“Bireylerin yaşamındaki ya da ulusların tarihindeki her bunalım gibi savaş da bazılarını baskı altına alır ve ezer, bazılarını çelikleştirir ve yeni bilgilerle donatır.
Bu gerçek, kendini, sosyal-demokrasinin savaş hakkındaki düşünüşünde ve savaşla ilgili olarak da gösteriyor. Çok gelişmiş bir kapitalizmin ürünü olan emperyalist savaşın nedenleri ve önemi, böyle bir savaşa ilişkin sosyal-demokratik taktikler, sosyal-demokratik hareket içindeki bunalımın nedenleri, vb. üzerinde ciddi olarak düşünmek başka şeydir, savaşın, düşüncenizi baskı altına almasına izin vermek, onun yarattığı korkunç izlenimlerin ve azap verici ağırlığın altında düşünmekten ve tahlil etmekten vazgeçmek başka bir şeydir.” (Lenin)
PKK’nin silahlı eylemleri ve PKK’ye karşı yürütülen “terörizmle savaş” görüntüleri altında (“şehit” ve “gerilla” cenazeleri), “analar ağlamasın” edebiyatıyla başlayan ve giderek “barış” söylemleriyle sürüp giden bir süreç devam ediyor. Son yıllarda PKK ile “hükümet değil, devlet” görüşmesiyle sağlanan “ateşkes”ler belli ölçülerde “savaşın yakında sona ereceği” beklentileri yaratmışsa da, “barış”ın pek o kadar yakında olmadığı da son gelişen olaylarla görülmüştür.
Böyle bir ortamda “barışın sesi” daha sıkça duyulmaya başlanmıştır. Bu vesileyle, her türden “barışçıllar” (“pasifistler”), savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu söyleyerek ve “silahlar sussun” hamasetiyle “savaş karşıtlığı”nı yüksek sesle dile getiriyorlar.
Amerikan emperyalizminin Irak işgali karşısında sokaklara dökülen milyonlarca insanın “Savaşa hayır! Barış şimdi!” sloganları hala kulaklarda çınlamaktadır.
Elbette “barışçıl” kesilmenin “solcu” olmak olarak “algı”landığı bir ortamda, “savaşlar”dan, “haklı ve haksız savaşlar”dan söz etmek hiç de kolay değildir. Hele ki, “
Kurtuluşa Kadar Savaş” gibi “yasaklı ve tehlikeli” sloganları atmak ise, “militarist” suçlamasına muhatap olmadan olanaksızdır.
“Barış” sözünü ağzından hiç düşürmeyen “sol-pasifistler”in, “hümanist-barışseverler”in simgesi ise, II. Dünya Savaşının en kanlı evresinde, en militarist başbakan olan Winston Churchill’in savaşı kazanacaklarına ilişkin umudu ifade eden “Zafer” işaretinden başka bir şey değildir.
Tüm bu “barış”severler, savaşın, politikanın başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamı olduğunu da çok iyi bilirler.
Ve yine bu “sol-pasifistler”, pürüpak “demokratlar”, “hümanistler” Lenin’in “
Sosyalizm ve Savaş” broşüründe yazdığı şu satırları da bilirler:
“Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz. Biz marksistler, hem pasifistlerden, hem anarşistlerden, her savaşın ayrı ayrı, Marks’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihsel bir incelenmesi yapılması gereğini kabul ederiz. Her savaşta kaçınılmaz bir biçimde olagelen dehşete, zulme, sefalete ve işkenceye karşın, tarihte ilerici nitelikte pek çok savaş vardır; bu savaşlar (örneğin mutlakıyet ya da kölelik gibi) çok kötü ve gerici kurumların yıkılmasına ya da (Türkiye ve Rusya’da olduğu gibi) Avrupa’da en barbar despotlukların ortadan kalkmasına yardım ederek, insanlığın gelişmesine hizmet etmişlerdir.”
