CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün, “Dersim Katliamı’nın sorumlusu devlet ve CHP’dir. Atatürk de bu olaylardan haberdardır” sözlerinin yer aldığı röportajın Fetullahçıların yayın organı
Zaman gazetesinde
10 Kasım günü yayınlanmasıyla birlikte “kıyamet koptu”.
Önce CHP’den bir “grup” milletvekili, Aygün’ün
Zaman gazetesine yaptığı açıklamaları kınadı. Ardından “medya”daki tüm neo-liberaller, şeriatçılar vs. hep bir ağızdan “Dersim Katliamı”ndan, vahşetten, bu katliamda CHP’nin, İsmet İnönü’nün, Celal Bayar’ın ve Atatürk’ün rolünden söz etmeye başladılar. Her zaman olduğu gibi, sol (legalistinden legalist olamayanlara kadar tüm sol) da, yıllardır dile getirdiği Dersim Katliamı’nı bir kez daha ve daha yüksek sesle dile getirmeye koyuldu.
Ve nihayetinde Recep Tayyip Erdoğan sahneye çıktı. Dersim “belgeleri”yle, Necip Fazıl Kısakürek’in “
Son Devrin Din Mazlumları” kitabıyla CHP’yi yerden yere vurdu. “Eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür dilerim ve diliyorum.” diyerek yeni bir çıkışa imza attı.
Böylece, kiminin Kürt-Alevi, kiminin Zaza-Alevi olarak tanımladığı ve kiminin “proto-Ermeni” olabileceklerini söylediği (
Taraf yazarı Ayşe Hür
[1*]) Dersim, Ermeni “soykırımı”ndan sonra ikinci kez, “Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesi” ve “özür dilemesi” tartışmalarının odak noktası oldu.
Bu noktaya gelinmesiyle birlikte eski tartışmalar yeniden başlatıldı: Recep Tayyip Erdoğan’ın “belge”sine göre, 1936-1939 arasında 13.806 kişinin katledildiği “Dersim olayları”, bir “
isyanın bastırılması harekatı” mıydı? Yoksa Dersim Kürtlerini sindirmek, yıldırmak ve teslim almak amacıyla, önceden planlanmış bir “
tenkil politikasının”
[2*] ürünü müydü?
Her ikisini de belli ölçüde kabul eden, ama belli ölçüde “itirazı” olanlara göre ise, “Dersim olayları” ya da Dersim Katliamı, “yeni ve genç Cumhuriyet’in merkezi otoritesini güçlendirmek” ve “feodal-aşiret ilişkisini tasfiye etmek” amacıyla yürütülen bir harekatın sonucuydu. Bu “tarih yorumu”na göre, Dersim bölgesi Cumhuriyet’in merkezi otoritesine boyun eğmemiş, Osmanlıdan kalan feodal ayrıcalıklarını korumaya çalışmış ve bu amaçlarla da isyan etmiştir. Bu “yorum” açısından, “yeni ve genç Cumhuriyet”in Dersim harekatı, bir devletin kendi otoritesine başkaldıranlara, isyan edenlere karşı zor kullanması, “kendini savunma hakkı” bağlamında “meşru” olarak kabul edilmektedir.
Bir devletin kendi otoritesine başkaldıranlara, isyan edenlere karşı zor, şiddet ve tenkil uygulaması bir kez “
devletlerin meşru hakkı” olarak kabul edilince de, kaçınılmaz olarak 1937-1938 yıllarında Dersim bölgesinde bir “
devlete karşı isyan” olup olmadığı tartışması ortaya çıkmaktadır.
Hüseyin Aygün, Zaman gazetesinde yayınlanan röportajında şöyle söylemektedir:
“Dersim’de var olan şey daha çok direniştir. Osmanlı ordusunun, daha sonra Cumhuriyet ordusunun yaptığı acımasız hareketlere karşı mevzi direnişler oluyor. Yani eline silah alma, bir hedef bir program ekseninde planlı şekilde bir ayaklanma ve planlara uygun hedeflere ulaşma perspektifi yok. Dersim’de Hoygun gibi, Azadi gibi herhangi bir örgütlenme de yok. Dolayısıyla, Dersim’de siyasal talepleri olan programa bağlanmış bir yasal hareket olmadığından örgüt olmadığından hiçbir zaman bir isyan iddiası ileri sürülemez.”
