Kendisini "solcu", "marksist", "komünist" ya da devrimci olarak tanımlayan herkesin çok iyi bildiği gibi, devlet, bürokrasi ve militarizmiyle bir bütün olarak egemen sınıfların baskı aygıtıdır. Bürokrasi, yani devlet/kamu yönetimi doğrudan devletin yürütme gücünün asli unsurudur. Militarizm ise, ordusuyla, donanmasıyla, emniyet güçleriyle, özel silahlı adamlar aracılığıyla baskının icra edildiği kamu gücüdür. Bu nedenle bürokrasi (devletin sivil memurları) ile militarizm (devletin askeri-silahlı memurları) devlet gücünü oluştururken, aynı zamanda devletin yürütme gücünün temel unsurlarıdır.
Parlamenter cumhuriyetlerde bu devlet aygıtında bir de parlamento yer alır. "Güçler ayrımı doktrini"ne göre, bu parlamento, devletin yasama organı olarak baskının meşrulaştırıldığı kurumlardır. Baskı, yasama organı aracılığıyla "yasal" nitelik kazanır.
Devlet aygıtının üçüncü gücü ise, yasama organı tarafından meşrulaştırılmış ve belirlenmiş baskının somut ve maddi olaylar düzeyinde uygulanmasını sağlayan yargı gücüdür.
"Güçler ayrımı doktrini"ne göre, üç organ, yani yürütme, yasama ve yargı erkleri, bir arada ve yan yana faaliyet gösteren devlet gücünün bizatihi kendisidir. Devlet gücü, bu üç erk arasında belli kurallar ve ilişkiler içinde dağıtılmıştır.
Monarşilerde ya da krallıklarda (ki buna "tek adam iktidarları" olarak diktatörlükler de eklenmelidir), yürütme, yasama ve yargı gücü doğrudan monarka ya da krala aittir. Kral, "tanrıdan" ("büyük yasa koyucu") aldığı bir güçle ülkeyi yönetir. Bu yönetiminde, yani yürütme gücünü doğrudan kullanırken, aynı zamanda yasa koyucu ve baş yargıçtır.
Parlamenter cumhuriyette, yürütme gücü hükümet tarafından kullanılırken, yargı gücü doğrudan "bağımsız mahkemeler" adı verilen "yargıçlar bürokrasisi" tarafından yerine getirilir. Yüzyılların sınıf mücadeleleri sonucunda, yürütme ile yasama, yasama ile yargı ve yargı ile yürütme arasındaki ilişkiler "güçler ayrımı doktrini"nde ifadesini bulan bir "denge" oluşturmuştur. Bu "denge", somut tarihsel koşullara, özellikle sınıf çelişkilerinin ve mücadelesinin gelişimine ve boyutuna göre değişir. Her durumda "icra", yani yürütme ya da hükümet, devlet aygıtının en etkin ve belirleyici unsurudur.
Atanmış ya da seçilmiş hükümetler, mutlak olarak yürütme gücünü kullanırken, bunu doğrudan sivil ve askeri bürokrasi aracılığıyla gerçekleştirirler. Bu nedenle, yürütme gücünü kullanan her hükümet, "iktidar" olmanın ötesinde "muktedir" olabilmek için sivil ve askeri bürokrasi üzerinde mutlak bir otoriteye sahip olmak yönünde hareket eder. Bunun yolu da, doğrudan hükümete bağlı, daha tam ifadeyle, hükümetle özdeşleşmiş ve hükümetin her türlü icraatını kendi icraatı olarak kabul etmiş bir bürokratlar grubuna sahip olmaktan geçer. Her hükümet, kendisine bağlı ("biat" etmiş) kamu görevlilerini en etkin ve en yetkin konumlara atayarak, kendi icraatını pekiştirir.
Bu ise, en açık ifadesiyle, yürütme gücünü kullanan hükümetin kendisine bağlı bir bürokratlar kadrosuna gereksinme duyması demektir.
Kapitalizmin emperyalizme dönüşmesiyle birlikte, eski dönemlerin "güçler ayrımı"na dayanan burjuva devlet yapısı, giderek yürütmenin yasama ve yargı üzerinde egemenliğinin pekiştirildiği, yürütmenin her türlü denetim mekanizmalarından arındırıldığı ve yürütme gücünü başka hiçbir güçle paylaşmadığı bir yürütme imparatorluğuna dönüşmeye başlamıştır. Bu da, giderek yürütme gücünü tümüyle hükümetin elinde bulundurduğu bir oligarşik yapıya dönüştürmüştür. Bu dönüşümün en uç noktası ise, hükümeti oluşturan oligarkların tek bir kişinin egemenliğine "biat" etmeleri ve böylece hükümetin başının (devlet başkanı ya da başbakan) her türlü icraatın tek belirleyicisi haline gelmesidir (tek adam diktatörlüğü).
