Dünyanın her yerinde, özellikle geri-bıraktırılmış ülkelerde silahlı devrimci örgütler, legaliteyi (mevcut düzenin yasallığını) ve legal mücadele biçimlerini esas alan, hatta tek yol olarak gören legal (yasal) sol örgütleri, devrimin
barışçıl yollarla gerçekleştirileceği umudunu yarattıkları, dolayısıyla oportünist ve revizyonist örgütler oldukları için kıyasıya eleştirmişlerdir. Özellikle Latin-Amerika’da pek çok silahlı devrimci örgüt, legalizmi esas alan “resmi komünist parti”lerinden koparak silahlı mücadeleye girişmişlerdir.
Silahlı devrimci örgütlerin ortaya çıkmasıyla birlikte eski güçlerini ve soldaki “tekellerini” yitirdiklerini gören legal “sol” partiler, silahlı devrimci örgütleri, “kitlelerden kopuk” olmakla, “kitle çalışmasını küçümsemekle” suçlamışlardır. Çokluk legal (yasal) kitle örgütlerinin kilit noktalarını ellerinde bulundurduklarından ve küçük-burjuva sol aydınlar üzerinde etkin olduklarından, silahlı devrimci örgütlerin bu kitle örgütlerinde çalışmalarını ve etkili olmalarını önlemek için her türlü yolu ve yöntemi (ihbarcılık dahil) denemişlerdir.
Genel olarak bu legalist örgütlerin “devrim anlayışı”, ekonomizmden türemiştir.
Bilineceği gibi, ekonomizm, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Rusya’-daki marksist hareket içinde ortaya çıkmış bir sapmadır. Bu sapmaya göre, kitleleri bilinçlendirmek ve örgütlemek için öncelikle ekonomik gerçeklerin (fabrika yaşamının vb.) teşhiri ile işe başlanılmalıdır. Bu teşhirler çerçevesinde kitlelerin ekonomik (ve demokratik) talepleri için mücadeleye geçilecektir. Elle tutulur, somut sonuçlar veren bu mücadele içinde kitleler mücadele bilincini (Lenin’in tanımıyla “sendikal bilinç”) ve örgütlü olmanın üstünlüğünü kavrayacaklardır. Bu aşamadan sonra, sıra,
ekonomik mücadeleye siyasal nitelik kazandırmaya gelir. Ekonomizme göre, “Hükümet, polisi ve jandarmayı karşılarına çıkarır çıkarmaz, kitleler, bir grevden sonra, ya da hiç değilse birkaç grevden sonra, kısa vadeli siyasal istemleri anlamaya başlar”.
[1*] Bir başka tanımla, ekonomik mücadele siyasal mücadeleye (ekonomist bakış açısından kısa ve orta vadede elle tutulur, somut sonuçlar vaat etmeyen bir mücadele) dönüşür. Ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleye dönüşmesiyle birlikte siyasal grevler, siyasal mitingler gerçekleştirilir ve sonal olarak
genel grev örgütlenir.
“Genel grev”, ekonomizm için siyasal iktidarı ele geçirmenin en temel ve en belirleyici aracıdır. “Genel grev” sonucunda siyasal düzen çöker ve yıkılır. Böylece devrim, barışçıl “genel grev”in sonucunda gerçekleşir. Ama tarihte bu “barışçıl yol”la gerçekleşmiş bir tek devrim bile yoktur.
Her durumda ekonomizmin temel sloganı şudur: “
Özlemi duyulacak olan mücadele, mümkün olan mücadeledir, ve mümkün olan mücadele belli bir anda verilmekte olan mücadeledir.”
[2*]
Tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde legaliteyi esas alan “sol” örgütlenmeler de benzer bir bakış açısına ve çalışma tarzına sahiptirler. Ekonomizm ile bu legalist örgütler arasındaki tek fark, Rus Devrimi öncesinde iktidarı ele geçirmenin temel aracı olarak “genel grev” kabul edilirken, Rus Devrimi’nden sonra “silahlı ayaklanma” temel alınmaya başlanmıştır. Bu da uluorta ifade edilmez, sadece “gizlilik” düzeyinde dile getirilir. Yine de kendilerinin ekonomist bakış açısına sahip olmadıklarını kanıtlamak için, kendi çizgilerini “Sovyetik Ayaklanma Stratejisi” olarak (elbette “gizlilik” koşuluyla) sunarlar.
