[Aşağıdaki metin, Kurtuluş Cephesi’nin 7 Haziran 2013 tarihli Halk Direnişi Özel Sayısı’nda yayınlanmıştır.]
Bir hafta öncesine kadar Türkiye’deki her şey “olağan” akışı içinde gidiyordu.
Borsa rekor üzerine rekor kırıyor, “özelleştirme” ya da “yeni projeler” adı altında kamu arazilerinin yağmalanmasına dayanan büyük ihaleler yapılıyordu. Satan memnundu, alan memnundu. Milyar dolarlar telaffuz ediliyor, milyarlar ortalıkta uçuşuyordu.
“Medya”, Recep Tayyip Erdoğan’dan bir Abraham Lincoln çıkartmaya çalışırken, “İmralı görüşmeleri”ne dayanan “barış” havaları çalınıyordu.
2014 yılında yapılacak olan yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine anketler yayınlanıyor, AKP’nin yeni seçim zaferinden söz ediliyordu. “İmralı süreci” ve buna bağlı olarak PKK’nin silahlı güçlerini ülke dışına çıkarma kararı AKP’nin seçim zaferinin garantisi olarak görülüyordu.
“İmralı süreci”yle BDP hızla AKP’ye yakınlaşırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın “başkanlık arzusu”nun “Kürt sorununun çözümü” için bulunmaz bir fırsat olduğu ileri sürülüyordu.
“Medya”nın, daha tam ifadeyle “yandaş medya”nın, olmadığını söylediği “muhalefet”, her zamanki söylemleriyle, iç çelişkileriyle ve Recep Tayyip Erdoğan’ın belirlediği polemiklerle oyalanıyordu.
Sendikalar, sendika federasyonları, kendi dünyalarında ve kendilerince “önemli” saydıkları rutin işlerin peşinden giderken, yönetimler kimlerle ittifak kuracaklarının hesaplarını yapıyordu.
Ülke yavaş yavaş tatil havasına girerken, küçük-burjuva aydınları, her zamanki karamsarlıklarıyla, ikircikli tutumlarıyla, kararsızlıklarıyla rutin yaşamlarını sürdürüyordu.
Kadın hakları savunucuları, feministler ve çevreciler, bulabildikleri birkaç “sorun” etrafında, çalgılarıyla, halaylarıyla ve yeşil-mor sloganlarıyla zamanı geçirirken, en büyük “duyarlılığı” “barış süreci”ne veriyorlardı.
“Medya”da “Kürt sorunu”ndan, “barış süreci”nden başka bir şey konuşulmuyordu. Kalemi ya da mikrofonu eline alan herkes “barış süreci”nin ülkeye huzur getireceğinden, Türkiye’nin “uçacağından” söz ediyordu.
Ve birden ortalık karıştı.
Herkesin bildiği ve yaşayıp gördüğü gibi, “çok masum bir çevreci duyarlılık”tan milyonlarca insanın sokaklara döküldüğü bir başkaldırı, bir direniş ortaya çıktı. Yıllardır biriken öfke, Gezi Parkı’ndaki bir avuç orta sınıfın üst gelir grubundan bireylerin “çok masum çevreci eylemi”ne yönelik polis terörüyle sokaklara yansıdı.
Herkesin çok iyi bildiği gibi, “her cinsten, her yaştan, her inançtan ve her siyasal düşünceden” insanlar, milyonlar sokağa çıktı.
Orta sınıfın üst gelir grubuna mensup bir avuç bireyin “çevreci eylemi”ne karşı gösterilen şiddet karşısında biriken öfke, sözcüğün tam anlamıyla, devletin resmi zor güçlerine karşı bir sokak direnişine yol açtı. Hızla ülkenin tüm kentlerine yayıldı.
Sosyolojik tanımla “yeni orta sınıf” bireyleri, kendilerinin ve çocuklarının “çevre duyarlılığı”na karşı AKP iktidarının gösterdiği tepki karşısında halkın sokaklara dökülmesi ve polis terörüne karşı direnişe geçmesi karşısında, önce sevindi, ardından şaşkınlığa düştü. Sevinç ve şaşkınlık arasında sokak direnişlerinin devam etmesi onları “umut”landırdı. Bugün tüm “medya”da “korku duvarının aşılması” olarak tanımlanan halk kitlelerinin cüreti onları da “korkusuz”laştırdı, pervasızlaştırdı.
