“Kazan” alttan alta kaynıyordu. İlgililer ve bilgililer “kazan”da neyin kaynadığını biliyorlardı. Önce “Milli” Eğitim Bakanı sahneye çıktı. Eğitim sisteminde “reform”dan söz etti ve ardından dershanelerin kapatılacağını söyledi. Ama fazlaca kulak asan olmadı.
Kasım başında Recep Tayyip Erdoğan “kesin” konuştu: Dershaneler kapatılacak, geri adım yok!
Tarihler 14 Kasım’ı gösterdiğinde, Fethullahçıların (namı diğer, “hizmet hareketi” ya da kısaca “cemaat”) “merkez yayın organı”
Zaman gazetesi, “Eğitime Büyük Darbe” başlığıyla dershanelerin kapatılmasına karşı “cemaat”in “kesin” tutumunu ilan etti.
Böylece “dershaneler” çevresinde “yandaş medya” ve “yandaş yazarlar” saflarını belli etmeye başladılar. “Cemaat”in gazeteleri (
Zaman, Bugün ve
Taraf) ile “Tayyipçi” gazeteler (
Yeni Şafak, Star, Sabah gibi “kıdemli yandaşlar” ile
Vatan, Akşam, Milliyet gibi “sonradan olma yandaşlar”) dershaneler üzerinden “manşet savaşları”na giriştiler. Birinin “ak” dediğine, diğeri “kara” diyordu.
Sonuçta,
Taraf gazetesi, 28 Kasım’da “Güleni Bitirme Kararı” başlığıyla 2004 yılındaki MGK kararını yayınladı. Artık dershaneler değil, “Fethullahçılar” ile “Tayyipçiler” arasındaki iktidar savaşı konuşulur ve tartışılır oldu.
“Tayyip” ne yapmak istiyordu? Kendisinin “mutlak” iktidarını sağlamak için, “cemaat”i tasfiye etmeye mi karar vermişti? Yoksa “dershane tartışması”nın arka planında Recep Tayyip Erdoğan’ı “yeme” planları mı vardı?
“Yedirmeyiz/yeriz” türünden “üst düzey” tartışmalar sürüp giderken, her iki kesim tüm “medya” olanaklarını kullanarak kendilerine “taraftar” toplamaya giriştiler.
Bu tartışma/karalama kampanyasının ortasında kalan Bülent Arınç da, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kızılcahamam kampı”ndaki konuşmasını “tevil” yoluna gidince, Recep Tayyip Erdoğan tarafından “ters köşeye” yatırıldı.
“Fethullahçılar” ve “Tayyipçiler” arasında kıran kırana süren “dershane tartışması”nın, giderek iki kesim arasında bir iktidar savaşı haline dönüştüğü açık hale geldi.
“Fethullahçılar”, dershanelerin neden gerekli olduğunu olanca güçleriyle “savunurken”, “Tayyipçiler”, dershanelerin birer “rant” kapısı haline geldiğini, “sınav mağduriyetlerinden çıkar sağlayan kurumlar” olduğunu hararetle savunmaya başladılar.
Bu iki “dinci”, “islamcı” kesim dışında kalan “medya”nın genel tavrı, “Tayyipçiler”e biraz uzak, Fethullahçılara biraz yakın durmak şeklinde biçimlendi. “Sol”un, legalist “sol”un (HDP hariç) tavrı ise, “yiyin birbirinizi” söyleminde ifadesini bulan bir “izleyici” konumunda oldu.
Sonuçta “dershane tartışması”, yalın bir siyasal mücadeleye ve iktidar sahipleri arasında bir hesaplaşmaya dönüştü. Bu arada dershane gerçeği ve bunu yaratan eğitim sistemi, sadece bu iktidar mücadelesine hizmet ettiği sürece söz konusu olabildi.
DERSHANE GERÇEĞİ
Dershane sistemi, dünyanın tüm ülkelerinde olduğu gibi, eğitim sisteminin ortaya çıkardığı boşlukları doldurmak amacıyla, özel kurum ve kuruluşların “okul dışı eğitim desteği” adı altında yürüttüğü faaliyetin sistematik hale getirilmesinden başka bir şey değildir. Ancak bu “okul dışı eğitim desteği”, doğrudan eğitim sisteminin bir parçası olan “
elemeci sınav sistemi”yle birleştiğinde, “
eleme”de daha üst sıralarda yer almak isteyenlere özel
hizmet sunan kurumlara dönüşmüştür.