Lenin’in
Ne Yapmalı? kitabında açıkça ortaya koyduğu gibi, ekonomizm,
kendiliğindenciliğin kabulü ve kuramlaştırılmasıdır. Bu yüzden, dünyanın her yerinde kendiliğinden gelişen mücadele süreçlerinde ekonomizm şu ya da bu oranda ortaya çıkar.
Bir “sol” örgütlenmenin nasıl ortaya çıktığına bakarak konuyu açalım.
Bir ülke düşünelim.
Bu ülkenin tarihinde devrimci mücadelenin yürütüldüğü bir dönemin bulunup bulunmaması fazlaca önemli değildir. Söz konusu olan, tarihsel olarak ilk başlangıç noktasında olan ya da büyük bir “yenilgi”nin sonrasında yeniden başlamak noktasında olan bir devrimci ya da “sol” örgütlenmedir.
Örgütlenmeye başlayabilmek için, herşeyden önce devrimin gerekliliğinin bilincinde olan ve devrim yapmak amacını güden insanların varlığı gerekir. Bu insanların deneyimli olup olmamaları, bilgi ve teori düzeylerinin yüksek olup olmamaları önemli değildir. Önemli olan kitleleri örgütlemektir.
Bu insanların “kitleleri örgütlemek” için yapacakları ilk iş,
kitlelerin içine girmektir. Elbette şu ya da bu insan topluluğunun oluşturduğu bir “kitle” söz konusu değildir. Söz konusu olan kitle, düzenin şu ya da bu biçimde değişmesi gerektiğini düşünen, mevcut düzenden hoşnut olmayan, ona tepki gösteren insanlardan oluşur. Bu nedenle de ilk örgütlenme faaliyeti için gidilecek kitle bu özelliklere sahip insanlardan oluşur. Bu “kitle” bilinçli bir sürecin ürünü olmaktan çok kendiliğinden gelişen bir sürecin ürünüdür. Çokluk da, mevcut düzenin izin verdiği, hoş gördüğü “muhalefet” kesimleridir.
Ülkemiz somutunda, gerek 12 Mart sonrasında, gerek 12 Eylül sonrasında ilk “toplumsal muhalefet” sanat ve edebiyat çevrelerinde ortaya çıkmıştır. Şu ya da bu biçimde dışarda kalmış “ilerici, demokrat ve solcu” aydınlar bir araya gelerek belli “etkinlikler” düzenlemişlerdir. Bu etkinlikler sanatsal içerikli, düzenin sanatsal eleştirisini yapan etkinlikler olarak ortaya çıkmıştır. Toplumsal düzene karşı olanlar, düzenin değişmesi gerektiğini düşünenler, düzenden hoşnut olmayanlar bu etkinliklere katılarak “toplumsal muhalefet”in bir parçası haline gelirken, aynı zamanda bu “sanatsal muha-lefet”in gelişmesini sağlarlar.
Burada egemen olan söylem, dil, sözcüğün tam anlamıyla Ezop dilidir, “arif olan anlar”. Terimler ve terminoloji sanatsal içeriktedir. Sözcüklerin özel anlamları sol bakış açısının ifade edilmesinin aracıdır. Dünyanın her yerinde toplumsal mücadelelerin ilk evresinde hemen her zaman yazarlar ve sanatçıların en önde yer alması böyle gerçekleşmiştir.
Mevcut düzenin yasal (legal) sınırları belli ölçüde genişletmesiyle, yani bu tür “toplumsal muhalefet” hareketlerine göreceli olarak daha hoşgörülü davranmasıyla birlikte bu “sanatsal muhalefet” kendisini siyasal bir “muhalefet”e dönüştürmeye başlar. Her zaman olduğu gibi ilk yapılan iş, mesleki örgütlenmelerin oluşturulmasıdır. “Sanat ve kültür merkezleri”, “sanatçılar birlikleri” vb. dernekleşmeler bu ilk adımın somut ifadeleridir.