Hüseyin Aygün, her devletin kendisine “isyan” edenlere karşı şiddet ve tenkil politikası uygulama “hakkı” olduğunu kabul ettiği için (en azından buna doğrudan karşı çıkamadığı için), Dersim olaylarının “örgütlü bir isyan” olmadığını, Osmanlının ve Cumhuriyet’in yaptığı “
acımasız hareketlere karşı mevzi direniş” olarak tanımlamaktadır. Bu yönüyle Hüseyin Aygün’ün Dersim olaylarına yaklaşımı bir “ilk” oluşturmaktadır.
Bugüne kadarki tüm Dersim tartışmalarında tartışmasız kabul edilen gerçek, 1937-1938’de Dersim’de bir “Kürt isyanı”nın olduğudur. Gerek Kürt ulusal hareketinin, gerek sol-devrimci hareketin kabul ettiği bu gerçek, 1971 yılında İbrahim Kaypakkaya tarafından şu şekilde dile getirilmiştir:
“Türkiye’nın Lozan Antlaşmasıyla tespit edilen sınırları içinde de Kürt milli hareketi devam etmiştir. Zaman zaman ayaklanmalar olmuştur. Bunların en önemlileri, 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1928 Ağrı İsyanı, 1930 Zilan İsyanı ve 1938 Dersim İsyanıdır. Bu hareketlerin ‘milli’ karakterlerinin yanında, bir de feodal karakterleri vardır: O zamana kadar kendi başlarına hükümran olan feodal beyler, merkezi otoritenin bu hükümranlığı tehdit etmeye başlaması üzerine, bu otoriteyle çatışmışlardır. Feodal beyleri merkezi otoriteye başkaldırmaya iten esaslı etken budur. Kürt burjuvazisinin ‘kendi’ iç pazarına hakim olma arzusu ile feodal beylerin kendi başlarına hükümranlık arzusu, Türk hakim sınıflarının elinde tuttuğu merkezi otoriteye karşı birleşmiştir. Köylü kitlelerinin geniş ölçüde bu hareketlere katılmalarının sebebi ise, amansız milli baskılardır…”[3*]
Kaypakkaya, bu belirlemesinin devamında şöyle yazar:
“Kürt isyanlarının yeni Türk devleti tarafından vahşice bastırılmasını ve peşinden yapılan kitle katliamlarını feodalizme karşı yönelmiş ‘ilerici’, ‘devrimci’ bir hareket diye alkışlayanlar, sadece ve sadece iflah olmaz hakim ulus milliyetçileridir…”[4*]
Görüldüğü gibi, Kaypakkaya, Kürt feodal beyleri ile Kürt burjuvazisinin “isyan”ının gerici özelliklerini belirtirken, Kürt köylüsünün bu isyanlara katılma nedenini “amansız milli baskılar” olarak belirler. Bu nedenle de, bu isyanları bastırmak amacıyla yürütülen şiddet ve tenkil politikalarının doğrudan Kürt köylü kitlesini hedef aldığı için, hiçbir biçimde “devletin kendini savunma hakkı” vb. olarak görmez.
Ancak Kaypakkaya Kürt isyanlarını “yeni Türk devleti”nin vahşice bastırmasına ve yaptığı katliamlara “hümanist” açıdan yaklaşmaz. Kaypakkaya’ya göre, ortada “amansız bir milli baskı” vardır ve bu “milli baskı”ya karşı direnmek, isyan etmek
tüm ezilen ulusların hakkıdır.
Evet, ulusal baskının olduğu her yerde, ulusal (silahlı) direniş, ulusal (silahlı) ayaklanmalar kaçınılmazdır ve ezilen ulusların
hakkıdır. Bu hakkın karşısına, “devletlerin kendisine isyan edenleri bastırma hakkı”nı çıkarmak, ulusal baskıları ve ulusal sorunları görmezlikten gelmekten başka bir şey değildir. Tıpkı devrimci bir hareketi yok etmek amacıyla bir devletin (ya da egemen sınıfın) karşı-devrimci zorunu “haklı” görmek gibi.
Bugün Türkiye’de egemen olan “neo-liberal” zihniyet, 12 Eylül askeri darbesinden günümüze kadar depolitizasyon ve pasifikasyon politikalarıyla birlikte yürütülen “tarih bilinci”nin yok edilmesi, kavramların içlerinin boşaltılması koşullarında, her şeyin karmakarışık hale gelmesine yol açmıştır. İşte bu “neo-liberal” zihniyet ortamında ve bu kavram karmaşası içinde, devrimlerin tarihsel meşruiyeti, ulusların tarihsel hakları, baskıya ve sömürüye karşı silahlı direniş, devrimci şiddet vb. kavramlar ve olgular bir yana itilmiştir.