Türkiye’de “deshaneler”, üniversite girişlerinde uygulanan ve
testlere dayanan merkezi sınav sistemiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Eğitimin doğrudan yazılı sınav sistemiyle yürütüldüğü ilk dönemde, üniversite sınavlarında uygulanan testlerde başarılı olmak için “test teknikleri”nin öğretildiği kurumlar olan dershaneler, giderek tüm sınavların “test sınavı”na dönüşmesiyle birlikte, “
eleme”de üst sıralarda yer almak amacıyla gidilen “ek ders” kurumları haline dönüşmüştür.
Bu dönüşümün temelinde, lise eğitimi gören öğrenci sayısındaki artış ve bölgesel olarak eğitim kalitesindeki farklılık yatmaktadır. Bu sayısal artış ve niteliksel farklılık sonucu, ortaokul ve liselerde uygulanan yeterlilik sınavları (bitirme sınavları) üniversiteye girmek için ilk ve tek “eleme” düzeyi olmaktan çıkmaya başlamıştır.
1958 yılından itibaren bazı üniversite ve fakülteler (ODTÜ, Ankara Tıp Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) kendilerine ait “seçme” sınavları yapmaya başlamışlardır. 1965 yılından itibaren, Ankara ve İstanbul üniversiteleri “merkezi sınav sistemi”ne geçmiştir. 1974 yılından itibaren “merkezi sistem”, ÜSYM (Üniversitelerarası Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi) tarafından yapılmaya başlanmıştır. Buna paralel olarak da lise bitirme sınavları sona erdirilmiştir.
1974’te “merkezi sistem”le birlikte, “test sınavları”nda başarılı olmak isteyenler için paralı dershaneler yaygınlaşmaya başlamıştır.
Ancak dershaneler, “
elemeci sınav sistemi”nin ürünü olarak ortaya çıkmışsa da,
özel ilk ve orta eğitim kurumları da (özel okullar) aynı “
eleme”den kurtulmanın araçları olarak yaygınlaşmıştır. “Milli” eğitimde görev yapan deneyimli öğretmenler, önce özel okullara transfer olmuşlar ve ardından sınav sayı ve türlerinin artmasıyla birlikte “dershane öğretmeni” olarak yüksek ücret alan “özel eğitmenler” haline dönüşmüşlerdir. Böylece dershaneler ile özel okullar ülkenin bir “gerçeği” haline gelmiştir.
Bugün dershane “gerçeği”, uzun yıllar, üniversiteye girme hakkı olan öğrenci sayısı ile üniversitelerin öğrenci kontenjanı arasındaki farklılıktan beslenmiştir. 1980 sonrasında yeni üniversitelerin açılması ve ek kontenjanlar yaratılmasına rağmen, bu farklılık ortadan kalkmamıştır. Ancak 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte liseden mezun olan öğrenci sayısı ile üniversite kontenjanları arasındaki farklılık bir “anarşi ve terör sorunu” olarak görülmüştür. Bunun sonucu olarak da, öncelikle
açık öğrenim kontenjanları alabildiğine artırılmış ve girişler kolaylaştırılmıştır, hatta sınavsız geçiş olanağı sağlanmıştır.
Böylece eğitim sistemi, açık biçimde
siyasallaştırılmış ve siyasal amaçlara göre belirlenmeye başlanmıştır.
1993 yılından itibaren
önlisans programları “ihdas” edilmiştir. İlk yıllarda sanayi ve hizmetler sektörünün “ara eleman” talebini karşılamak amacıyla oluşturulan önlisans programları, giderek açıkta kalan öğrencilerin “bir yere” girmelerini sağlayan ve bu yolla üniversitelerin lisans programlarını kazanamayan öğrencileri “anarşi ve terör”den uzak tutan bir niteliğe dönüşmüştür.
Ardından, neredeyse her kasabada bir üniversite açılması aşamasına gelinmiştir. Ancak lisans programlarının kontenjanları, artan “üniversite öğrenci” sayısına karşın sınırlı kalmıştır. Bu da “
elemeci” sınav sisteminin daha da pekişmesine ve buna bağlı dershanelerin büyümesine yol açmıştır.
2013 yılına gelindiğinde, yaklaşık 180 üniversite 908 bin kontenjana sahiptir. Bu kontenjanların 423 bini
lisans programlarına, 328 bini
önlisans programlarına ve 102 bini
açık öğrenim programlarına aittir.