Bu aşamada Ezop dili yavaş yavaş terk edilir. Söylenecek sözler daha belirgin bir siyasal terminolojiyle ifade edilmeye başlanır. Bu gelişmeye karşı mevcut düzenin “tepki-si”ne bağlı olarak, siyasal söylemden siyasal örgütlenmeye geçilir.
Siyasal örgütlenme, tartışmasız legal, yani mevcut yasaların sınırları içinde bir örgütlenmedir. Mevcut yasalar siyasal partilerin kurulmasına olanak tanıyorsa, açıktır ki, bu “sanatsal muhalefet” “birleşik sol parti” oluşturmak için toplantılar düzenlemeye başlar. Bu toplantılarla “sanatsal muhalefet” siyasal nitelik kazanır. Yasal gereklilikler yerine getirilir getirilmez
legal parti kurulur.
Buraya kadar herşey, mevcut düzenin yasaları tarafından belirlenmiştir. Doğal olarak kurulan legal parti de yasaların “emrettiği” çerçevede hareket eder. Ülkemizde olduğu gibi, yasalar, örneğin “Kürt sorunu”nu suç kabul ediyorsa, bu legal parti de “Kürt sorunu”ndan uzak durur. Yasalar ya da “koşullar” “Kürt sorunu”nun konuşulmasını suç olmaktan çıkardığında, legal parti de “Kürt sorunu” konusundaki görüşlerini açıklar.
Elbette bu “sanatsal muhalefet”in “toplumsal muhalefete” ve daha sonra “siyasal partiye” dönüşme süreci küçük-burjuva sol aydınlarının bir çeşit “kadrosal” hareketi durumundadır. “Kitle çalışması” yapmak isteyen değişik “sol” oluşumlar da burada yer alırlar. Pek çok yeni “sol kadro” bu süreçte ortaya çıkar.
Bu süreç, henüz “sanatsal muhalefet” durumundayken bile, “işçi ve emekçi kitlelerle” bağ kurmaya, onları kendi hareketlerinin içine katmaya çalışır. Bu yönüyle işçi örgütleri (sendikalar), yönetsel düzeyde de olsa, bu “sanatsal muhalefet”in bir parçası haline gelirler. Dolayısıyla bu süreçte oluşturulan legal parti, daha ilk andan itibaren “sanat ve kültür” çevrelerinin yanında, sendikalarla da ilişki halindedir. Ajitatif ve slogancı söylemle ifade edersek, legal parti, küçük-burjuva aydınlarını ve işçi sendikalarını saflarına katmıştır.
Bundan sonraki aşama, bu legal partinin (ya da sıklıkla olduğu gibi partilerin) gelişmesi, yaygınlaşması ve “geniş halk kitlelerini kucaklaması” aşamasıdır. Artık planlı, programlı bir çalışma süreci başlamaktadır. İşte legalizmin sorunu da burada başlar.
Sorun, “Ne Yapmalı?” sorunudur.
“Ne Yapmalı?” sorunu, ilk anda legal partinin düzenlediği toplantılara ve “gecelere” olabildiğince çok kişinin katılımını sağlama sorunu olarak ortaya çıkar. Ne ve nasıl yapılmalıdır ki toplantılara “coşkulu kalabalıklar” katılabilsin?
Alışılageldiği üzere, “coşkulu kalabalık”ın katılımı için “popüler” kişiler öne çıkartılır. “Sanatsal muhalefet” kökeninden gelen “popüler sanatçılar” toplantılarda sahne alır, “geceleri” aydınlatır! Bu “popüler” kişilerin öne çıkartıldığı afişler, el ilanları hazırlanır, şu ya da buradan sağlanmış “gençler” bu afişleri asar, el ilanlarını dağıtır.
Amaç, legal partinin (ya da legal bir “dernek”in) toplantılarına “büyük katılım” sağlayarak bir “çekim merkezi” görünümü kazanmaktır. Bir kez “çekim merkezi” olduğu “algı”sı oluşturulduğunda, kendilerini “solun tek adresi” olarak sunarlar. Devrimci mücadeleye sempati duyan, mevcut düzene karşı tepkisini ifade etmek isteyen vb. her kişi bu “çekim” gücüne yönelecektir. Böylece de sayısal olarak büyüme sürecine girilmiş olacaktır.
