Turgut Özal’ın, pek şahsına münhasır olmasa da, Türkiye için yeni ve alışılmadık olan bir “yönetim tarzı” vardı. Muhalefetin “devlet adamı ciddiyeti”yle bağdaşmadığını söylediği T. Özal’ın “yönetim tarzı”, bir yanıyla ülke içi siyasetin gündemini “incir çekirdeğini doldurmayan” konularla doldurabilmesi, diğer yanıyla sivil ve askeri bürokrasinin tüm “temayülleri”ne rağmen, belli ölçüde ve planlı biçimde “kendince” davranmasıydı. Bu “yönetim tarzı”yla, bir yandan muhalefet partilerini “küçük Turgut’la oynasınlar” diyerek küçümserken, diğer yandan şortla askeri tören birliğini “selamlayarak” “ilklere” imza atmış biri olarak kabul edildi.
Pek çok “yağdancısı”, Özal’ın “vizyon sahibi” olduğunu, ülke tarihinde böylesine “vizyon sahibi” hiç kimsenin bulunmadığını söylerken, pek az kişi onun “vizyon”dan öte bir “misyon” sahibi olduğundan söz edebildi.
“
24 Ocak Kararları”nın (1980) ürünü olan, 12 Eylül askeri darbesiyle “ekonomiden sorumlu devlet bakanı” olarak ortaya çıkan ve nihayetinde “dört eğilimi” (sağcı, solcu, milliyetçi ve şeriatçı) birleştirdiğini ilan ettiği ANAP’ı kurarak, 12 Eylül sonrası yapılan “ilk genel seçim”den birinci parti çıkarak, askeri yönetimden sivil yönetime geçiş sürecinin başbakanı oldu.
1980 borç krizi koşullarında ve IMF gözetimi altında dış borç faiz ödemelerinin güvenceye alınmasını sağlayan 24 Ocak Kararları’yla işçilerin, köylülerin ve devlet memurlarının (günümüzün “moda” söylemiyle “kamu emekçileri”nin) reel gelirleri keskin biçimde düşerken, T. Özal, Demirel’i aratmayacak nitelikte “veciz” bir sözle, “benim memurum işini bilir” diyerek rüşveti meşrulaştıracak bir “
pragmatizm”in temsilcisi oldu.
12 Eylül askeri darbesi öncesinde Erbakan’ın MSP’sinden İzmir milletvekili adayı olmuş “eski” bir “ümmetçi”nin “pragmatizmi”, pragmatizm sözcüğünü bile yaşamı boyunca hiç duymamış insanlar üzerindeki etkisi büyük oldu. 1980 dünya borç kriziyle piyasaya sürülen “neo-liberalizm” teorileri de, küçük-burjuva solcu aydınların “zihniyet dünyası”nı karma karışık etti.
ANAP’ı kurmadan önce ABD’de yaptığı “staj” sonrasında, “
image-maker”ların gözetim ve denetimi altında yürütülen yoğun bir “medyatik” propagandayla “pragmatist” politikaları uygulamaya sokan Özal, ekonomide “ihracata yönelik sanayileşme” söylemi altında emperyalizmin “neo-liberal” ekonomik, toplumsal ve politik hedeflerine ulaşmasının ortamını yarattı.
Devlet memurlarının aldığı rüşvet, bir çeşit “hizmet için ödenen bahşiş” olarak görülürken, “işbitirici yuppiler” sahneye çıktı. IMF talimatıyla yürütülen özelleştirme uygulamalarıyla, önce “Boğaz Köprüsü” satıldı. Ardından sıra “Kamu İktisadi Teşekkülleri”nin (KİT’ler) satışına geldi ve “özelleştirme” adı altında KİT’ler satıldı. Artık değeri olan ya da olmayan her şeyin bir fiyatı vardı ve her fiyatı olan şey de satılığa çıkarılmıştı.
[1*]
İlk satılanlar, 1980 öncesinde yükselen devrimci harekete “yamanmış” “sol”cular oldu. Bu “dönek” takımını, “ben yapmazsam, nasıl olsa bir başkası yapacak” diyerek en ahlaksız işleri bile yapmaya soyunan ikinci bir “dönek” dalgası izledi.