Yine Mao Zedung’un şu sözleri de “ilgililerce” çok iyi bilinir:
“Savaş, insanlar arasındaki bu karşılıklı boğazlaşma canavarı, insan toplumunun ilerlemesiyle eninde sonunda ortadan kalkacaktır ve bu, pek de uzak olmayan bir gelecekte olacaktır. Ama savaşı ortadan kaldırmanın tek bir yolu vardır ve bu, savaşa savaşla karşı koymak, karşı-devrimci savaşa devrimci savaşla karşı koymak, ulusal karşı-devrimci savaşa ulusal devrimci savaşla karşı koymak ve karşı-devrimci sınıf savaşına devrimci sınıf savaşıyla karşı koymaktır. Tarih yalnız iki çeşit savaş tanıyor: haklı ve haksız. Biz, haklı savaşları destekler, haksızlara karşı çıkarız. Bütün karşı-devrimci savaşlar haksız, bütün devrimci savaşlar haklıdır. İnsanlığın savaşlar çağı, bizim çabalarımızla sona erecektir ve hiç kuşkusuz, bizim verdiğimiz savaş, son muharebenin bir parçası olacaktır.”[1*]
“Solculuk” adına, “marksist-leninist” olmak adına, tarihin bu en bilinen gerçeği bile tersyüz edilmekten kendisini kurtaramamıştır. Ama ne gam!
“Haklı savaş/Haksız savaş” ayrımı yapmaksızın, sadece savaşların trajik görüntülerinden yola çıkarak, tüm savaşları bir ve aynı kefeye koyan “sol-pasifistler” ya da “solcu-hümanistler”, böyle yaparak, ezilen ve sömürülen sınıfların ezenlere ve sömürenlere karşı sınıf savaşını, kurtuluş savaşını aleladeleştirmekteler, ezenlerin ve sömürenlerin siyasal ve askeri zorla sürdürdükleri düzenden kurtuluşun tek silahını ellerinden almaya çabalamaktadırlar.
Stalin’i faşist Hitler’le, Sovyetler Birliği’ni faşist Almanya’yla aynılaştırarak “totaliter” ilan eden emperyalist (ya da yerli işbirlikçi) burjuvazinin ideologları, “medya” propagandistleri karışısında ezilip bükülen bu “sol-pasifistler”in, devrimin ne kadar “otoriter” bir şey olduğunu gördükçe de “tüyleri” diken diken olmaktadır.
Aynı “sol-pasifistler”, bir “medya” soytarısı, Batista yönetiminin işkencecilerine, katillerine Küba devrim mahkemelerinin verdiği kararlar karşısında, “huşu” içinde Che Guevara’yı “yamyam… barbar” ilan ettiğinde ise, Che’nin “mazlum” görüntüsünün arkasına sığınmaya çalışmışlardır.
“Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla –akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla– dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince serbest bir biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?
O halde, şu iki şeyden birisi: anti-otoriterciler ya neden söz ettiklerini bilmiyorlar, ki bu durumda kafa karışıklığından başka bir şey yaratmış olmuyorlar; ya da bunu biliyorlar, ki bu durumda da proletaryanın hareketine ihanet ediyorlar. Her iki durumda da gericiliğe hizmet etmiş oluyorlar.” (Friedrich Engels, Otorite Üzerine.)
Tüm bunlar, unutulmuş ve unutturulmuştur. Artık “barışçıl” olunacaktır! Devrimden, devrimci savaştan söz edenler, “barbarca ve canavarca” bir boğazlaşmanın savunucuları olarak cehennemin yedi kat dibine gönderilmelidir!
Bu “sol-barışsever”lerden birisinin (Eyüphan Erkul),
Birgün gazetesinin, şu “ünlü” “bitmiş yolun” yolcularının “solcu” gazetesinin
31 Ekim 2011 tarihli sayısında yayınlanan “
Savaşın ve kahramanların manasızlığı!” başlıklı yazısı olabilecek en uç durumu sergilemektedir:
“Jean-Jacques Annaud’ın Türkçe’ye Kapıdaki Düşman diye çevrilen, enteresan filmi birçok ülke sinemacısının cesaret edemeyeceği bir ‘gerçeklikle’ başlar. Nazi orduları, İkinci Dünya Savaşı’nın en berbat günlerinde Stalingrad kapılarına dayanmıştır ve bir grup Kızıl Ordu askeri, dumanlar içindeki şehre ulaşmak için uğraşır. Bir tekneyle karşı kıyıya ulaştıklarında, dumanlar tüten savaş meydanına da ereceklerdir, lakin işler zora düşer. Tekneleri tam yolun yarısındayken Alman uçaklarının saldırısına maruz kalır. Birkaç Sovyet askeri suya atlayıp kaçmaya çalışınca komutanları, onları, önce sözlü olarak uyarır. Hemen ardındansa emre itaatsizlik edildiğini fark eden komutan, belinden çıkardığı beylik tabancasıyla yüzerek kaçan kendi adamlarına ateş eder. Suyun içinde arkadaşlarının can verdiğini gören teknedeki diğer askerler kaçmaktan anında vazgeçer ve tekrar disipline olup, Alman uçaklarının ateşi altında hedeflerine doğru ilerler.