Toplantıları toplantılar, “geceleri” “geceler” izler. Bu sırada kendiliğinden gelişen ekonomik, demokratik ya da siyasal olaylar karşısında legal parti (ya da “dernek”, “çevre”, “inisiyatif”, “kollektif”) taraftarları ellerine aldıkları pankartlarla, koltuk altlarına yerleştirdikleri bildirilerle “olay yerinde” hazır ve nazır olurlar. Böylece her türlü toplumsal ve siyasal soruna karşı ne kadar “duyarlı” olduklarını, ne kadar bu sorunları “kendi sorunları” olarak gördükleri cümle aleme gösterilir.
Ancak bütün bunlar “yeterli” değildir. Legal parti (ya da diğerleri) olarak siyasal yönlerini daha fazla ortaya koymak ve siyasal düşüncelerini daha geniş kesimlere yaymak gereği duyar. Alışılageldiği üzere, bu amaçla, ilk aşamada aylık ya da iki aylık bir dergi ya da haftalık bülten çıkartılmaya başlanır. Artık
belli aralıklarla düzenlenen toplantı işlerinin yerini derginin basımı ve dağıtımı gibi
düzenli ve sürekli işler alır. Bu sürekli işler, “mühim işler” olarak sunularak yeni katılan “gençler”in harekete geçirilmesinin aracı olur.
Eğer ülkede nispi bir demokratik ortam mevcut ise, kaçınılmaz olarak yerel ya da genel seçimler gündeme gelir. Bu da legal parti (ya da diğerleri) için yepyeni “ufuklar” açar, daha geniş kesimlere ulaşma “umudu” yaratır. Ama “ser”de “solculuk”, “komünistlik” ve hatta “maoist”lik vardır. Öyle birden ve açıkça “seçim zaferi”nden söz edilemez. “Seçimler sadece toplumsal duyarlılığı ölçmeye yarayan bir araç” olarak gösterilir. Seçimlerle mevcut düzenin “değişmeyeceği” daha ilk “seçim beyannamesi”nde ilan edilir. Ama denilir, seçimler de siyasal mücadele için “legal olanaklar sunar, daha geniş kesimlere ulaşmayı sağlar”. “Bu nedenle” derler, “seçimlere katılmak gerekir”!
Bir seçimi bir diğer seçim izler. Genel seçimler olmazsa yerel seçimler vardır, o da olmazsa “muhtar seçimleri”. Sendika kongreleri de bu seçim treninin bir vagonu olarak görülür. Şurada kazanılan bir belde belediye başkanlığı, burada kazanılan bir muhtarlık ya da şu sendika şubesi seçiminde yönetime seçtirilen bir ya da birkaç kişi, “büyük özverilerle yürütülen parti (vs.ler) çalış-ması”nın “büyük başarısı” olarak kabul edilir.
Bu arada dünyanın en bilinen ve en bilinmeyen yörelerindeki “devrimci” gelişmeler an be an izlenir. Her gelişme, büyük coşkuyla sunulur ve kendilerinin, “bugün değilse yarın”ki zaferlerinin bir ifadesi olarak kabul ettirilir. Tüm bunlar “umudu büyütmek” olarak sloganlaştırılır.
Bu durumda ve koşullarda “beklenen şey” ya da “özlemi duyulan şey”, kitle mücadelelerinin gelişmesi ve yükselmesidir. Elbette tüm faaliyetler böyle bir “şey” için yürütülmektedir, ama “tarih”, bu yapılanlarla “özlenen” gelişmeyi sağlamamaktadır. Doğal olarak kendi dışlarında (ki buna “nesnel koşullar” da denilebilir) ortaya çıkacak gelişmeler beklenir.
Ve birden bir “olay” gelişir. Bir ekonomik grev, bir öğrenci eylemi “özlenen mücadele” olarak ortaya çıkar. “Umutlar” büyür. Ekonomik grevin tüm işkollarına yayılması, öğrenci eyleminin tüm üniversitelerde başgöstermesi beklenir. Bu amaçla “kadrolar” seferber edilir, bildiri üzerine bildiri yayınlanır, “yayın organları”nın sayfaları bu eylemlerle ilgili haberlerle, röportajlarla ve coşkulu yorumlarla doldurulur.
