Esas olan, olaylar içinde gelişen unsurların (olguların) iç çelişkilerini yakalamak ve bu çelişkilerin ortaya çıkardığı o döneme ilişkin öne çıkan çelişmeyi ve hareketin yönünü tayin etmektir. Pratiğe yönelmeyen ve salt dışsal gözlemciliği taşıyan durum tahlilleri, gözlemciliğin (amprizmin) pasifizmini taşır ve devrimci hareketi yönlendiremez. Durum tahlilleri özünde sınıfsal tahlillerdir ve toplumu kavrayışın ürünleridir.”
Kısacası, mevcut durum tahlili devrimci taktiklerin temelidir ve devrimci bir taktiğe dönüşmeyen durum tahlilleri boş bir gevezelikten öteye geçmez.
Devrimci taktik ise, devrimci stratejinin çizdiği çerçeve içinde
siyasal olaylara müdahale etmenin aracıdır. Ortada siyasal olaylara müdahale edecek yeterli bir devrimci güç söz konusu değilken, hatta böyle bir müdahale olasılığı bile mevcut değilken, “taktikler” ilan etmek gülünç ve saçmadır. Bu koşullarda devrimci taktikler üzerine tartışmak, olmayana ergi metodu gibi, olmayan bir durumu varmış gibi kabul ederek soyut akıl yürütmelerde bulunmakla özdeştir.
Elbette bu akıl yürütmelerin hiçbir değeri olmadığını söylemek istemiyoruz. Bunlar, bugün için olmasa da gelecekteki durumlarda doğru durum tahlilleri yapılması ve doğru devrimci taktiklerin üretilmesi açısından eğitici ve öğretici özelliklere sahiptir. Ancak bunların, içinde yaşanılan somut koşullarda uygulanabilir taktikler olarak “algı”lanması, öyleymiş gibi davranılması, kişilerin kendisini aldatmasından başka bir şey değildir.
Eğer devlet, egemen sınıfların baskı aygıtı ise, cumhurbaşkanı, ister aktif, ister pasif durumda olsun, her durumda devletin, yani baskı aygıtının başıdır. Devlet, kendisine tam olarak “tabi” olan, kendi koyduğu kurallara uyan, kendisine “biat” eden “yurttaşlarına” karşı zor gücünü kullanmaz. Devletin baskı gücü, her durumda, her koşulda, her çağda ve her ülkede kendisine karşı olan, kendisinin hizmetinde olduğu egemen sınıflara muhalefet eden, onları devirmeye yönelen her kişiye ve harekete karşı kullanılır. Bu durum, devlet kurumlarındaki görevlilerin kişisel niyetlerinin ötesindedir.
Bugün seçilecek cumhurbaşkanı, işte devletin, baskı aygıtının resmi/legal başı olacaktır. Kim seçilirse seçilsin, devletin baskı aygıtı olma özelliği değişmeyecektir. Değişebilecek tek şey, seçilen kişinin temsil ettiği sınıfların ya da sınıf ittifakının niteliğine bağlı olarak baskı gücünün
göreli kullanımıdır.
Recep Tayyip Erdoğan, her durumda ve her fırsatta cumhurbaşkanı seçildiğinde ne yapacağını, yasaları nasıl değiştireceğini, yasaları değiştiremese bile yasalar üstünde nasıl hareket edeceğini açık biçimde ifade etmektedir. Bu yönüyle Recep Tayyip Erdoğan, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, “hukuk devleti”nden daha çok “keyfiyet”le ülkeyi yöneteceğini ilan etmiştir.
Buna karşılık Ekmeleddin İhsanoğlu, kendisini aday gösteren partilerin “ortak paydası” doğrultusunda hareket edeceğini, “hukuk devleti”ne saygılı olacağını vb. ifade etmektedir.
Bu ikisi arasındaki fark sadece nicelikseldir. Recep Tayyip Erdoğan neye, kime ve hangi kesimlere karşı olduğunu açıkça dile getirirken, Ekmeleddin İhsanoğlu bunlarla “dostane” ilişkiler kurmaktan söz etmektedir.