Henüz “frak” giymemiş olan M. Belge’nin, “soyut bir gelecek için somut bugünden vazgeçilemez” “düsturu”, bu “dönekler” tarafından öncelikle toplumun sol kesimine kabul ettirilirken, “milli eğitim” sistemi baştan ayağa değiştirildi, İngilizce eğitim veren özel okullar ve özel dershaneler yerden mantar gibi bitmeye başladı. Böylece “Türk istikbalinin evlatları”, pragmatist temelde “köşe dönmeci” bir zihniyetle yeniden biçimlendirilmeye başlandı.
Eski dönemlerin, “gelen ağam, giden paşam” sözünde ifadesini bulan pragmatist “Türk istikbalinin evlatları”, “kedinin görevi fare tutmaktır, fare tuttuğu sürece renginin önemi yoktur” düsturu ile “mikro”laştırılmış yaşamın her hücresine “nüfuz” ettiler.
Pragmatizm, köşe dönmecilik, Makyavelizm vs.’nin de, “serbest pazar ekonomisi”nin de ne olduğu bile bilinmezken, repo-ters repo yapmak, bono-tahvil-hisse senedi alıp satmak ve böylece “rüşvet” yoluyla ya da “gayri meşru” başka yollarla kazanılmış paralar piyasa ekonomisinin hizmetine sunuldu. Her şey “köşe dönmek” için, her şey “yüksek enflasyondan korunmak” için piyasaya sürülürken, anne-babalar çocuklarına verdikleri okul harçlıklarını nasıl “akıllıca” kullanabileceğinin öğütlerini veriyorlardı. 12-15 yaşındaki çocuklar, bu “akıl”la “döviz büroları”nın önünde arz-ı endam ettiler.
Her şey “yeni”ydi, her şey alınıp satılıyordu. Bu ortamda Mevlana keşfedildi: Dün dün ile gitti cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım!
Tüm bu sürecin “mimarı” olarak görülen Özal, “bir koyup üç almak” adına Amerikan emperyalizminin Irak işgaline gönüllü olarak katılmaya çabaladı. Günümüzün “popüler” söylemiyle, “derin devlet”in müdahalesiyle, o zamanın söylemiyle “Atatürkçü askerler”in direnişi yüzünden bu emeline ulaşamadıysa da, “Türk istikbalinin evlatları” “bir koyup üç alma”nın olanaklı olabileceğini zihinlerine kazıdılar.
Bu sürecin en tipik özelliği, “aşağıdaki sınıflar”ın eğitim görmüş bireylerinin devşirilmesi oldu.
[2*] Osmanlının “yeniçeri düzeni” bir kez daha cisimleşirken, halkın “solun temsilcisi” olarak kabul ettiği SHP’nin, 1989 yerel seçim zaferinden sonra “yeme sırası bize geldi” diyerek “solcular”ın insafsızcasına belediyelerde rüşvet yarışına girmesi, halkın sola olan güveninin son zerrelerini de yok etti. Pragmatist zihniyet, böylece solu da potasında eritti.
Böylece “piyasa”, “allah korkusu” olduğu için “insaflı” olacağı varsayılan şeriatçılara kaldı.
Bu ortamda, Erbakan’ın MSP’si, yeni adıyla Refah Partisi, Ankara ve İstanbul belediye başkanlığını kazanarak, 1995 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkarak, “yükselen değer” haline gelmeye başladı. Artık şeriatçı kesimler de “icra mevki”ne yükselmişlerdi. Özal pragmatizmi, Erbakan oportünizmiyle birleşerek, Ankara’da Melih Gökçek’in ve İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde yeni bir “vizyon ve misyon” ortaya çıkardı.
Bu pragmatizm-oportünizm çiftleşmesinden doğan “islamcı vizyon ve misyon” anlaşılmadan, AKP’nin icraatlarını ve günümüzdeki siyasal gelişmeleri anlamak olanaksızdır.
“T.C.’nin ilk müslüman cumhurbaşkanı” Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak” sözleriyle başlayan ve “neo-liberal” küçük-burjuvaların alkışlarıyla sürdürülen “Kürt açılımı”ndan KCK operasyonlarına nasıl gelindiyse, Gazze “hamiliği”nden İsrail karşıtlığına ve İsrail karşıtlığından ABD’nin füze kalkanına “evsahipliği” yapılmasına öyle gelinmiştir. Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Beşar, zulümle abad olunmaz”dan
[3*], “devlet adına” Dersim katliamı için “özür dileme”ye sıçrayışı da aynı niteliktedir.