Parlamenter cumhuriyetlerde, hükümet ya da hükümetin başı, anayasal olarak yasama organı tarafından belirlenmiş yetkileri kullanır ve icraatları aynı yasama organı tarafından denetlenebilir olmakla birlikte, bu yasal süreçler, yürütmenin hızlı karar alma ve icraa etme olanağını da sınırlar. Bu da, "globalleşen dünya" koşullarında, tüm parasal ilişkilerin "ışık hızında" yürütüldüğü bir ortamda hantal, icraatı geciktirici, zaman kaybına yol açan vb. bir "bürokratik mekanizma" olarak kabul edilir. Bu yüzden hükümet (yürütme gücü) bu "bürokratik mekanizma"yı bertaraf etme yönünde hareket eder.
Bu hareketinin ilk hedefi, doğrudan yasama organıdır. Yürütme gücü, yasama gücünün elindeki yetkileri az ya da çok hızla kendi üstüne alır. "Kanun hükmünde kararname" vb. araçlarla yürütme (hükümet), çoğu durumda yasama gücünü de kullanmaya başlar. Sonuçta, yasama gücü, kendi yetkilerini kendi iradesiyle yürütme gücüne devrederek ortadan çekilir. Parlamenter cumhuriyette, hükümetin parlamentoda mutlak çoğunluğa sahip olması bu devir işlemlerini kolaylaştırır. Bu andan itibaren, "güçler ayrımı"na dayanan yürütme ile yasama arasındaki güç dağılımı ortadan kalkar, yasama gücüne sahip bir yürütme egemen olur.
Artık "güçler ayrımı"ndan geriye kalan, yasama gücüne sahip yürütme ile yargı gücüdür. "Hukukun üstünlüğü", "yargının bağımsızlığı" vb. ideolojik-hukuksal söylemlerle yürütme gücünün üstünde ve ondan bağımsız bir güç olarak tanımlanmış ve konumlandırılmış yargı gücü, yasama yetkisini üstlenmiş (ya da yasama organını etkisizleştirmiş) yürütme gücüyle uyumlu hareket ettiği sürece, yargı ile yürütme arasında bir çatışkı ortaya çıkmaz. Burada yargının yürütme ile "uyum"u, hükümetin icraatlarına engel oluşturmaması ve hükümetin icraatlarına engel oluşturan unsurları bertaraf etmesi koşuluna bağlıdır. Bunu yaptığı sürece, yargı gücü ile yürütme gücü arasında çatışma değil, uyum söz konusu olur.
Ancak tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Dolayısıyla tüm tarihsel süreçler, değişik sınıfların kendi konumlarını güçlendirmeye çalıştıkları ve iktidar olmaya yöneldikleri sınıf çatışmalarına sahne olur. Kapitalist toplumda, iki temel sınıf, proletarya ve burjuvazi, ezilenler ile ezenler, sömürülenler ile sömürenler arasındaki sınıf mücadelesi belirleyici nitelikte de olsa, diğer sınıf ve tabakların kendi "öz" çıkarları için yürüttükleri sınıf mücadeleleri de tarih sahnesinde yer alır.
Bizim gibi burjuva demokratik devrimini tamamlamamış, dolayısıyla feodal toplumdan kalma ilişki ve çelişkilerin varlığını belli ölçüde sürdürdüğü toplumlarda, diğer sınıf ve tabakaların hareketi ve karşılıklı çatışkısı siyasal mücadelelerin önemli bir bölümünü oluşturur.
Her şeyden önce böylesi toplumlarda, egemen olan, egemen sınıf, tek ve homojen bir bütün oluşturmaz. Bu toplumlarda egemen sınıftan daha çok, sınıflar ittifakı söz konusudur. İktidar, yani yürütme gücü, bu sınıflar ittifakındaki güçler dengesine göre değişik sınıf ve tabakalar arasında paylaşılır. Egemen sınıflar ittifakında yer alan değişik sınıf ve tabakaların güçlerinde meydana gelen değişim, er ya da geç, yürütme gücü içindeki güç paylaşımının yeniden yapılmasına yol açar. Yeniden güç paylaşımı, kaçınılmaz olarak yeni siyasal çatışmalara ve mücadelelere neden olur. Bu durumda, egemen sınıflar ittifakı içindeki çatışkı, her bir kesimin kendi dışındaki sınıf ve tabakalarla yeni ve geçici ittifaklar oluşturmasının önünü açar.