Her durumda “iyi bir üniversite” eğitimi (yani mezun olduklarında yüksek ücret alabilen ve iş bulabilen) alabilecek olan öğrenci kontenjanı 200 bin civarındadır. Bu da, dershanelerin eğitim sistemindeki yerini güçlendirmiştir. Bu nedenle de, dershaneler, artık yalın bir biçimde üniversite sınavlarında başarılı olmanın “anahtarı” olmak yanında, daha “iyi” bir üniversiteye girmenin “yolu” haline gelmiştir. Dershaneler tümüyle “
yasadışı” ilan edilmediği (yasaklanmadığı) sürece, yerlerini ve işlevlerini sürdüreceklerdir.
Burada en temel sorun, herkesin üniversite eğitimi görme hakkı ile bu hakkı kullanabilecek olan öğrenci sayısının (üniversite kontenjanları) eşitsizliğidir.
Liberallere ve neo-liberallere göre, “asıl sorun”, herkesin “yüksek öğrenim görme hakkı”na sahip olmasıdır. Dolayısıyla liberaller ve neo-liberaller, öncelikle “yüksek öğrenim görme hakkı”nın ortadan kaldırılmasını talep ederler. Bunun yaratacağı toplumsal tepkiler karşısında, “liberal çözüm”, üniversite eğitiminin
paralı hale getirilmesi ve belli gelir düzeyine sahip ailelerin çocuklarının bu “hak”tan yararlanması şeklindedir. (Hemen belirtelim, tüm toplumsal ilişkilerde olduğu gibi, “alt gelir grubu”nun “yetenekli ve zeki” çocukları için “burslar” yoluyla “fırsat eşitliği” sağlanır. Bu kesimin en aydınlık beyinlerinin bu yolla “üsttekiler”in arasına transformasyonu gerçekleştirilir.)
[1*]
Üniversite eğitimi, sosyo-ekonomik sistemin gereksindiği nitelikli personelin üretildiği yerlerdir. Ancak üniversite eğitimi, aynı zamanda “alttakiler”in “üste” çıkmasının, yani sınıf atlamasının da bir aracıdır. Bu nedenle de, “alttakiler”, ne kadar düşük gelirli olurlarsa olsunlar, üniversite eğitimini “aşağı” durumdan çıkmanın yolu olarak gördükleri için, varlarını-yoklarını ortaya koyarak çocuklarını üniversiteye göndermeye çalışırlar.
İşte bu durum, dershane “gerçeği”nin bugünkü siyasal çatışma alanı haline gelmesinin temelidir.
12 Eylül askeri darbesiyle birlikte din derslerinin zorunlu hale getirilmesi (ve Sovyetler Birliği’ne karşı “yeşil kuşak” projesi kapsamında), dinsel “cemaat”lerin gelişmesini ve toplumun her kesimine yayılmasını sağlamıştır. Fethullahçılar, 1980’lerde Anadolu kasabalarında kurdukları “yurtlar” aracılığıyla eğitim sistemine el atmışlardır. Genellikle köylü çocuklarının kasabalarda okurken karşılaştıkları yer ve “kimsesizlik/sahipsizlik” sorunu, bu “cemaat yurtları” aracılığıyla “çözülmüştür”. İlk yıllarda bu “cemaat yurtları”nda orta ve zengin köylü çocukları çoğunluğu oluşturmuştur. Bunun temel nedeni de, 12 Eylül’den sonra “dini cemaatlerin” orta ve zengin köylüler arasında etkin bir güç haline gelmesidir.
Bu “yurtlar”, giderek “
etüt merkezleri”ne dönüşerek, kasabalardaki öğrencileri de kapsamaya başlamıştır. İlk yıllarda “cemaat”in yönetimindeki bu “etüt merkezleri”, aynı zamanda üniversite sınavları için bir “hazırlık dershanesi” işlevini yerine getirmiştir. Giderek bu dershaneler ülkenin her yanına yayılmıştır.
Özel olarak “laik devlet” tarafından desteklenen bu süreçte “cemaat”, kendisi için gerekli “kadroları” yaratmış ve “islami sermaye” için gerekli personelin oluşturulmasını sağlamıştır. Fethullahçıların bugünkü gücünün kaynağı budur.
[2*]
Artan nüfusa paralel olarak orta öğrenim gören öğrenci sayısındaki artış karşısında eğitimin kalitesinde önemli bir düşüş ortaya çıkmıştır. Bu durumda daha “kaliteli” eğitim veren okullar (Anadolu Liseleri) açılmış ve bu okullar için giriş sınavları yapılmaya başlanmıştır. Böylece üniversite sınavlarına hazırlık dershaneleri, aynı zamanda Anadolu Liseleri’ne giriş sınavına hazırlık dershaneleri olarak genişlemiştir.