Bu sıçrayışta “pro-aktif” bir yaklaşım varmış gibi görünse de, gelişmeler, tefeci-bezirganların “kervan yolda düzülür” zihniyetinin bir yansısı olarak “doğalmış gibi” “algı”lanmaktadır. Oysa “doğal” olan, Erdoğan hükümetinin pragmatist-oportünist niteliğidir. “Doğalmış gibi” görünen ise, olağan siyasal süreçlerin günün koşullarına uygun olarak yeniden biçimlendirilmesidir.
Erdoğan hükümetinin “pro-aktif dış politikası”, diğer ifadeyle “emperyal dış politikası”, tipik bir pragmatist-oportünist zihniyetin ürünüdür. Hiçbir biçimde öngörüye ya da ön düşünceye dayanmamaktadır. Tümüyle
kendi dışında gelişen olaylara eklemlenmek ve eklemlendiği oranda buna uygun söylemler geliştirmekten ibarettir.
Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’da tüm Baas rejimlerini ortadan kaldırmaya yöneldiğini, geç de olsa “algı”lamışlardır. Bu “algı” çerçevesinde, ortaya çıkan ya da çıkacak olan “fırsatlar”dan (
oportunity) yararlanmaya çabalamaktadırlar. Bu konuda Suriye olayı çok kapsayıcıdır.
Geçen yılın sonlarına kadar “komşularla sıfır politika” adı altında Suriye’deki Beşar Esad yönetimiyle “ortak bakanlar toplantısı” yapan AKP hükümeti, emperyalist ülkelerin Libya’daki tutumu karşısında “hizaya” gelmiş ve “önalmak” (pro-aktif) adına, olasılık olmaktan çok gerçeklik olduğuna inandıkları emperyalizmin Suriye operasyonunun taşeronluğuna soyunmuştur.
Pragmatist-oportünist AKP yönetimi, emperyalizmin Suriye operasyonunda önaldıkları koşulda, yağmadan pay alabileceklerini hesaplamışlardır. Ordu içinde “yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesini ciddiye alan kesimlerin büyük bölümünün tasfiye edilmesi ve kalanların sindirilmesi ile Özal’ın Irak konusunda yapamadığını yapabileceklerine “kani” olmuşlardır. Bu “kanı”, Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması olayının bir benzerinin olabileceği varsayımıyla desteklenmiştir.
Buna göre, giderek dozu artırılan “sert söylemler”le Suriye yönetimi tehdit edilecek ve Suriye sınırına gidecek “yüksek yetkili”nin (ki bu, kesinkes Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası olmayacaktır) “nihai” açıklamasıyla, “tarih tekerrür edecek”, Beşar Esad tasını-tarağını toplayarak iktidarı bırakacaktır!
Eğer “tarih tekerrür etmezse”, Suriye sınırına yığınak yapılacak, “insani koridor” adı altında “Suriye sınırında tampon bölge oluşturmak” amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri “sınırlı bir harekât” için harekete geçirilecektir. Böylece sınırları nereye kadar gideceği önceden bilinmeyen bir Suriye müdahalesi gerçekleşecektir.
“Doğal olarak”, Suriye’deki Baas rejimi Türkiye’nin müdahalesiyle çökmüş olacağından, Suriye’nin paylaşılmasında “arslan payı” da Türkiye’ye, dolayısıyla “islamcı sermayeye” düşecektir.
Buraya kadar her şey “doğal” seyrinde giderken, birden bire Suriye’deki Baas rejiminin “şii” olduğu, “alevi” olduğu ve hatta “Nusayri” olduğu anımsanmıştır. Recep Tayyip Erdoğan, 15 Eylül 2011’de yaptığı bir röportajda Suriye’de “Alevi-Sünni çatışması çıkmasından kaygı duyduğunu” söyleyerek, kervanı bir kez daha yolda düzmeye başlamıştır.
Böylece Suriye’de baş göstereceği kabul edilen “Alevi-Sünni çatışması”nın Türkiye’ye yansıyacağı “kanı”sına ulaşılmıştır. Bu “kanı”yla, bu çatışmanın Türkiye’ye yansımaması için bir şeyler yapılması “lüzumu” ortaya çıkmıştır.