Burjuva demokratik devriminin tamamlanmadığı, dolayısıyla geri-bıraktırılmış bir ülkede, egemen sınıflar: a) İşbirlikçi-tekelci burjuvazi (sanayi ve ticaret burjuvazisi olarak); b) Büyük toprak sahipleri; c) büyük feodal-tüccar kesimlerinden oluşur. Ülke geri-bıraktırılmış ve dışa bağımlı bir ülke olduğundan, işbirlikçi-tekelci burjuvazi de tek bir emperyalist ülkeye bağımlı bir burjuvazi değildir. Dolayısıyla değişik emperyalist ülkelerle işbirliği yapan değişik kesimler egemen sınıflar ittifakında yer alırlar. Böylece dış çelişkiler (emperyalistler arası çelişkiler), ülke içindeki egemen sınıflar ittifakında etkin bir unsur olarak yer alır.
Genel olarak egemen sınıf ittifakını oluşturan üç temel kesim, süreç içinde kendi gücünü artırma ve pekiştirme yönünde hareket eder. Her biri, bu iktidar mücadelesinde, kendi güçleri yanında diğer toplumsal sınıf ve tabakalardan müttefikler sağlayarak etkin olmaya çalışırlar. Özellikle "temsili demokrasi" oyunun oynandığı, "sandık"ın kutsandığı, parlamentoda çoğunluğa sahip olmanın başlı başına iktidar olma anlamına geldiği ülkelerde, "diğer" toplumsal sınıf ve tabakaların niceliksel gücü, bu ittifak arayışlarında belirleyici yere sahiptir.
Bizim gibi ülkelerde niceliksel ve niteliksel olarak etkin ve büyük bir güç olan kesimler kent ve kır küçük-burjuvazisi ve aydın kesimdir. Bu nedenle, egemen sınıflar ittifakındaki çatışmalarda ("iktidar mücadelesi" ya da "güç mücadelesi") bu kesimlerin yedeklenmesi yaşamsal öneme sahiptir. Bu süreçte, küçük-burjuva aydınları (son günlerin moda sözcüğü ile "kullanışlı aptallar"), kent ve kır küçük-burjuvazisinin yedeklenmesinde en etkin güç konumundadırlar. Feodal-tüccar kesiminin "has" partisi olarak AKP'nin "kullanışlı aptallar"la, yani neo-liberallerle ittifakı bu amaçla gerçekleşmiştir.
Küçük-burjuva aydınlarının ikinci özelliği, eğitim görmüş kesim olarak, aynı zamanda devlet bürokrasisinde görev yapabilecek niteliklere sahip olmalarıdır. Bu yönüyle de, neo-liberaller ve onların ideolojik yönetimi altındaki eğitim görmüş kesimler, feodal-tüccar kesiminin bürokratik kadrolarını oluşturmuşlardır. Küçük-burjuvazinin sağ ve orta kesimlerinin feodal-tüccar kesiminin saflarında yer alması son on yılın en tipik olgusu olmuştur. AKP, bu yolla, "eski" ("ulusalcı", "kemalist" bürokratların oluşturduğu) bürokratik mekanizmayı tasfiye etme sürecinde onların yerlerine geçecek kadroları sağlayabilmiştir.
Bu yönüyle AKP'nin temsil ettiği feodal-tüccar kesiminin küçük-burjuva aydınları yedeklemesi "klasik" bir durumdur. Ancak burada gözden kaçan nokta, AKP "zihniyeti"nin, yani "dinci" kesimlerin aynı süreçte kendi kadrolarını üretmeye başlamış olmasıdır.
Kökleri Kuran kurslarına, imam-hatiplere dayanan "dindar kadrolar" üretimi, özellikle 12 Eylül sonrasında sistem içi ve yasal bir konuma ulaşmıştır. Burada en etkin kurum Fethullah Gülen'in ("cemaat"in) okulları, yurtları ve dershaneleri olurken, imam-hatipler geleneksel olarak şeriatçı kesimlerin kadro kaynağı olmayı sürdürmüştür.