Sonuçta, dershane “gerçeği”, orta öğrenimden üniversiteye kadar uzanan tüm eğitim alanlarını kapsayan bir yapının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bugün AKP tarafından SBS sınavlarının kaldırılması bu yapıyı fazlaca etkilememiştir.
Burada en temel gerçek, artan öğrenci sayısı ve bu sayıya uygun bir eğitim sisteminin yaratılamamış olmasıdır.
Eğitim sisteminde nasıl değişiklik yapılırsa yapılsın, okul sayısı ne kadar artırılırsa artırılsın, eğitim sistemi ülkenin sosyo-ekonomik yapısıyla uyumlu hale getirilmediği sürece, “elemeci sınav sistemi” varlığını sürdürecektir. Bu da, değişik biçimlerde ve adlarda dershanelerin varlıklarını sürdürmesi demektir.
Örneğin, sanayinin gereksindiği ve sanayide istihdam edilecek olan “teknik üniversite” mezunlarının sayısı, her durumda ülkenin sanayisinin düzeyine bağlıdır. Sanayileşmenin dışa bağımlı olması ve giderek sanayi ürünlerinin ithal edilmesi karşısında “teknik üniversite” kontenjanlarının artırılması, daha fazla işsiz mezunlar ordusunun ortaya çıkmasına yol açar. “Teknik üniversite” mezununun sınırlı ölçekte iş bulabildiği koşullarda ise, üniversitelerin eğitim kalitesi belirleyicidir. Bu durumda da, daha iyi eğitim veren, dolayısıyla iş olanağı sağlayan “teknik üniversite”ye girebilmek için “elemeci sınav”larda daha başarılı olmak gerekir. Geçmiş dönemlerde “ünlü” bazı liselerin mezunlarının üniversite sınavlarında başarılı olması, bu okullara yönelik talebi artırmıştır. Bu okulların kontenjanlarını artırmak, bu düzen içinde eğitimin kalitesini düşürmeden olanaksızdır. Klasik iktisat söylemiyle ifade edersek, arzın sınırlı olduğu koşullarda artan talep karşılanamaz. (Benzer durum hizmetler sektörü için de geçerlidir.)
Her durumda eğitimin yaygınlaşması ve öğrenci sayısındaki artış, eski dönemlerle kıyaslanmayacak yeni sorunlar ortaya çıkarır. İlk dönemlerde, yani eğitimin sınırlı bir gelişim gösterdiği ve öğrenci sayısının çok daha az olduğu dönemlerde, eğitim görmek (ki bazı durumlarda sadece okur-yazar olmak bile) yüksek ücretli iş bulma olanağı sağlar. Ancak eğitimin yaygınlaşması ve öğrenci sayısındaki artış sonucunda “arz” fazlalığı ortaya çıkar ve “fiyatları” aşağıya çeker.
[3*] Bunun sonucunda da, eğitim görmek
tek başına sınıf atlamanın aracı olmaktan çıkar. Sınıf atlamak (ya da “daha iyi yaşam koşulları”) için, “elemeci sistem”in mantığı içinde, üst sıralarda yer almak başlı başına amaç haline gelir. Bu da “okul dışı eğitim desteği”ne (dershanelere) olan talebi büyütür.
Sorun, nitelikli işgücünün üretimi ve bu işgücünün istihdamı sorunudur. Ancak burada ikincil gibi görünen, gerçekte ise sorunun temelinde yatan olgu ise, ortalama gelir düzeyinin üzerinde gelir getiren bir işe girmektir. Böyle olunca, eğitim sistemi ve buna paralel gelişen “elemeci sistem”, eğitim gören öğrencilerin
hangilerinin daha yüksek gelir düzeyine ulaşacağını belirleyen bir
seçmeye dönüşür. Niteliksiz işgücü ile nitelikli işgücü ve kol emeği ile zihni emek arasındaki
gelir eşitsizliği ne kadar büyük olursa, eleme/seçme sorunu da o kadar büyük olur.
Türkiye’nin dışa bağımlılığı ve bu bağımlılığın sonucu olarak sanayinin geri kalmışlığı istihdamın sınırlı kalmasına yol açmıştır. İstihdam ne kadar sınırlı olursa, burada yer kapma çabası o kadar yoğun ve şiddetli olur. Tüm üst düzey ve yüksek ücretli işler sınavlardaki “performansa” bağlı kılındığı ölçüde, sınavlarda başarılı olmak ve üst sıralarda yer alma amacı herşeyin önüne geçer. Böylece üniversite kapılarında büyük bir öğrenci kitlesi birikir.