Bir süre sonra, ekonomik grev ya da öğrenci eylemi, kendiliğinden başladığı gibi kendiliğinden biter. “Olay”lar geçer, yeni bir kendiliğinden “olay” patlak verene kadar unutulur gider.
Tüm bu zaman içinde “niyet” iyidir! Hep bir şeyler
olması, bir şeylerin gelişmesi ve sonuçta devrimin
olması beklenmektedir. Ama
devrim yapmak hiç akla gelmemiştir. Sadece “bu kez” olmamıştır, gelecek sefere “inşallah”!
Burada durup şu sorulabilir: “Niyet” iyi olsa da, tüm bu yapılanların hangisi devrimin gerçekleştirilmesine yönelik planlı ve programlı bir faaliyetin parçasıdır? Hangi taşın üstüne taş, tuğlanın üzerine tuğla konulmuştur? Hiç!
Sadece zaman geçirilmiş, elde olan “kadrolar”ın bir bölümü elde tutulabilmiştir. Ekonomizmin söylemiyle, “mümkün olan mücadele belli bir anda verilmekte olan mücadeledir”. Bu da verilmiştir!
Bu anlattığımız süreç hiçbir biçimde devrimci nitelikte siyasal ya da ideolojik bir süreç değildir. Tümüyle boş, anlamsız, ama “dolu” ve “anlamlı”ymış gibi “algı”lanan bir süreç söz konusudur.
Ülkemizin yakın tarihine baktığımızda, en revizyonist, pasifist ve oportünist örgütlenmenin bile belli bir planı ve programı olduğunu görürüz. Söylem düzeyinde bile olsa belli bir terminolojiye ve ideolojik bir kavrayışa sahiptiler. Bugün bunların “esamesi” bile okunmamaktadır. Bunun nedeni de, yaşanılan süreçteki ideolojisizleşme ve depolitizasyonun soldaki yansısıdır ve
kendiliğindenciliğin kabullenilmişliğidir.
Bu kabulleniş öylesi boyutlara ulaşmıştır ki, Che’nin legalizmin niteliğini ve sınırlarını tanımladığı şu değerlendirmesi bile onlara tanıdık gelmez:
“Dar kapsamlı seçim çekişmeleri; şurada burada seçimi kazananların başarıları; iki milletvekili, bir senatör, dört belediye başkanı, halkın üzerine ateş açılarak dağıtılan büyük çapta bir gösteri; bir öncekine göre bir iki oy farkıyla kaybedilen yeni bir seçim; kazanılan bir grev, kaybedilen on grev; bir adım ileri, on adım geri; belli bir kesimde zafer, bir diğerinde on kez bozgun... Sonra birdenbire oyunun kuralları değişir, herşeye yeniden başlamak gerekir.
Bu tutum neden ileri geliyor? Halk enerjisini neden hep böyle boşuna harcıyor? Bunun tek nedeni var: Bazı Amerika ülkelerinde ilerici güçler taktik hedefler ile stratejik hedefleri korkunç bir şekilde birbirine karıştırıyorlar, küçük taktik sorunlarda büyük stratejik hedefler görmek istemişlerdir. Bu önemsiz saldırı mevzilerini ve elde edilen küçük kazançları, sınıf düşmanının temel hedefleri olarak göstermeyi bilen gericiliğin akıllıca davrandığını kabul etmeliyiz.
Böylesine büyük hatalar işlenen ülkelerde, halk hiçbir değeri olmayan eylemler için son derece büyük fedakarlıklar pahasına her yıl alaylarını seferber eder. Bunlar düşman topçusunun ateşine maruz kalan geçici mevzilerdir.
Bu mevzilerin adı, parlamentodur, kanuniliktir, yasal ekonomik grevdir, ücret artışıdır, burjuva anayasasıdır, bir halk kahramanının serbest bırakılmasıdır... Ve işin en kötü tarafı şudur ki, bu mevzileri elde etmek için bile, burjuva devletinin oyun kurallarını kabul etmek ve bu tehlikeli siyasal oyuna katılmak iznini alabilmek için de uslu ve aklı başında insanlar olduğumuzu, hiçbir tehlike arz etmediğimizi; örneğin kışlalara ve trenlere saldırmak, köprüleri uçurmak, katilleri ve işkence uzmanlarını cezalandırmak, dağlara çıkıp ayaklanmak ya da yumruklarımızı sert ve kararlı bir biçimde kaldırarak, Amerika’ya son kurtuluş mücadelesinin kesin müjdesini vermek gibi tehlikeli işlerle bir alış-verişimizin olmadığını ispat etmek lazımdır.”