Bu kadrolar, bir dönem "müslüman" burjuvaların kendi işyerleri için gereksinme duydukları eğitilmiş personeli oluşturmuşlardır. AKP'nin iktidar olmasıyla birlikte, bu "dindar kadrolar", giderek devlet bürokrasisi içinde yer almaya başlamışlardır. Bugün "cemaat devlete sızdı" vb. propagandalar, gerçekte "cemaat"in ve imam-hatiplerin ürettiği "dindar kadrolar"ın devlet bürokrasisi içinde yer almalarından başka bir şey değildir.
Bu "dindar kadro" üretiminde, "cemaat" okulları ile imam-hatipler "eşgüdümlü" hareket etmiş olsalar da, "cemaat" okulları ile imam-hatipliler arasında önemli bir farklılaşma ortaya çıkmıştır. İmam-hatip mezunları, çokluk "meslek eğitimi" üzerinden "ara eleman" olarak "dindar kadrolar"ı oluştururken, "cemaat" okullarından mezun olanlar, yüksek öğrenim görmüş "dindar kadrolar" haline gelmişlerdir.
İşte imam-hatipliler ile "cemaat" okullarının mezunları arasındaki bu farklılık, "dindar kadrolar"ın devlet içindeki görevlendirilişinde ve konumlarında ayrışma olarak ortaya çıkmıştır.
"Cemaat"in "dindar kadroları", yüksek öğrenim görmüş olduklarından devletin (yürütmenin) kilit noktalarında görev yapmaya başlarlarken, önemli bir bölümü yargı organı içinde yer almışlardır. (Unutulmamalıdır ki, bugün Recep Tayyip Erdoğan'ın "övünerek" söylediği 160'a yakın sözde üniversitenin neredeyse tamamında "hukuk fakülteleri" ilk bölüm olarak açılmıştır.) AKP sözcülerinin "yargıyı cemaate verdik" sözlerinin gerçekliği budur.
Özcesi, "cemaat"in okullarında üretilen "dindar kadrolar", AKP'nin (dolayısıyla feodal-tüccar kesiminin) devlet iktidarını yönetebilmek için gereksinme duyduğu bürokratik kadroları oluşturmuştur. İmam-hatiplilerin "ara eleman" olmaktan öte bir niteliklerinin olmaması, kaçınılmaz olarak "cemaat"in "dindar kadroları"nın boşluğu doldurmasını sağlamıştır.
Recep Tayyip Erdoğan'ın imam-hatip liselerinin "önünü" açmasının, imam-hatiplilerin üniversiteye giriş koşullarını kolaylaştırmasının temel nedeni, başlangıçta bağımlı oldukları "cemaat" kadrolarından kurtulma çabasının ürünüdür. Bu yönüyle, Tayyipçiler ile Gülenciler arasındaki çatışmanın ya da "savaş"ın bu noktada başladığını söylemek pek yanlış olmayacaktır.
"Cemaat"in "dindar kadroları"nın yargı organlarındaki gücü ve etkisi, aynı zamanda yasama gücünü denetime almış yürütme karşısında nispi ve kısmi bağımsızlığını koruyan yargı gücünü bir iktidar ortaklığının aracı olarak kullanmasına hizmet etmiştir.
Bu iktidar ortaklığı, zorunlu olduğu kadar gerekliliktir de. Recep Tayyip Erdoğan'ın (dolayısıyla AKP) kendi iktidar gücünü pekiştirmek ve yaygınlaştırmak için, "eski rejim"in (Ancient regime) kadrolarını tasfiye etmeye ve onların yerini dolduracak "dindar kadrolara" ihtiyacı vardır. İmam-hatip kökenli "dindar kadrolar"ın niteliksizliği karşısında "cemaat"in yüksek öğrenim görmüş "dindar kadroları" kaçınılmaz olarak başat rol almalarını getirmiştir.
Böylece AKP'nin iktidar yılları içinde yasama ve yürütme gücü tek elde (Recep Tayyip Erdoğan) toplanırken, yargı gücü "cemaat"in kadrolaştığı ve denetime aldığı iktidar organı olmuştur. Bu iki güç, birbiriyle uyumlu ve birbiri yanında ("paralel") iki iktidar gücü olarak "eski rejim"in tasfiyesinde birlikte çalışmışlardır.
Bu "uyum" sürecinde, Recep Tayyip Erdoğan, imam-hatip kökenli yeni "dindar kadrolar" üretimini artırmak ve hızlandırmak yönünde girişimlerde bulunmuşsa da, "cemaat"in gücünü ve kadro üretim kapasitesini ortadan kaldırmadan bunu başaramayacağını görmüştür. "Dershaneler olayı", doğrudan "cemaat"in "dindar kadro" üretme gücünü ve kapasitesini ortadan kaldırmaya yönelik en önemli girişim olmuştur.