AKP’nin “yasal ve yasalara dayalı baskısı” ile ürkmüş, korkmuş ve kendi köşesine çekilmiş küçük-burjuva aydınları, sanatçılar vb. toplumsal katmanlar “korku duvarını” aştılar. Ellerinde cep telefonlarıyla, tweetleriyle Taksim’e koştular. Ve Taksim Meydanı birden halk direnişinin simgesi olurken, “yeni orta sınıf” bireylerinin “kurtarılmış bölgesi” haline geldi.
Aydınların, sanatçıların, “muhalif” gazetecilerin, “ofis” kadın ve erkeklerinin polis teröründen azade edilmiş bir alanda kendilerini bulmaları, kendilerini özgür hissetmeleri, yıllarca içinde yaşadıkları yalıtılmışlıktan ve depresif konumlarından çıkmalarını sağladı.
“Kurtarılmış Taksim” tam bir karnaval, festival havasına bürünürken, “aşağıdakiler”, Beşiktaş’ta, Dolmabahçe’de polis terörüne karşı direniyordu. Ülkenin tüm kentlerinde “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganlarıyla sokaklara dökülen milyonlarca insanın polis terörüne karşı direnişi ile “Kurtarılmış Taksim” tam bir zıtlık oluşturdu.
İstanbul Taksim Meydanı’nda “steril” bir ortamda özgürlük rüzgarları estirilirken, “aşağıdakiler” Beşiktaş’ta, Dolmabahçe’de polis terörüyle savaşırken, Ankara ve İzmir direnişin en geniş ve en sıcak olduğu kentler olarak öne çıktı.
Nerede, hangi kentte, hangi semtte neler olduğunu herkes gördü ve biliyor. Hareketin kendiliğinden niteliği, kitlelerin örgütsüzlüğü, AKP iktidarına karşı duyulan öfkenin boyutları her gün ve her saat konuşuldu, yazıldı-çizildi.
Birkaç televizyon ekranında konuşabilen küçük-burjuva aydınları, akademisyenleri hareketin örgütsüzlüğü, kendiliğindenliği ve AKP iktidarına karşı birikmiş tepkinin dışa vurumu olduğuna ilişkin “tespitler” yaparken, CHP’ye “vurmayı” marifet sayanlar da boş durmadılar. Kendi dışındaki herkesi “açıkgöz” ilan eden, “fırsatçılıkla” suçlayan Sırrı Süreyya Önder gibi ortayolcu ve eyyamcıların dışında, “Kürt sorunu”nu herşeyin üzerinde tutan kişiler ve hiç şüphesiz BDP, yükselen halk direnişini “ulusalcılar”ın, “kafatasçılar”ın “barış sürecini sabote etme” girişimi olarak ilan ettiler ve AKP’nin safında yer alarak bir kenara çekildiler.
“Evet, ama yetmez”ciler, neo-liberal solcular, kendilerini dışlayan ve aşağılayan Recep Tayyip Erdoğan’a “haddini bildiren” halk direnişinden hoşnut oldular. AKP’nin bir kez daha kendilerine ihtiyacı olabileceği bir ortamın oluştuğunu düşündüler. Bu duygu ve düşüncelerle “Gezi Parkı Direnişi”ne koştular ve “yeni orta sınıf”ın duygularını okşayan sözler etmeye koyuldular.
Taksim Meydanı, “yeni orta sınıf”ın ve son yıllarda aşağılanan, küçümsenen, adam yerine konulmayan neo-liberal solcuların Mekkesi haline geldi. ABD dahil olmak üzere her ülkeden destek mesajları aldılar, gönderilen yiyecek paketleriyle “duvar” inşa ettiler, açılan “Devrim Market”te güzide baylara ve bayanlara hiç işe yaramayan gaz maskeleri, aksesuarlar satılmaya başlandı.
Ama öte yandan tüm Anadolu illerinde polis terörüne karşı direnen milyonlar sokaklardaydı. Polisle çatışıyorlar ve direniyorlardı. Taksim Meydanı, şarkılar ve türkülerle, halaylarla festival havasına bürünmüşken, Ankara ve İzmir başta olmak üzere Anadolu kentlerinin sokaklarında kan akıyordu.