Bu ortamda, devletlerin (“neo-liberal” zihniyet açısından “ulusal” olmayan devletlerin) bakiliği, kalıcılığı, sürekliliği esastır. Bu da,
kapitalizmin evrenselliğiyle desteklenir. Dolayısıyla baki olan, sürekli olan, evrensel olan bir “gerçeklik” karşısında, bu gerçekliğe karşı çıkmak, ya çılgınlıktır ya da (elbette “hukuk devleti” kapsamında!) devletin zorunu peşinen kabul etmektir. Tıpkı, haklı-haksız savaş ayrımı yapmaksızın herkesin “barışçıl” kesilmesi gibi.
Ancak “neo-liberaller” için, söz konusu olan devlet, “liberal” devlet (ki buna “demokratik devlet” derler) değil de, ulus-devlet olduğunda, tüm bu ölçütler geçerli değildir. Onlara göre, her türden ulus-devlet “kötü”dür. Bu nedenle de, Kürt ulusal hareketinin “Kürt devleti”, yani Kürtlerin kendi ulusal devletlerine sahip olma istemi kabul edilemez bir şeydir. Çünkü ulus-devlet tüm kötülüklerin anasıdır!
Ulusal baskıya karşı silahlı direniş ile bu silahlı direnişe karşı ezen ulusun devletinin silahlı karşı koyuşu yalın bir “her türlü şiddete karşı olma” teranesi içinde bir ve aynı kefeye konmaktadır. Böylece “nereden ve kimden gelirse gelsin,
her türlü şiddete karşı olmak” egemen bir anlayış haline getirilmiştir. Doğal olarak, böyle bir anlayış ortamında, Dersim’deki “Kürt isyanı” bir şiddet hareketi olarak görüldüğü gibi, bunun karşısında T.C.’nin şiddetle bastırma harekâtı da, aynı oranda, şiddet hareketidir ve her ikisine de “karşı çıkmak” kabul edilmektedir. Tek farkla ki, devlet, bu bastırma harekatlarında “
orantısız güç” kullanmamalıdır.
Böylece, 1937-1938 Dersim harekâtında, “devlet”in, bir isyanı bastırmaktan çok, isyan edenleri ve isyan edebileceğini düşündüklerini (“orantısız güç” kullanarak) imha ettiği genel olarak kabul edilebilmektedir. Bu da, Atatürk’ün, Dersim isyanına karşı “daha yumuşak” tutum alınmasından yana olan İsmet İnönü’nün yerine, “sertlik yanlısı” Celal Bayar’ı başbakan yapmasıyla desteklenmektedir.
[5*]
Kapitalizm ne denli evrensel ilan edilirse edilsin, ne denli “ideolojiler öldü” denirse densin, Fransız Devrimi’nden Sovyet, Çin, Vietnam ve Küba Devrimi’ne kadar tüm devrimler ne kadar kötülenirse kötülensin, ulusal baskıya karşı başkaldırılar ne kadar lanetlenirse lanetlensin, tarihsel gerçekler yerli yerinde durmaya devam eder.
Dersim’de bir “isyan” olmadığını söylemek, hatta ordunun asker kayıplarının “çok az” (100 civarında), ama halktan katledilenlerin “çok fazla” (20 ile 50 bin arasında) olmasından
yola çıkarak, Dersim’de “soykırım” yapılmıştır sonucuna ulaşmak, olayların tarihsel gerçeklerini saptırmaktan başka bir şey değildir.
Elbette bizler, “tarihçi”, “arşiv araştırmacısı” vb. değiliz. “İlk ateş”in kimin tarafından, nerede ve neden atıldığını da saptamak durumunda değiliz. Biz, tarihsel olayların, diyalektik yöntemle tahlil edilmesini ve tarihsel materyalizm temelinde yorumlanması gerektiğini söylüyoruz. Tarihsel materyalizmin en bilinen temel ölçütlerinden birisi de, tarihin, sınıf mücadelelerinin tarihi olduğudur. Ve yine tarihsel materyalizm, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak ulusların ortaya çıktığını ve ulusal devletlerin kurulduğunu; uluslara yapılan baskıların er ya da geç bir ulusal direnişe yol açtığını açık-seçik biçimde ortaya koyar. Tarihsel materyalizm, devrimci terör ile karşı-devrimci terörün, ulusal baskı ile ulusal ayaklanmaların, haklı savaşlar ile haksız savaşların bir ve aynı kefeye konulamayacağını öğretir. Tarihe tek doğru yaklaşım da budur.