Bu birikim, bir yandan devlet için “güvenlik sorunu” yaratırken, öte yandan “sandıksal demokrasi”nin gereği olarak büyük bir oy potansiyeline sahiptir. Böylece üniversiteye giriş, orta öğrenimi bitiren genç nüfusun pasifize edilmesinin aracı olduğu kadar, oy avcılığı için de önemli bir unsur haline gelir. Bunun sonucu olarak, üniversiteye giriş alabildiğine kolaylaştırılmıştır. Uzun yıllar
lise birinci sınıf düzeyinde üniversite sınavlarının yapılmasının nedeni de budur.
Bu durumda yüksek gelir getirici bir işe sahip olmak isteyen herkes, üniversite giriş sınavlarında daha üst sıralarda yer alabilmek için “okul dışı eğitim desteği”ne daha büyük oranda yönelmiştir.
Böylece üniversite sınavlarında başarılı olmanın yolu, daha nitelikli olduğu varsayılan dershanelere gitmekten geçer hale gelmiştir. Bir de buna “toplumsal ve ahlaki sorunlar” (ahlaksızlık, yozlaşma, kötü yola düşme, uyuşturucu kullanımı vb.) eklendiğinde, dershaneler sadece “okul dışı eğitim desteği” veren kurumlar olmaktan öteye geçmiştir. Bu da dinsel “cemaat”lerin dershanelerine olan “teveccühü” artırmıştır.
ÇÖZÜM
Dışa bağımlı olsun ya da olmasın tüm kapitalist ülkelerin sorunu, kapitalistler için gerekli nitelikte işgücünün üretimi ve yeniden-üretimidir. Burada en temel konu, işgücü üretiminin
maliyeti sorunudur. Maliyetlerin olabildiğince aşağıya çekilmesi ve hatta tümüyle “toplum”a yüklenmesi kapitalizmin genel eğilimidir. Dershane sistemi, nitelikli işgücünün tüm maliyetinin “toplum” tarafından karşılanmasını sağlayan bir sistemdir. Böylece kapitalistin (“işveren”in) cebinten tek kuruş çıkmaksızın nitelikli işgücünün üretimi sağlanabilmektedir. Gerekli maliyet “toplum” tarafından, yani öğrenci aileleri tarafından karşılandığından, kapitalistin yapacağı tek şey, bu nitelikli işgücü içinden kendine en uygun personeli seçmekten ibarettir.
Toplumsal eşitsizlik (dar anlamda “gelir eşitsizliği”) varlığını sürdürdüğü sürece, eğitim sisteminde yapılacak “değişiklikler” mevcut sorunları ortadan kaldıramaz. Niteliksiz işgücü ile nitelikli işgücü ve kol emeği ile zihni emek arasındaki ücret/gelir uçurumu, eğitime ilişkin beklentileri yükseltir. Daha iyi eğitim, daha nitelikli okul diploması daha yüksek ücret/gelir anlamına geldiği sürece, elemeci sistem ve bunun ayrılmaz parçası olan sınav yarışı alabildiğine keskinleşir.
Bu keskinleşen yarış/rekabet ortamında, herkesin yüksek öğrenim görme hakkı, en açık biçimiyle çarpıtılır, iğdiş edilir. “Yasal” olarak, kağıt üzerinde herkesin böyle bir hakkı vardır. Ancak bu hakkı kullanabilmek için belli bir masrafın (maliyetin) karşılanması gerekir. Yani bu masrafı karşılayabilenler bu hakkı kullanabilirler.
Yine de bu hakkı kullanabilir durumda olmak tek başına yeterli değildir. Üniversiteler arası nitelik farklılıklarının yaratmış olduğu ücret farklılıkları da ikinci bir “yarış”, rekabet ortamı yaratır. Burada kişinin (öğrencinin) yeteneğinin ve isteğinin (“sevdiği iş/meslek”) hiçbir önemi yoktur.
Kişinin kendi yeteneğine ve isteğine uygun bir mesleği yapmasının sağlanabilmesi için, öncelikle meslekler arasındaki ücret farklılıklarının en asgari düzeye
indirilmesi şarttır. Diğer ifadeyle, toplumsal eşitsizliğin, gelir dağılımındaki bozukluğun ortadan kaldırılması gerekir.