Kendiliğinden sokağa çıkmış, polis terörünü protesto ederken polis terörüyle ilk kez tanışmış halk kitleleri yavaş yavaş sokak çatışmalarını öğrenmeye yönelirken, “Kurtarılmış Taksim”in “aslanları”, “her türlü şiddetten uzak durulması”ndan, “kamu mallarına zarar verilmemesi”nden, hareketin “barışçıl” kalmasından söz etmeye başladılar. Polis saldırısına karşı en önemli direniş aracı olan “taş atma”yı, “hareketin meşruiyetine gölge düşüren eylem” olarak ilan ettiler.
Yerini ve ortamını bulduklarında kendilerini “68’liler” diye allayıp-pullayıp ortaya atanlar, 1968 Mayısı’nda Paris kaldırım taşlarının nasıl bir direniş simgesi olduğunu bile unutuverdiler.
3 Haziran Pazartesi gününe gelindiğinde, borsa “çöktü”. Recep Tayyip Erdoğan’ın Kuzey Afrika “gezisi” öncesinde halk direnişinin ekonomik sonuçları ne kadar önemsiz görünmüş olursa olsun, borsanın “çöküşü” “yeni orta sınıfı” huzursuzlaştırdı.
Ülke çapında yayılan halk direnişinin ne yöne gideceği ve nasıl sonuçlanacağı (kaygı ve korkuyla karışık) sorulmaya başlandı. Böylece halk direnişinin sokak çatışmalarına dönüşmesini engelleme çabaları, birden “görüşme” girişimlerine yol açtı.
1 Haziran günü CHP’yi “ambulans arkasından giden uyanık taksi şoförüne” benzeterek halk direnişini sahiplenmeye kalkışmakla suçlayan Sırrı Süreyya Önder, birden “görüşmeci” olarak yeniden piyasaya çıktı. Önce “itfayeci” başbakan “vekili” Bülent Arınç’la, ardından Abdullah Gül’le görüştü. Amaç, “Gezi Parkı Direnişi”yle başlayan ülke çapında polis terörüne karşı eyleme dönüşen halk hareketini “barışçıl biçimde” bitirmek ve insanları evlerine göndermekten ibaretti. Ama Sırrı Süreyya Önder, BDP’yle “ters düşmesine” rağmen, sokaklarda çatışan ve direnen halka “evinize dönün” demeye cesaret edemedi.
Yüzlerce yaralı haberlerini ölüm haberleri izledi. Ama bu haberler bile Taksim Meydanı’ndaki “festival havası”nı değiştirmeye yetmedi. “Üç ağaç için” duyarlılık gösterenler, bu duyarlılığı paylaşmak için Taksim’e akın edenler, ülke çapındaki direnişleri ve çatışmaları görmezlikten gelmeye başladılar. Yapacak bir şey yokmuşcasına, ellerine “mor” boyalar alanlar “sapık” duvar yazılarını silmeye koyuldular ve yaptıkları “eylem”le manşetlere çıktılar.
“Kurtarılmış Taksim”de, sabahları çöp toplayarak ne kadar çevreci olduklarını gösteren “yeni orta sınıf gençleri”nin “eylemi” bolca övülürken, doğrudan hedef gözetilerek atılan binlerce gaz bombası fişekleriyle dolu sokaklardaki “çöpler” görmezlikten gelindi.
Taşsız, sopasız, “kendi çöpünü kendisi toplayan”, “kamu mallarına zarar vermeyen”, “erkek egemen söyleme başkaldıran” “barışçıl” eylemcilere övgüler düzüldü. Ama Ankara’da, İzmir’de, İstanbul’da, Adana’da, Mersin’de, Antakya’da, Samsun’da, bilcümle Anadolu’da çatışan, yaralanan, ölen insanlar “üzücü ve huzur bozucu olay” olarak sunuldu.
Durumdan vazife çıkaran, “duyarlı ve sorumlu” bir “milletvekili” olarak kendisini ortaya atan Sırrı Süreyya Önder’in halk direnişini (Recep Tayyip Erdoğan’ın “gezi”den dönmesinden önce) sona erdirmek amacıyla başlattığı “görüşme” sürecine, kendi “nüfuzu altında” olduğu varsayılan “Taksim Bileşenleri” ortak edilmeye çalışıldı. Ama onlar, kendilerine ne misyon biçilmiş olursa olsun, kendiliğinden gelişen kitle hareketini durdurabilecek gücü kendilerinde görmediler.