Devlet aygıtı içinde bu gelişmeler olurken, AKP'nin "kullanışlı aptallar"la, yani neo-liberal kesimlerle olan "ittifakı", "medya"nın denetime alınması ölçüsünde bozulmuş ve yıkılmıştır. Bu ana kadar, küçük-burjuvazinin sağ ve orta kesimlerinin AKP'ye yedeklenmesinde önemli bir rol oynamış olan bu neo-liberaller devreden çıkarılmış ve yerlerine denetime alınmış olan "medya" konulmaya çalışılmıştır. Bu girişim de, beklenilen sonucu vermemiş, neo-liberallerin yerine devşirilen "medyatik" unsurların "cemaatçi" unsurlar oldukları bir süre sonra ortaya çıkmıştır.
17 Aralığa gelindiğinde Recep Tayyip Erdoğan iktidarının genel görünümü şöyledir:
"Eski rejim"in "ulusalcı/kemalist" olarak adlandırılan bürokratik kadroları önemli ölçüde tasfiye edilmiş ve kalanları etkisizleştirilmiştir. Tasfiye edilen "eski rejim" kadrolarının yerleri, özellikle üst düzey bürokratlar ile yargı kadroları ağırlıklı olarak "cemaat"in "dindar kadroları" tarafından doldurulmuştur. İmam-hatip kökenli "dindar kadrolar"ın nitelikleri eski "vasat" düzeylerinin üstüne çıkartılamamış, ancak bürokrasi içinde görevlendirilmek zorunda kalınmıştır. Niteliksiz ve çapsız imam-hatip kökenli "dindar kadrolar" her ne kadar Recep Tayyip Erdoğan'a kayıtsız-şartsız "biat" ediyor olsalar da, yetersizlikleri yaşamın her alanında ortaya çıkmıştır. Recep Tayyip Erdoğan, bir yandan kendi kişisel iktidarını pekiştirmek için "cemaatçi" "dindar kadroları" tasfiye etmeye yönelirken, diğer yandan imam-hatip kökenlilerin niteliksiz ve çapsızlıklarının getirmiş olduğu handikapla yüz yüze gelmiştir.
Bu çıkmaz karşısında Recep Tayyip Erdoğan'ın "asabiyet katsayısı" artmış, "cemaat"e yönelik "saldırgan" tutumu şiddetlenmiş ve "cemaatçi"lerin tasfiyesine hız verilmiştir. Ancak "cemaat" tarafından doldurulmuş bürokratik kadroların tasfiyesinde ne kadar "muktedir" olursa olsun, onların yerini dolduracak kadrolar konusunda o kadar "kifayetsiz muhteris"tir.
İşte bu noktada Recep Tayyip Erdoğan ve kişisel "mehteran takımı"nın bulduğu formül, "eski rejim"in tasfiye edilmiş kadrolarının bir bölümünü yeniden göreve getirmek olmuştur. Recep Tayyip Erdoğan'ın ve "kurmayları"nın son günlerdeki "orduya komplo kuruldu" söylemleri, "yeniden yargılamanın önünün açılması" girişimleri, tümüyle tasfiye edilmiş "eski rejim" kadrolarıyla yeni bir "consensus" yaratma çabalarının ürünüdür.
Bu da, Recep Tayyip Erdoğan'ın 4+4+4 formülüyle tüm okulları imam-hatiplere dönüştürerek "dindar gençlik" yaratma planlarının, en azından kısa vadede bir işe yaramadığının açık itirafıdır.
Recep Tayyip Erdoğan'ın dilinden düşürmediği "2023 vizyonu", imam-hatipler üzerinden kendisine mutlak olarak "biat" etmiş yeni "dindar kadrolar" yaratma projesinden başka bir şey değildir. Ama 2023'e on kala, yani varsayılan amaca ulaşmadan "cemaat"e bağlı kadroların tasfiyesine girişmek zorunda kalmıştır. Bu da, ister istemez "eski rejim"le yeni bir "consensus" arayışına girmeyi kaçınılmaz hale getirmiştir.