İşte bu “lüzum” üzerine, Dersim olayları Recep Tayyip Erdoğan tarafından gündemin ilk sırasına çıkartılmıştır.
Her ne kadar Dersim bölgesi, Kürt bölgesiyse de, “asıl kimliği”nin Alevilikten geldiği varsayılır. Bu nedenle, “Sünni” Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dersim hamlesi”, “Alevi-Sünni kardeşliği” olarak “algı”latılmaya çalışılmaktadır. Eğer bu “algı” tutarsa, Suriye müdahalesiyle ortaya çıkacak olan bir “Alevi-Sünni çatışması”nın, basit bir “mazlum halk-zalim Esad” çatışması gibi sunulabileceği düşünülmüştür. Bütün “dert”, Türkiye Alevilerinin “Sünni” Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında Sünnileri “dost ve kardeş” olarak bellemelerinin sağlanmasıdır.
Bu yolla, “bir taşla iki kuş” vurabileceklerini de hesaplamışlardır. Bir taraftan, olası Suriye işgalinin ülke içinde yaratacağı tepki (“Alevi-Sünni çatışması”) pasifize edilirken, diğer yandan Dersim katliamının “gerçek sorumlusu” “Kemalistler”in Alevilerle olan “tarihsel ittifakı” çökertilecektir.
Siyaseten yapılan bu “hamle”lerin, şüphesiz asıl amacı, Türkiye üzerinden Suriye’ye yönelik askeri müdahalenin yolunun açılmasıdır. İçte “Alevi sorunu” bir ölçüde yatıştırıldığı koşullarda, “milliyetçi-maneviyatçı-mukaddesatçı” halk çoğunluğunun desteğiyle, Suriye’nin “mazlum halkının zalim Esad yönetiminden kurtarılması” için askeri harekâtın düğmesine basılacaktır.
Nasıl ki, “baba Esad”, Türkiye’nin askeri tehdidi karşısında A. Öcalan’ı sınır dışı etmek zorunda kaldıysa, “oğul Esad” da askeri tehditle iktidarı bırakacaktır! Eğer “yüksek yetkili”nin sınırda yapacağı “nihai konuşma”yla Beşar Esad iktidarı bırakmazsa, “Türk ordusu gereğini yapacaktır”. Zaten, “bir Türk dünyaya bedel”dir!
AKP’nin “emperyal dış politikası”nın yapıcıları ve yandaşları, “Ortadoğu’nun en büyük ordusu” olduğu ilan edilen Türk Ordusu’nun askeri saldırısı karşısında Suriye ordusunun fazlaca direnemeyeceğini de varsaymaktadırlar. Bu nedenle de, Türk Ordusu’nun askeri müdahalesinin mutlak sonuç vereceği kabul edilmektedir.
Oysa savaşta taraflar, “soyut birer kavram olmaktan çıkıp, bireysel devletler ve hükümetler olunca, savaş da teorik olmaktan çıkıp kendi öz yasalarına göre gelişen bir eylem haline” girer.
[4*] Bu durumda, “düşmanın” teslim olması kadar direnmesi de olasılık haline gelir. “Düşman”ın direncini kırmak içinse, onun askeri güçlerinin ya tamamen ya da direnmesini olanaksız kılacak ölçüde imha edilmesi gerekir.
Bugün Suriye ordusu, 215 bin askerden oluştuğu, 3.700 T-72 vb. Sovyet tankı, 6.600 zırhlı personel taşıyıcısı ve 241 savaş uçağı olduğu tahmin edilmektedir.
[5*] Bunun karşılığında Türk ordusunun, 620 bin askerden oluştuğu, 4.300 tanka, 6.600 zırhlı personel taşıyıcı ve 302 savaş uçağına sahip olduğu tahmin edilmektedir.