“Legal Kürt hareketi”nin sözcüsü olan BDP ise, tüm bu süreçte “milliyetçiler ve kafatasçılar”dan ayrı olmak adına, “barış süreci zarar görür” söylemleriyle kendisini dışladı. Bu dışta kalmayı da, gelişen halk direnişini, “
bazı ulusalcı, ırkçı ve milliyetçi kesimlerin ‘Kürt sorununu nasıl baltalayabiliriz’ arayışına” dayandırarak haklı ve mazur göstermeye çalıştı.
Açıktır ki, ulusal sorunların öne çıkması, her zaman ve her yerde sınıf mücadelesinin ikincil plana itilmesine yol açar. Doğaldır ki, yükselen bir sınıf mücadelesi de ulusal sorunları ikincil hale getirir. Saf milliyetçiler ve şovenistler dışında hiç kimse sınıf mücadelesinin gelişmesinin ve yükselmesinin ulusal sorunu ikincil hale getirmesinden kaygı duymazlar. Tarihte her zaman görüldüğü gibi, bu kaygıyı duyan milliyetçiler ve şovenistler, her durumda “ezen ulus”la ittifak kurmaya çalışırlar. İttifakın temeli, gelişen ve yükselen sınıf mücadelesini durdurmaktır. Öte yandan gelişen ve yükselen sınıf mücadelesi egemen ulusun burjuvazisinin (egemen sınıflarının) yeni ittifaklar arayışına yol açar. Bu da, milliyetçi ve şovenist kesimler için “bulunmaz bir fırsat” olarak görülür.
Daha da önemlisi, “ezilen ulus”un milliyetçileri, gelişen ve yükselen sınıf mücadelesinin kendi ulusal topluluğuna yansımasını engellemeye çalışır. Onlar, sınıfsız, kaynaşmış bir “ulusal bütün” isterler. Sınıf mücadelesi ve sınıf bilinci onların emellerine ulaşmalarını önleyen en önemli güçtür. Bu yüzden, gelişen sınıf mücadelesine karşı “ezen ulus”un burjuvazisiyle ittifak kurarlar.
Bugün BDP böylesine bir yol ayrımına gelmiştir.
Ya Kürt halkının gelişen ve yükselen halk direnişine katılmasının önünde engel olmaktan uzak duracak ve böylece Kürt toplumundaki sınıf çelişkilerinin görünür hale gelmesine neden olacak; ya da “T.C.”yle, onun en gerici kesimini oluşturan AKP’yle uzlaşacak ve halk hareketine karşı konumlanacaktır. Bu da, onların her türlü “sol” görünümlerinin ve söylemlerinin sonu olacaktır.
Tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Toplumlar, ne kadar görmezlikten gelinirse gelinsin, ne kadar önemsizleştirilmeye çalışılırsa çalışılsın,
sınıflardan oluşur. Gelişen olaylar karşısında her sınıf kendi konumuna ve çıkarlarına göre tutum belirler ve tavır alır. Tekil bireylerin bireysel düşüncelerini mensup olduğu sınıfın özellikleri ve düşünceleri belirler.
“Üsttekiler” ya da “orta sınıf” ne derse desin, “aşağıdakiler”, işçi sınıfı, genel olarak emekçi halk er ya da geç kendi sınıf bilincine ulaşır.
Bugün kendiliğinden, daha açık ifadeyle, Gezi Parkı’ndaki küçük bir “çevreci eylem”e karşı gösterilen “tahammülsüzlük” ve polis terörü halk kitlelerini sokağa dökmüştür. Hareket ne denli kendiliğinden olursa olsun, sokağa çıkanlar belli bir bilince sahip kitlelerdir. Şüphesiz bu sosyalist siyasal bilinç değil, ama demokratik bilinçtir.
Örgütsüz oldukları, merkezi bir yönetime sahip olmadıkları, belli ve belirgin bir programları olmadığı bir gerçektir. Ama belli bir bilinçleri olmadığı asla söylenemez.
“Küçük ve masum” bir “çevreci eylem”e karşı uygulanan polis terörünü protesto etmek için sokağa çıkanlar, çok açık biçimde “
eskisi gibi yönetilmek istememektedirler”.
“Üsttekiler”, AKP iktidarı ise, “alttakileri”
eskisi gibi yönetmek için polis terörünü alabildiğine kullanmakta ve yaygınlaştırmaktadır.
Bunlar soyut saptamalar değil, somut gerçeklerdir. Bu gerçeklerin politikadaki karşılığı “milli kriz” ve “devrimci durum”dur.