"Eski rejim"in kadroları denilenler ise, en bilinen haliyle küçük-burjuvazinin radikal ve sol kesimidir. Bunların en temel özelliği, anti-emperyalistlik ve "laiklik"tir. "Cemaat"in uluslararası bağlantıları ve destekleri gözönüne alındığında bu küçük-burjuva kesimlerin "anti-emperyalist"likleri "kullanışlı" görüldüğü gibi, "laik" oluşları da "cemaat"in üzerine yüklenilecek "şeriatçılık" karşısında etkili bir araç olarak görülmektedir. Amaç, "2023 vizyonu"na ulaşana kadar küçük-burjuvazinin radikal ve sol kesimlerini kendisine yedeklemek ve bunlar aracılığıyla "cemaat"in devlet içindeki gücünü kırmaktır.
Yine de Recep Tayyip Erdoğan ve onun kişisel "mehteran takımı"nın tek kadro devşirebileceği kesim küçük-burjuvazinin radikal ve sol kesimleri değildir. Aynı zamanda küçük-burjuvazinin sağ kanadının içinde yer alan ve belli ölçülerde feodal-tüccar kesimlerinden uzak duran "milliyetçi kadrolar" vardır. Bu "milliyetçi kadrolar"ın bir bölümü (BBP'liler ağırlıkta olmak üzere) 2010 Anayasa Referandumu sürecinde AKP'ye devşirilmişse de, çoğunluğu, iktidar alternatifi olduğunu düşündükleri MHP'ye daha yakın konumdadırlar. Bu yeni kadro devşirme kaynağının, aynı zamanda küçük-burjuvazinin radikal ve sol kesimini dengeleyeceği varsayılmaktadır.
Böylece Recep Tayyip Erdoğan, "cemaat"e bağlı "dindar kadroları" tasfiye ederken, onların yerlerine "eski rejim"in "solcu" ve "milliyetçi" kadrolarını atamanın kendisine bir üstünlük sağlayacağını hesaplamaktadır.
Ama bu hesaplar karşısında "Gülenciler" ("cemaat") boş durmamaktadırlar. Onlar da, tıpkı Recep Tayyip Erdoğan gibi yeni ittifaklar ve müttefikler peşine düşmüşledir. Recep Tayyip Erdoğan gibi onların da ittifak kurabileceği kesimler bir ve aynıdır, yani küçük-burjuvazinin sağ kanadının "milliyetçi" unsurları ile sol kanadının "solcu" unsurlarıdır. "Cemaat", Recep Tayyip Erdoğan'dan farklı olarak, bu kesimlerden "kadro" temin etmekten daha çok, bu kesimlerin siyasal temsilcileri ile belli bir "consensus" arayışına yönelmiştir. Yani "cemaat"in müttefik arayışı, bireysel değil, kurumsaldır.
17 Aralıkta "cemaat"in gerçekleştirdiği "yolsuzluk operasyonu", Recep Tayyip Erdoğan'ın kendilerine yönelik tasfiye hareketine verilmiş bir yanıttır. 17 Aralıktan günümüze kadar gelişen olaylar dizisinde, yolsuzluk operasyonları, bürokratik tasfiyeler ve yeni müttefik arayışları ön plana geçmiştir.
Bugün Tayyipçiler ile Gülenciler arasındaki "savaş"ı kimin kazanacağı tam olarak bilinememektedir. "Medya"daki genel eğilim, iktidar gücünü ve olanaklarını elinde bulunduran Recep Tayyip Erdoğan'ın bu "savaş"tan "muzaffer" çıkacağı yönündedir. İş dünyasından "medya"ya kadar pek çok kişi bu eğilime uygun olarak kendisini konumlandırmaktadır. Bu da "savaş"ta "güç dengesi"nin Recep Tayyip Erdoğan'dan yana ağır basmasını getirmektedir.
Gerçekte ise, sonucu bilinemese de, bu "savaş"ın ilk büyük "muharebesi" 30 Mart yerel seçimlerinde verilecektir. AKP'nin, doğal olarak Recep Tayyip Erdoğan'ın yerel seçimlerde alacağı olumsuz bir sonuç, tüm ilişkileri ve dengeleri değiştirecektir. Bu, hemen herkesin üzerinde anlaştığı tek ortak noktadır. Recep Tayyip Erdoğan'ın, "%50 çoğunluk" söylemi yerine "birinci parti" söylemini öne çıkarmasının gerçekliği de burada yatmaktadır. Ama seçim sonuçları ne olursa olsun, asıl sorunun, yasama gücünü denetime almış olan yürütmenin "muktedirliğini" sürdürebilmesi için yeterli kadrolara sahip olup olmayacağındadır. Bu nedenle de, seçim sonuçları bu sorunu ortadan kaldıracak özelliklere sahip değildir.