Yazıyı bitirmeden önce son olarak, AKP’nin Dersim olaylarına ve Dersim katliamına böylesine “büyük ilgi” göstermesinin hiç de şaşırtıcı olmadığını söylemek istiyoruz. Recep Tayyip Erdoğan’ın Necip Fazıl Kısakürek’in “
Son Devrin Din Mazlumları” kitabına yaptığı gönderme, çok açık biçimde laik Cumhuriyet Türkiyesi ile kesin ve nihai bir hesaplaşmanın ileri bir hamlesidir. Cumhuriyet’in yaptığı Dersim katliamıyla bu gerçeğin gözden kaçırılması da, şeriatçıların, laik-cumhuriyetle kesin ve nihai hesaplaşma hesaplarını ön plana çıkararak Cumhuriyet Türkiyesi devletinin sınıflı bir toplumun üstyapısını oluşturduğunu ve milliyetçilik temelinde inşa edildiğini gözden kaçırmak da yapılabilecek en büyük yanlışlardan birisidir.
Dipnotlar
[1*] Ayşe Hür, 16 Kasım 2008 tarihli Taraf gazetesinde yayınlanan uzun makalesinde şöyle yazar: “Kendilerini Şafi Kürtlerden ayırmaya özen gösteren Kızılbaş (Alevi) Dersimlilerin etnik kimliği tartışılan bir konudur. ‘Erken Dersimliler’ denilen Kırmanclar birçok kaynakta ‘proto-Ermeni’ olarak tanımlanmaktadır. İddialara göre, Ermeniler tarih içinde büyük ölçüde Aleviliğe geçmiş, ama Surp Sarkis, Gağant, Zadik, Vartavar gibi eski inanç ve geleneklerini kendi içlerinde yaşatmaya devam etmişlerdir. ‘Geç Dersimliler’ ise Zazaca (Dımıli) konuşan Şeyh Hasananlılar (Abbasan, Ferhadan, Karabalan, Kureyşan) ve Seydanlılar (Kalan, Kevan, Koçan) aşiretleridir. Ancak Zazacayı Kürtçenin bir lehçesi sayanlar hepsinin kimliğini Kürt olarak tanımlarken, Zazacayı Kürtçeden ayrı bir dil olarak değerlendirenler Zaza ve Kürt şeklinde iki farklı etnik kimlikten söz edilmesi gerektiğini savunurlar.”
[2*] Tenkil:Düşman veya zararlı kimseleri topluca ortadan kaldırma.
[3*] İbrahim Kaypakkaya, Türkiye’de Milli Mesele, 1971.
[4*] İbrahim Kaypakkaya, Türkiye’de Milli Mesele, 1971.
[5*] Bu tür “destekler” sadece bu konularla sınırlı değildir. Örneğin, Ayşe Hür, yazısında General Abdullah Alpdoğan’ı şöyle tanımlar: “Alpdoğan Paşa, 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını gaddarca bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı ve aynen kayınpederi gibi çok sert bir askerdi.”
Recep Tayyip Erdoğan’da benzer bir yol izler: “1936-37-38-39’da toplam 13 bin 806 kişinin öldürüldüğü bu resmi belgede ifade ediliyor. Bakın deprem felaketinden bahsetmiyorum. Öldürülenlerden bahsediyorum. Belgenin altındaki imza çok ilginç Faik Öztrak dahiliye vekili, yani İçişleri Bakanı.” (CHP Tekirdağ milletvekili Faik Öztrak’a gönderme yapmaktadır.)
Bir başka örnek olarak, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in KCK operasyonlarında tutuklanan Prof. Dr. Büşra Ersanlı’ya ilişkin “profesör hanımefendinin 80 öncesi gençlik yıllarına bakın. Akrabalarının kim olduğunu, eniştesinin tutuklu olduğunu göreceksiniz” sözleri verilebilir.
Böylece tarihsel olaylar çok yalın biçimde “genetik” konusu haline getirilmektedir.