“Örgütlü sol”un tüm keskinliğine rağmen kolayca telaffuz edemediği gerçeklik de budur.
Burada ikirciklenmeye gerek yoktur. Kendiliğinden gelişen ve örgütsüz olan halk kitlelerinin polis terörüne karşı başlattıkları direniş, sözcüğün tam anlamıyla “alttakiler”in
eskisi gibi yönetilmek istemediklerinin dışa vurumudur. Yoğunlaşan polis terörü de bu halk kitlesinin eskisi gibi yönetilemeyeceğini göstermektedir.
Bu bir devrim durumudur. Ama Lenin’in çok net biçimde ifade ettiği gibi,
her devrim durumu devrime yol açmaz.
“Rusya’da 1905’te ve Batıdaki bütün devrimler çağında bu durum görüldü; ama bu durum, o sıralarda devrimler olmamasına karşın, geçen yüzyılın 60 yıllarında Almanya’da, ve 1859-1861 ile 1879-1880’de Rusya’da da vardı. Neden o sıralarda devrim olmadı? Çünkü devrim her devrimci durumdan değil, ama yalnız yukarıda sayılan nesnel değişikliklere öznel bir değişikliğin, yani: devrimci sınıfa ilişkin olarak, hatta bunalımlar çağında bile, eğer ‘düşürülmez’se, hiçbir zaman ‘düşmeyecek’ olan eski hükümeti tamamen (ya da kısmen) yıkacak denli güçlü kitlesel devrimci eylemler yürütme yeteneğinin de gelip eklendiği durumdan doğar.”
“Güçlü kitlesel eylemler yürütme yeteneği” ise, doğrudan halk kitlelerinin bilinçli ve örgütlü olmasına ve de devrimci öncünün varlığına bağlıdır. Halk kitlelerinde belli bir bilinç varolsa bile, mücadeleyi yönetecek ve belli hedeflere yöneltebilecek devrimci öncü olmadığı sürece, ortaya çıkan devrimci durum bir devrimle sonuçlanmaz.
Eğer bugün gelişen halk hareketi, “‘düşürülmez’se, hiçbir zaman ‘düşmeyecek’ olan hükümeti” yıkamazsa, bunun tek nedeni devrimci öncünün etkisizliğidir. Devrimci öncünün etkisizliği, aynı zamanda gelişen kitle hareketinin örgütsüzlüğünün de bir ifadesidir.
Gelişen ve yayılan halk hareketinin en büyük zaafı, devrimci öncüden yoksun oluşu ve buna bağlı örgütsüzlüğüdür. Bu durum her türlü saptırmaya ve farklı kanallara yöneltilmeye uygun bir ortam oluşturmaktadır.
Diğer yandan halk hareketinin örgütsüzlüğü ve devrimci öncüden yoksunluğu, “yeni orta sınıf” denilen küçük-burjuvazinin “demokrat” (“modern ve laik”) kesimlerinin sınıf özelliklerinin harekete damgasını vurmasının önünü açmaktadır.
Buradaki en büyük tehlike, bu küçük-burjuva “demokratlar”ının, ilk ve yakın taleplere ulaşılır ulaşılmaz hareketi durdurmaya yönelecek olmasıdır.
“Tüm toplumu devrimci proleterler için devrimcileştirmeyi arzulamaktan çok uzak bulunan demokratik küçük-burjuvazi, toplumsal koşulların mevcut toplumu kendisi için olabildiğince katlanılabilir ve rahat hale getirecek bir değişiklik için çabalar.” (Marks)
Bu küçük-burjuva demokratları karşısında alınacak tutumu Marks şöyle özetler:
“Devrimci işçi partisinin küçük-burjuva demokratlar karşısındaki tutumu şöyledir: Devirmeyi amaçladığı kesime karşı, onlarla birlikte ilerler; kendi çıkarları uğruna konumlarını pekiştirmeye çalıştıkları her şeyde onlara karşı çıkar.”
Elbette Marks’ın bu saptaması devrimci öncülüğe ilişkin tarihsel deneyimlerin ürünüdür. Örgütsüz ve devrimci öncülükten yoksun halk kitleleri açısından bu saptama devrimci bilinçlerinin gelişmesi ve pekişmesi açısından önemlidir.