İşte bu sahnedeki ‘gerçeklik’ savaş denen illetin, nasıl bir habitatta yaşayıp, nasıl beslendiğini, canavarca kurallarının nasıl oluştuğunu anlatır. Geçtiğimiz yüzyılın ‘sözde özgür’ olan ama otosansür elinden çok çekmiş uygulamalarının da dibe vurduğu sahnedir bu. Günümüzde hiçbir ülkenin sinemasında böyle bir sahne yazılamaz, çekilemez, salonlarda gösterilemez. Efendiler müsaade etmez! Hiçbir ülkenin senaristi kendi komutanlarına, kendi askerlerini öldürtüp, savaşı devam ettiremez. Ne yazık ki, bizlerden savaş denen illetin bu acımasız yönü hep gizlenir. Fransız bir yönetmenin, yıkılmış SSCB’nin askerine işlettiği bu cinayet, başka koşullarda ‘imkansız’ olanın az rastlanan örneklerinden.”
Ve Eyüphan Erkul adlı kişi, yazısının sonunda savaşı (“haklı/haksız savaş” ayrımı yapmaya bile tenezzül etmeksizin) “tek düşman” olarak ilan eder:
“Bu insani eşiği aştığımızda, yalın gerçeklikle karşılaşırız. Bir kez daha öğreniriz ki, savaşta ölümlerden ölüm beğenene ‘kahraman’ denir… Gerisi gaf ve hamaset nutuklarıdır, Kapıdaki Düşman da, biz de insan evladıyız… Uslanmaz, arlanmaz insanlık artık bellemeli: Ölümsüz olan tek düşman vardır, o da savaş denen illettir...”
Bu zevat, savaşı “tek düşman” olarak ilan ederken, yine de savaş terminolojisinin “düşman” terimini kullanmamazlık edememiştir. Şüphesiz, bu zevat, kendi “entel” kişiliğine uygun olarak “huşu” içinde dinlemekten “zevk” alabileceği Ludwig van Beethoven’ın, Fransız Devrimi’nin “Jakoben terörü” sona erdirdiği için Napolyon’a ithaf ettiği 3. Senfonisinin adının “
Eroica” (“Kahramanlık”) olduğuna da aldırış etmiyordur!
Bütün bunları, kendisini “solcu” zanneden bir kişinin “kişisel tercihi” ya da “özgür düşüncesi” olarak kabul edenler elbette çıkacaktır. Elbette, “demokratik bir ülkede” böylesine “düşünce”lerin özgürce ifade edilmesini “hoşgörüyle” karşılamak gerektiği de söylenebilir! Ama “barış” adına ayrımsız her türlü “savaş”a karşı “savaş” ilan ederek yalın kılıç yapılan bu saldırı, “solcu” bir günlük gazetede kolayca yer bulabilmiştir.
Emperyalist savaşlarla, haksız savaşlarla, haklı savaşı, ezenlere karşı ezilenlerin kurtuluş savaşını, proletaryanın sınıfların ortadan kaldırılmasına yönelik savaşını, “savaş” genellemesiyle bir ve aynı kefeye koyanlar, ayrımsız her türlü savaşı “düşman” ilan edenler (ve buna göz yumanlar, olanak sağlayanlar, sessiz kalanlar) Jose Marti’nin şu sözlerini hiç akıldan çıkarmamalıdırlar:
“Suçlu olan, bir ülkede kaçınılabilir bir savaşı hazırlayandır ve kaçınılmaz bir savaşı hazırlamayı ihmal edendir.”
Gerisi laf-ı güzaftır.
Dipnotlar
[1*] Mao Zedung, Çin Devrimci Savaşında Strateji Sorunları.