İşte legalizmin ve kendiliğindenciliğin geldiği düzey öylesine boyutlara ulaşmıştır ki, kendisine “devrimci” diyenler bile Che’-nin böylesine önemli saptamasına yabancılaşabilmiştir.
“Oyunun”, yani legalizmin kuralları vardır. Che’nin açıkça belirttiği gibi, bu “oyunu” oynamak isteyenler, bu “oyuna” katılabilmek için bu kurallara uymak zorundadırlar. En temel kural, silahlı mücadeleden uzak durmaktır.
Bu “oyunu” böyle oynamayacaklarını söyleyenler de çıkacaktır. Bir yandan “oyunun kurallarına” uyarken, diğer yandan silahlı devrimci mücadelenin kitleler üzerindeki etkisinden yola çıkarak silahlı eylem yapmayı ihmal etmeyerek de bu “oyunu” oynuyormuş gibi görünebilirler. Legaldeki “militanlar”, eski DY’nin teorize ettiği gibi, legal mücadele içinde (polisle çatışarak, kısa dönemli tutsaklıklar yaşayarak) “pişerken”, illegal “militanlar” (“askeri aparat”) silahlı eylemleri gerçekleştirirler. Ancak tüm bu “çok yönlülük”, baştan itibaren politik-askeri bir stratejik bakış açısına sahip olmadığından, devletin baskısı yoğunlaştıkça bir ikilemle yüzyüze gelirler: Ya legalite ya da illegalite. Sonuç, her zaman olduğu gibi, legalizmin egemenliğidir.
Bugün ülkede “öfke”nin büyümesiyle “umut”lar yeniden “büyütülmeye” başlanmıştır. 29 Ekim ve 10 Kasım’daki gelişmeler “ulusalcı” kesimleri “umut”landırırken, ODTÜ olayları “solcu”ları “umut”landırmıştır. Ama henüz “ne ve nasıl yapmalı” sorusunun sorulduğu bir gelişme mevcut değildir. Herşey kendiliğinden gelişmelere “endeks”-lenmiştir. Egemen sınıfların baskı aygıtı olan devlet ve devletin (polisin dışındaki) zor güçleri bir yana itilmiştir. Polisin “biber gazı” ile yaptığı saldırılar “orantısız güç kullanımı” olarak “algı”latılmaktadır. Hiç kimse, hiçbir legal oluşum, mevcut düzenin gerçek “gücü”nü aklına bile getirmemektedir. Akla getirilmediği için de, “umulan” büyük kendiliğinden gelişmeler karşısında bu “güç”ün harekete geçirilmesi durumunda ne yapılacağı da unutulup gitmiştir. Daha da vahim olanı, “umudu büyüt”mekten söz edilirken, “umulan” gelişmeler karşısında devletin artan baskısı karşısında politik-askeri örgütlenmenin unutulmuş olmasıdır.
Görülen o ki, bu kendiliğindenlik içinde legalitenin sınırlarına ulaşılmadan ve legalizmin pasifizmini yaşamadan politik-askeri bir örgütlenmenin gerekliliğinin bilinci bir yana, “farkındalığı”nın bile kısa vadede ortaya çıkamayacağıdır.
Dipnot
[1*] Lenin şöyle yazar: “... baylar, sosyal-demokratların görevinin iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak olduğu yolundaki iddianızda zekice olan hiç bir şey yoktur; bu, sadece bir başlangıçtır ve sosyal-demokratların temel görevi değildir; çünkü, Rusya dahil, bütün dünyada, iktisadi mücadeleye siyasal nitelik kazandırmaya ilk kalkışan, çok kez, bizzat polis olmuştur; hükümetin kimi desteklediğini kavramayı işçiler kendileri öğreniyorlar.” (Ne Yapmalı?, s. 94.)
[2*] Lenin, Ne Yapmalı?, s. 62.