Küçük-burjuva ya da “yeni orta sınıf” demokratlarının bu özelliği kavranılmazsa, ortaya çıkacak başarısızlık halk kitlelerinde bir “satılmışlık” duygusu uyandırarak küçük-burjuva demokratlara karşı düşmanlık duygusuna dönüşebilir. Bu da gelecekteki halk hareketinin zaferini engelleyen bir ayrışmaya yol açacaktır.
Bugün gelişen halk direnişinin nasıl evrileceği ve nasıl sonlanacağı tam olarak saptanamaz. Direnişin boyutlarını ve küçük-burjuva aydınlarının ya da “yeni orta sınıf” mensuplarının tutumunu belirleyecek olan “karşı taraf”ın, devletin baskı gücünü kullanarak şiddeti ne kadar tırmandıracağına bağlıdır.
AKP iktidarı, sınıfsal olarak ürkek ve kaypak yapıya sahip olan küçük-burjuva aydınlarının şiddetin dozunun artmasına paralel olarak hareketten uzaklaşacaklarını düşünmektedir. Ancak “Gezi Parkı eylemi”ne karşı uygulanan polis terörüyle halk kitlelerinin sokaklara dökülmüş olması bu aydın kesimi cesaretlendirmiştir. Dillerinden düşürmedikleri sözlerle, “korku duvarını” aşmışlardır. Bu nedenle yalın bir polis terörüyle, klasik “toplumsal olayları önleme araçları”yla bu kesimi korkutabilmeleri ve geri çekilmeye zorlamaları olanaksızdır.
Recep Tayyip Erdoğan bu kesimleri bir “iç savaş”la tehdit etmektedir. “Evlerinde zor zaptettiği %50”yi sokağa çıkarmakla tehdit etmektedir.
Bu açık bir iç savaş tehdidi ve ilanıdır. Bunun tek amacı, küçük-burjuva aydınlarını, özellikle “yeni orta sınıfı” birkaç küçük taviz karşılığında evlerine dönmeye zorlamaktır. “Medya” alanında belli bir etkiye sahip olan ve sesi çok çıkan bu kesimlerin halk hareketinden ayrılması, hareketini sürdürme kararlılığı gösteren kitlelerin devletin açık zoruyla katledilerek sindirilmesinin önünü açacaktır.
Gelişebilecek bir iç savaş, şüphesiz örgütsüz ve öncüsüz halk kitlelerinin uzun süre sürdürebilecekleri bir durum değildir. Kitleler mücadele içinde, savaş içinde hızla öğrenirler. Ancak iç savaş, tüm savaşlar gibi, askeri bir savaştır ve askeri savaşın yasalarına tabidir.
Örgütsüz ve öncüsüz bir halk hareketinin karşı-devrimci bir iç savaş karşısında yapabileceği tek şey, savaş için hazırlanmak ve savaşarak öğrenmektir. Bu koşullarda, etkin ve fiili bir güç olmasa da, devrimci öncünün zengin gerilla savaşı deneyimi çok daha hızlı aktarılabilecektir.
Yine de, bugünden yarına, artan ve tırmanan AKP iktidarının terörüne karşı
özsavunma grupları oluşturmak direnişçilerin en temel görevlerinden birisi olmaktadır.
Bu özsavunma grupları, bir yandan kitleleri tırmandırılan polis terörüne karşı korurken, diğer yandan hareketin içine sızan ajanları, muhbirleri tespit etmelidir.
Küçük-burjuva saf demokratlarının söylediği gibi, onların görevi “provakasyona engel olmak”, “taş atılmasını engellemek” değildir. Polis terörünün böylesine pervasızca kullanıldığı koşullarda, zorba ve terörist bir iktidarın “provakasyona” ihtiyacı yoktur. Ama hareketin içine sızmaya ve içten bilgi toplamaya her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı vardır.
Sokak çarpışma teknikleri ve barikat yöntemleri devlet terörünün gelişmesine uygun olarak kullanılmaldır. Ama her durumda dayanaklı barıkat kurma yolları ve barikatları koruma teknikleri geliştirilmelidir.
Diğer yandan, iç savaşın dayatılmasını öngörerek, başta özsavunma grupları olmak üzere en geniş kesimlerin silahlandırılması için gerekli planlar ve hazırlıklar yapılmalıdır.