Bu tahmini bilgilere göre, Türk ordusu kesin bir sayısal üstünlüğe sahiptir. Ancak Suriye’ye yönelik bir askeri işgal harekâtında en önemli unsur, Suriye’nin elinde bulunan tankların ve savaş uçaklarının etkisiz hale getirilmesidir. Bunun en güvenlikli yolu, bu savaş araçlarının hareketsizken yerde imha edilmesidir. Amerikan emperyalizminin Irak saldırılarında görüldüğü gibi, bunun yapılabilmesi için de, ağır bombardıman uçaklarıyla askeri üslerin vurulması, askeri gücünün belli ölçüde imha edilmesi önemlidir. Türk ordusunun elinde avcı-bombardıman uçakları olmakla birlikte, ağır bombardıman uçakları mevcut değildir. Yani Türk ordusu, Amerikan emperyalizminin yaptığı gibi, ağır bombardıman sonrasında kara harekâtına girişebilecek askeri donanıma sahip değildir. Bu yüzden, Suriye ordusunun tanklarının, zırhlı personel taşıyıcılarının ve savaş uçaklarının imha edilmesi, doğrudan bir çatışmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Bu da, olası bir savaşta ağır kayıplara neden olabilecektir.
Öte yandan Suriye’nin elinde balistik
Scud füzelerinin bulunması da, kayıp olasılıklarını artırıcı niteliktedir. Ayrıca unutulmaması gerekir ki, Suriye ordusu, asıl olarak büyük bir askeri güce sahip olan İsrail’in olası saldırısına göre silahlandırılmıştır.
Bu koşullarda, Türk ordusunun, ABD’nin taşeronu olarak tek başına Suriye’yi işgale kalkışması, Suriye’deki
Baas iktidarının direnme kararlılığına bağlı olarak büyük kayıplara yol açabilecek özelliklere sahiptir. Dolayısıyla, savaşın uzama ve bir yıpratma savaşına dönüşme olasılığı da yüksektir. Bu durumda, Libya’da görüldüğü gibi, ABD’nin ağır bombardıman uçaklarıyla harekâta katılması zorunlu ve kaçınılmaz olmaktadır.
Bunların yanında, Türk ordusunun başka bir ülkeye yapılacak bir saldırıya uygun bir konumlanışı olmadığı gibi, geniş çaplı bir saldırı için gerekli lojistik desteğe ve cephaneye de sahip değildir. Tüm bunların saldırı öncesinde tedarik edilmesi, gerekli yığınağın yapılması da gereklidir. Türk ordusunun “envanteri”ndeki silahların büyük çoğunluğunun ABD üretimi olduğu göz önüne alındığında, bu yığınağın ancak ABD’den alınacak yeni malzemelerle gerçekleştirilebileceği açıktır. Bütün bunlar, yoğun bir savaş hazırlığını gerektirir.
Şüphesiz, “kervan yolda düzülür” zihniyeti açısından, tüm bu savaş olasılıklarının “kıymet-i harbiyesi” yoktur. Bu zihniyet sahipleri (AKP ve yandaşları), “baba Esad”a yaptıklarını yaparak sonuç alınabileceğini varsaymak durumundadırlar.
Bu da bir olasılıktır. Irak’da Saddam yönetiminin ve Libya’da Kaddafi yönetiminin elindeki askeri potansiyeli kullanamaması ya da kullanma iradesi göstermemesi, bu olasılığı öne çıkartmaktadır. Ama aynı biçimde, işgal sonrasında Irak’ta gelişen direniş de fazlaca olası görülmemiştir. Dolayısıyla, savaşta tek bir durum, tek olasılık yoktur.
Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dersim çıkışı”, CHP’ye bir “gol” atmaktan çok, Suriye işgaline karşı içerdeki muhalefeti parçalama ve azaltmaya yönelik bir girişimdir. Savaş ise, doğrudan Amerikan emperyalizminin kendi koşullarına göre belirleyeceği bir durumdan ibarettir.
Amerikan emperyalizmi açısından, AKP iktidarının Suriye’ye yönelik “yoğun baskı”sının “sonuç” getirici olması da, olmaması da çok önemli değildir. Eğer “yoğun baskı” sonuç verirse, Amerikan emperyalizminin Irak ve Afganistan işgalleriyle “yıpranan imajı” daha fazla yıpranmamış olacaktır. Yok eğer “yoğun baskı” bir sonuç vermezse ve saldırı kendileri için kaçınılmaz hale gelirse, bu durumda AKP iktidarının “öncü” olmaktaki hevesi ve isteği, kendi kayıplarının en aza indirilmesinin bir aracı olacaktır. Bu da, “pişmiş kestaneyi ateşten maşayla almak”tan başka bir şey değildir.