Toplumsal eşitsizlik varlığını sürdürdüğü sürece, “daha fazla para kazanma” (ve de “toplumsal statü”) amacı, kişinin yetenek ve isteğinin önüne geçer. Bu koşullarda uygulanacak her eğitim sistemi bir süre sonra aynı sonuçları üretecektir.
Bugün pek çok ülkede, özellikle Batı Avrupa’da “
elemeci eğitim sistemi” yaygın biçimde uygulanmaktadır. Almanya örneğinde görüleceği gibi, “
elemeci sistem”, ilkokulda başlamaktadır. Tüm ilk ve orta öğrenim süreci, değişik biçimlerde öğrencilerin elenmesine yöneliktir. Böylece üniversite düzeyine gelindiğinde, elenmeyenler (“kalburun üzerinde kalanlar”) sınavsız olarak “istedikleri” üniversiteye girer. Bugün dershaneler üzerinden iktidar savaşına giren AKP’nin “eğitim reformu” diye sunduğu şey de böyle bir sistemden “esin”lenmektedir. (Unutulmamalıdır ki, AKP’nin pek çok kadrosu Almanya temelli Milli Görüş kökenlidir.)
Ancak Batı Avrupa’daki, özellikle de Almanya’daki eğitim sistemi, toplumsal “
consensus”a ve toplumsal dengeye dayanır. Toplumsal dengesizliğin egemen olduğu, dengesizliğin devlet gücüyle “denge”lendiği (“suni denge”) toplumlarda bu eğitim sisteminin toplumsal çatışmaya yol açmaksızın etkili olması olanaksızdır.
Tüm yurttaşların insanca yaşayacak düzeyde gelir sağlayan bir işe sahip olma hakkı güvenceye alınmadığı ve meslekler arasında büyük ücret farklılıkları ortadan kaldırılmadığı sürece, “
elemeci eğitim sistemi” ortadan kaldırılamaz. Bu sistem varolduğu sürece de, dershaneler, değişik biçim ve adlarla varlıklarını sürdürecektir. Bu nedenle, yapılması gereken, “eğitim reformu” değil, eğitim sisteminin bir bütün olarak değiştirilmesidir. Bu da toplumsal sistemin topyekün değiştirilmesini öngerektirir.
Dipnotlar
[1*] “... ortaçağda katolik kilisesinin, toplumsal durumuna, doğumuna ve servetine bakmaksızın, kilise hiyerarşisini ülkenin en iyi beyinlerinin oluşturması, dinsel egemenliği kurup sağlamlaştırmasının ve halkı ezmesinin başlıca yollarından birisi olmuştur. Yönetici sınıf, yönetilen sınıfın en önde gelen kafalarını ne kadar fazla bünyesi içersinde eritebilirse, egemenliği o denli sağlam ve o denli tehlikeli hale gelir.” (Marks, Kapital, Cilt: III, s. 532)
[2*] 90’ların ilk yıllarında esnafın (“çarşı esnafı”) fatura vb. işler için bilgisayar kullanımına yöneltilmesiyle birlikte, “cemaat”in yeni kadroları, hemen hemen tüm kasabalarda esnafa yönelik “gönüllü ve ücretsiz bilgisayar hizmetleri” vermeye başlamıştır. Bu da “cemaat”lerin esnaf üzerindeki etkisini artırmıştır. Bu etkinin ilk sonuçları 1994 yerel seçimlerinde alınmaya başlanmıştır.
[3*] “Sözcüğün gerçek anlamında ticari işçi, emeği vasıflı emek olarak sınıflandıran ve ortalama emeğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına girer. Gene de bu ücret, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, ortalama emeğe göre bile bir düşme eğilimi gösterir... Halk eğitiminin yaygınlaşması, kapitalistleri, bu gibi işçileri, eskiden bu işlere giremeyen ve daha düşük bir yaşam düzeyinde bulunan sınıflardan sağlama olanağına kavuşturur. Üstelik bu, arzı artırdığı için rekabeti de artırır. Pek az istisna ile bu kimselerin emek-gücü, bu yüzden, kapitalist üretimdeki gelişmeyle değer kaybına uğrar. Emeğin kapasitesi arttığı halde bu işçilerin ücretleri düşer. Kapitalist, gerçekleştirilecek değer ve kârı arttıkça, bu işçilerin sayılarını çoğaltır. Bu emekteki artış hiç bir zaman artı-değerdeki artışın nedeni değil, daima onun bir sonucudur.” (Marks, Kapital, Cilt: III, s. 264-265.)