Küçük-burjuva demokratların ya da “yeni orta sınıf” mensubu kişilerin “barışçıllık” çağrılarına, “her türlü şiddete hayır” sloganlarına kapılınmamalıdır. Halk direnişinin AKP’nin başlatacağı bir iç savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği belirsizdir.
Bugün için Abdullah Gül aracılığıyla “yumuşak” ve “uzlaşıcı” söylemlerle halk direnişi pasifize edilmeye çalışılmaktadır. Ama
yarın bunların etkisiz ve yararsız olduğu görüldüğünde, kendi “islamcı” iktidarlarını korumak ve sürdürmek için sivil-faşist şeriatçı çeteleri halk kitlelerinin üzerine sürmekte tereddüt etmeyecektir. Bu amaçla, Suriye’de savaşa soktuğu şeriatçı grupları meydanlara sürebilir.
Bu durumda silahlanmak ve sokak direnişlerini silahlı direnişe dönüştürmek tüm direnişçilerin hakkı ve görevidir.
Silahlanmak için çok uzaklara ve farklı yönlere bakmak gereksizdir. Türkiye’deki “bireysel silahların” sayısı 4-5 milyondur. Pek çok evde, işyerinde ve özel otomobillerde “bireysel silahlar” bolca mevcuttur. Küçük çaplı bu silahlar belli bir barikatın ya da kitlenin korunması için fazla elverişli ve yeterli olmasa da, silahlı saldırıyı önleyici özelliği ile direnişe zaman kazandıracaktır. Bu zaman, daha etkin silahların sağlanması için kullanılır.
Tüm bunlar, öncüsüz, örgütsüz ve deneyimsiz kitleler için hemen, bugünden yarına gerçekleştirilebilir şeyler değildir. Ama bugünden yarına, düşünülmesi ve en azından bunların gerekli olabileceğinin bilincinin yaratılması mümkündür.
Bir kez daha yineleyelim: Recep Tayyip Erdoğan halk direnişini bir iç savaşla tehdit etmektedir. Bir iktidarın ölüm-kalım sorunuyla yüzyüze olduğu koşullarda bu tehdit bir “blöf” olarak değerlendirilemez. İç savaş olasılığı ne kadar uzak görünürse görünsün, her durumda ciddiye alınmalı ve olası bir karşı-devrimci ve şeriatçı iç savaşa hazırlanılmalıdır.
İç savaş tehdidi karşısında yapılacak her türlü (maddi ve manevi) hazırlık, herşeyden önce iç savaş tehdidinin etkisizleştirilmesini sağlayacaktır.
Savaştan kaçınmanın tek yolu, savaşa hazırlanmaktan geçer.
Recep Tayip Erdoğan’ın iç savaş tehdidinden ürken ve korkan küçük-burjuva aydınları, “yeni orta sınıf” mensuplarının küçük tavizler karşılığında direnişi durdurmaya ve bitirmeye yönelmeleri çok daha büyük olasılıktır. Onlar, “uluslararası kamuoyunun” desteğiyle elde ettikleri kazanımları koruyabileceklerine inanacaklardır. Böyle bir durumda halk direnişinin saflarında parçalanma ortaya çıkacak ve ardından legalist sol onları izleyecektir. Bu da halk direnişinin sonunu getirecektir.
Bu “kader”e boyun eğmemenin tek yolu, örgütlü ve iç savaşa hazırlanmış bir kitlenin yaratılmasıdır. Ama bunun bugünden yarına gerçekleştirilemeyeceği de açıktır.
Bu halk direnişi, şu ya da bu biçimde sona erdiğinde umutsuzluğa kapılmamak gerekir. Bu bir deneyimdir. Kitlelerin zihninde yer eden ve kalıcılaşan bir deneyimdir. Gelecekteki kitle çarpışmalarında bu deneyimin dersleri yol gösterici olacaktır.
İkinci olarak, kitleler, örgütsüz bile olsalar sokaklara çıkabileceklerini ve direneceklerini göstermişlerdir. Bu direniş küçük tavizlerle sona erdirilmiş olsa bile, her zaman egemen sınıfların ve siyasal iktidarların kabusu olmaya devam edecektir.
Onlar, daha bilinçli, daha örgütlü ve devrimci öncüye sahip bir halk hareketinin korkusuyla yaşamak zorunda kalacaklardır.
İşte bu, küçük-burjuvazinin uzlaşmacılığıyla ya da iç savaş korkusuyla sona erdirebileceği bu halk direnişinin en büyük kazanımı olacaktır.