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçilmesi, göreceli olarak, yani AKP dönemine göre daha demokratik bir ortamın oluşmasına ve hukuk devleti ilkesinin belli ölçülerde işler hale gelmesine yol açabilecektir.
Göreceli bir demokratik ortamda (emperyalizme bağımlı bir ülke ne kadar “demokratik” olabilirse o kadar) basın özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğünden, toplantı ve yürüyüş yapma özgürlüğünden yararlanmak o kadar fazla olacaktır.
İşte böylesi bir göreceli durum, devrimci mücadele açısından yeni legal olanaklar ortaya çıkartarak, kitlelerle temas etmeyi göreceli olarak kolaylaştırarak bir “soluklanma” olanağı sağlayacaktır.
Ama hepsi bu!
Bunun bir adım ötesi, devletin baskı gücünün bir kez daha toplumsal muhalefet hareketi üzerinde yoğunlaşmasıdır.
Böylesi bir göreceli demokratik ortam ne kadar kısa süreli olursa olsun, bu ortamda legal mücadele olanakları daha fazla olacaktır. Bu ortamda, güçlerini pekiştiren, saflarına yeni unsurları katan, kitlelerle olan temasını geliştiren devrimci bir hareket daha sonraki baskı koşullarına daha hazırlıklı olarak girecektir.
Bu, bir devrimci taktik sorunudur.
Yukarda belirttiğimiz gibi, böylesine bir taktiğin uygulanabilmesi için, herşeyden önce bir devrimci gücün mevcut olması ve böyle bir taktik uygulama yeteneğine sahip olması gerekir. Böyle bir güç ve yetenek yokken, böylesi bir gelişme karşısında ne yapılabilir diye akıl yürütmek, gerçeklerden kaçmakla özdeştir.
Bugün devrimci mücadele, devrimci silahlı mücadele, çözücü, değiştirici ve devrimi gerçekleştirecek tek etmendir. Ama gerçeklikte ise, devrimci mücadele aklın sınırlarını zorlayacak kadar gerilemiş durumdadır. Devrimci örgütler, tarihlerinin en zayıf ve en güçsüz noktasında bulunmaktadırlar. Legalizm her yana dal budak sarmış ve yeni kuşakları hegemonyası altına alarak devrimi düşünemeyecek hale getirmiştir.
Böyle bir somutlukta devrimci mücadelenin taktiklerinden söz etmek, bu gerçekleri görmezlikten gelmekle özdeştir.
Bugün yapılması gereken, ülkede gelişen siyasa olaylara yön verebilecek, siyasal gelişmeleri yönlendirebilecek bir devrimci örgütün geliştirilmesi ve güçlendirilmesidir. Güçlü bir devrimci örgütün varlığı koşullarında, adına devrimci demeye değer taktiklerden söz edilebilir. Bugün böyle bir güç yoktur. Legalist “sol”un tüm yaptığı da böyle bir gücün ortaya çıkmasını engellemekten ibarettir.
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçilmesi devrimci mücadelenin içinde bulunduğu bu durumun ortadan kaldırılabilmesi için uygun koşullar
yaratmayacaktır. Ama 12 yıldır AKP’nin seçim “zaferleri”yle demoralize olmuş, mücadele etme arzusunu yitirmiş, karamsarlaşmış ve siyasal mücadeleden uzak duran halk kitlelerinde belli bir hareketlenmeyi sağlayacaktır. Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucu, tüm diğer seçimlerde olduğu gibi,
sadece bu yönüyle önem taşımaktadır.
Şu unutulmamalıdır ki, halk savaşı, maddi ve teknik olarak güçlü düşmana karşı moral ve politik üstünlüğün sağlandığı koşullarda verilir.
Dipnotlar
[1]
30 Mart Yerel Seçimleri’nin YSK tarafından açıklanan kesin sonuçları şöyledir:
|
Aldığı oy
|
Oy Oranı (%)
|
AKP
|
17.802.976
|
42,87
|
CHP
|
10.938.262
|
26,34
|
MHP
|
7.399.119
|
17,82
|
CHP+MHP
|
18.337.381
|
44,16
|