Türk ordusunun Suriye’ye olası saldırısı, Enver Paşa’nın “Sarıkamış Harekâtı”ndan sonraki ilk saldırı harekâtı olacaktır. “Resmi tarih”e göre, 1699’da başlayan ve 1923’e kadar süren Osmanlının çöküş aşamasındaki sürekli toprak kaybı da, ilk kez “toprak kazanımı” olarak “tarihe” geçecektir!
Böyle bir “tarih” karşısında AKP ve mehteran takımının nasıl bir “huşu” içinde olabileceği de tahmin edilebilir.
[6*]
Bütün bunların, “milliyetçi-maneviyatçı-mukaddesatçı” duyguların “şahlanışına” yol açacağı da açıktır. Öte yandan Amerikan emperyalizmiyle kol kola, iç içe, sarmaş dolaş yapılacak bir Suriye işgalinin de, Özal pragmatizmiyle yetişmiş küçük-burjuvalar tarafından Türkiye’nin “küresel oyuncu” olduğu şeklinde “algı”lanacağı da kesindir.
Tüm bu “algı” içinde ve şovenizmin yükselişi yanında, “Kürt sorunu”nda da yeni “senaryolar” devreye sokulmaya çalışılacaktır. Olası Suriye saldırısı ortamında PKK’nin “arkadan vurması”nın önlenmesi için “hükümet değil, devlet görüşmesiyle” PKK’yle “uzlaşmaya” gidilebilecektir. Öte yandan Suriye Kürtlerinin, olası bir saldırı koşullarında, Irak işgali sırasında Barzani yönetiminin yaptığı gibi, “iç destek gücü” olarak kullanılması ihtiyacı, PKK “sorunu”nda ABD’nin devreye girmesini gündeme getirecektir. Böylece Barzani’nin mantığı içinde PKK’nin Suriye saldırısına destek vermesi sağlanmaya çalışılacaktır.
Bu mantık, Özal’dan günümüze kadar tüm toplum kesimlerine yayılmış olan pragmatist-oportünist mantıkla örtüşmektedir. Bu nedenle, Recep Tayyip Erdoğan’ın bir zamanlar seslendirdiği “
win-win” söylemiyle PKK’nin “ikna edilmesi” de, hem kolay olacaktır, hem de fazlaca yadırganmayacaktır.
[7*]
Bilinmelidir ki, Türk ordusunun Suriye saldırısının olası başarısı, Türkiye’de şovenizmin doruğa ulaşmasına ve şeriatçı vesayetin mutlak egemenliğine yol açarak, ülkede karanlık bir dönemin başlamasına yol açacaktır. Bu nedenle, AKP’nin “Kürt açılımı”nı destekleyenler de, Dersim katliamını gündeme getirmesinden hoşnut olanlar da bu karanlık dönemin hem sorumlusu, hem de mağduru olacaklardır.
[8*]
Şüphesiz bir başka olasılık ve seçenek de vardır. Bu olasılık, Suriye saldırısının ağır kayıplara yol açarak toplumsal tepkilerin yükselmesine yol açmasıdır. Ama devrimci seçenek olmadığı sürece, yükselen tepkiler kolayca pasifize edilebilecektir. Önemli olan saldırganlığa karşı çıkmak değil, saldırganla mücadele etmek ve onu yenilgiye uğratmaktır.
Dipnotlar
[1*] “Kendileri meta olmayan vicdan, onur vb. gibi şeyler, sahipleri tarafından satışa çıkarılır hale gelirler ve böylece bir fiyatları olduğu için meta biçimini alırlar. Demek ki, bir şeyin değeri olmadığı halde, bir fiyatı olabilir.” (Karl Marks, Kapital, Cilt: I, s. 117.)
[2*] “… ortaçağda katolik kilisesinin, toplumsal durumuna, doğumuna ve servetine bakmaksızın, kilise hiyerarşisini ülkenin en iyi beyinlerinin oluşturması, dinsel egemenliği kurup sağlamlaştırmasının ve halkı ezmesinin başlıca yollarından birisi olmuştur. Yönetici sınıf, yönetilen sınıfın en önde gelen kafalarını ne kadar fazla bünyesi içersinde eritebilirse, egemenliği o denli sağlam ve o denli tehlikeli hale gelir.” (Karl Marks, Kapital, Cilt: III, s. 532.)
[3*] Erdoğan’ın 15 Kasım 2011 tarihli bu konuşması şöyledir: “Cezaevlerinde binlerce siyasi tutuklu bulunduran Beşar, sen Türk bayrağına saldıranları da bulup gereken cezayı vermek durumundasın. Son dönemde kendi halkına karşı savaş açanların nasıl trajik bir sona ulaştıklarını Beşar Esad da görmeli. Kendisine hatırlatıyorum: Zulümle abad olunmaz, mazlumun kanı üzerine gelecek inşa edilmez. Aksi takdirde tarih bu tür liderleri kanla beslenen liderler olarak anar. Ve Esad sen de şu anda o sayfayı açmaya doğru gidiyorsun. Mazlumların ahını alanlar er yada geç bedelini öder.”
[4*] Clausewitz, Savaş Üzerine, s. 52.
[5*] “Tahmin edilmektedir”, çünkü savaşta taraflardan birisinin gücünün tam olarak bilinmesi diğer tarafa üstünlük sağlar. Bu nedenle, devletlerin sahip olduğu askeri güç konusunda kesin bilgiler “sır”dır.
[6*] Bilineceği gibi, mehter marşlarının en ünlülerinden birisinde şöyle söylenir: “Ceddin deden neslin baban/Hep kahraman Türk Milleti/Orduların pek çok zaman/Vermiştiler dünyaya şan”. AKP yönetimi, yıllar boyu mehter takımı eşliğinde yapılan İstanbul’un Fethi törenlerinde yer almışlardır. Onların bu mehter marşını dinlerken “huşu” içinde olduklarından şüphe edilemez. Başka ülkeleri işgal ederek, “dünyaya şan” verdiklerine de inandıkları kesindir.
[7*] 12 Eylül 2010 Anayasa Referandum’unda açıkça görülebilen bu mantık, kendi amacına ulaşmak için bir başka halkın ezilmesine kayıtsız kalmaktan ibarettir. Anayasa Referandumunu AKP’nin kazanması durumunda, HSYK aracılığıyla tüm yargıyı denetime alacağı ve bu yolla Türkiye’de ağır bir “vesayet” döneminin başlayacağı çok açıkken, PKK referandumu “boykot” ederek AKP’nin kazanmasına olanak tanımıştır. PKK için önemli olan “demokratik özerklik”in “devlet” tarafından kabul edilmesidir. Bu kabul edildikten sonra, diğer halkın (“Türkler”) nasıl bir baskı koşullarında yaşayacağı önemli değildir. “Kürt sorunu” çözümlendiğinde ülkenin kendiliğinden “demokratikleşeceği”ne inanan bazı küçük-burjuva aydınları, bu pragmatist mantığı hoşgörmüşler ve onaylamışlardır. Unutturdukları tek şey ise, ulusal sorun demokratik biçimde çözümlenmediği sürece, ülkenin demokratikleşmesinin olanaksız olduğudur.
[8*] Son günlerde Taraf gazetesinde PKK ile “devlet”in görüşmelere başladıklarına ilişkin haberler yer almaya başlamıştır. Taraf gazetesinin “derin” bilgi kaynaklarında dayandırılan bu “haber”lere göre, Suriye olayları nedeniyle “devlet” ile PKK’nin Kandil’de yaptıkları görüşmelerde “ilerlemeler” kaydetmiştir. Yine 25 Kasım 2011 tarihli Taraf gazetesinde, PKK’nin “Eller bir süreliğine tetikten çekildi” açıklamasına yer verilmiştir. Görülen odur ki, Suriye’ye yönelik askeri harekat olasılığı arttıkça, “üçüncü bir ülkenin gözlemcisi”nin katılımıyla “devlet”-PKK görüşmeleri sürmektedir. Amaç, tıpkı 12 Eylül 2010 referandumu ve 12 Haziran 2011 seçimleri öncesinde PKK’nin “eylemsizlik” içinde tutulmasına benzer biçimde, Suriye “harekâtı” öncesinde PKK’yi “eylemsiz” hale getirerek, AKP’nin zor durumda kalmaktan kurtarılmasıdır. Eğer Taraf gazetesinin “derin haberi” doğrulanırsa, açıktır ki PKK, bir kez daha, kendi amaçlarına ulaşabilmek için her yolu meşru görmüş olacaktır.