Her şey daha çok belirginleşiyor, netleşiyor. Neyin ne olduğu, kimin kim olduğu, olayların neden ve nasıl ortaya çıktığı, ne yönde gelişeceği daha açık hale geliyor. Şeriatçılığın ne olduğu daha anlaşılır hale gelirken, laikliğin neden gerekli olduğu (az da olsa) daha net görülebiliyor. AKP’nin “takiyye” yapmaya gereksinimi kalmadıkça, önündeki engellerin tek tek ve kolayca yok olduğunu gördükçe pervasızlaşması, “niyetin”in, “amacın”ın ne olduğunu daha açık görünür kılıyor. Kimsenin “yaşam tarzına müdahale etmedik” diye gürleyen “başbakan”, artık kolayca yaşam tarzı dikte edebilir hale geliyor. Her “yeni yaşam tarzı” dikte etmeye yöneldiğinde, bu “yaşam tarzı”nın şeriatçı bir “tarz-ı hayat” olduğu daha da belirginleşiyor.
Öte yandan, belli belirsiz AKP iktidarının “ülkenin hayrına” olmadığını düşünen, zaman zaman “takiyye” yaptığını, giderek “şeriat düzenine” geçileceğini söyleyen, ama bir türlü söylediklerine inanamayan, inanamadığı için de “bir şey” yapmaktan uzak duran insanlarda öfke birikiyor. Son olaylarda (tiyatrocuların “isyanı”, THY kabin görevlilerinin grevi vb.) bu öfkenin giderek büyüdüğü net olarak görülüyor.
“Popüler kültür”le ünlenen, varlığını “popüler kültür”e borçlu olanlar bile (örneğin Ayşe Arman) “kendi” yaşam tarzını savunma adına politize oluyor.
Kürtaj olayında olduğu gibi, yukardan verilmiş (ne demekse!?
[*]) haklar “İslami hayat tarzı”na uygun olarak teker teker ortadan kaldırılıyor.
AKP iktidarı, önündeki engellerin ortadan kalktığını gördükçe ne kadar pervasızlaşıyorsa, o kadar da paniğe kapılıyor, yapmak istediklerini birden ve hemen yapmaya kalkıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın söyleminde görüldüğü gibi, bu panik ve hemen yapma çabası, giderek faşist uygulamaları (ki buna “Batı” dünyasında “
islamofaşizm” adı veriliyor) belirginleştiriyor.
Öfke birikiyor.
AKP iktidarı ile AKP karşıtları arasındaki çatışma dinamikleri büyürken, AKP’nin mevcut yasalar çerçevesindeki “zor” uygulamaları yeterli olmaktan çıkıyor. Mevcut, yani eski dönemden devraldığı yasal çerçeve AKP iktidarı için yeterli olmaktan hızla çıkıyor. Kaçınılmaz olarak yeni yasalar çıkarmak, eski yasal çerçeveyi tümüyle ortadan kaldırmak zorunda kalıyor. Bu da, yasallık ile meşruiyet arasındaki “ince sınırı” giderek belirgin bir çizgi haline getiriyor. Diğer bir deyişle, AKP, çıkardığı her yeni yasayla “siyasal zor”u daha fazla kullanmaya yönelirken, bugüne kadar arkasına sığındığı eski düzenin meşruiyetini de o ölçüde yitirmeye başlıyor.
Bugüne kadar “zor” ya da “siyasal zor”dan söz edildiğinde, sadece ve sadece “askeri zor”u gören ve anlayan kitleler açısından, AKP’nin eski yasal çerçeveye dayanan “zor”u kolayca anlaşılabilir olmamıştır. Hatta pek çok durumda bu “zor” meşru kabul edilmiştir. Şimdi, bu meşruiyet ortadan kalkmaktadır, ama “zor” belli “yasalara” dayandığından, hala “zor” olarak kabul edilmekten uzaktır.
Hala bazı protesto eylemlerine karşı gösterilen “orantısız güç kullanımı” ya da “aşırı biber gazı kullanımı” somut “zor” uygulaması olarak görülüyor. Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat vb. operasyonların dayandırıldığı “yasal temel” nedeniyle, bu operasyonlar, belli bir “karşıt kesimin” siyasal zor ile ortadan kaldırılması olarak görülmüyor.
Yönetimin askerileştirilmesiyle uygulanan “siyasal zor”a karşı “siyasal zor”a (devrimci şiddet yöntemlerine) başvurmayı meşru ve haklı kabul eden sol, bu türden “yasal zor” karşısında elini kolunu bağlamış durumdadır. Uygulamaların açık siyasal zor olduğu konusunda, ne kendisini, ne de başkasını ikna edememektedir. İkna olmadıkları için de, gelişen ve giderek yaygınlaşan siyasal zor karşısında ne yapacaklarını bilemez haldedirler.
Elbette “ne yapılacağının bilinememesi”nin tek ve temel nedeni bu değildir.
Temel neden, 12 Eylül sonrasında başlayan ve giderek yaygınlaşan “her türlü şiddete karşı olmak” türünden bir anlayıştan türemektedir. “Nereden ve kimden gelirse gelsin her türlü şiddete karşı” olmak şeklinde formüle edilen ve dilden dile, zihinden zihne, kuşaktan kuşağa aktarılan bu anlayış, gelişen siyasal zor karşısında ilerici, demokrat, yurtsever ve hatta devrimci unsurların elini kolunu bağlamış, hareketsizleştirmiş ve düzenin “yasallığı” içinde hareket etmek zorunda kalan zavallı “marjinaller” haline getirmiştir.
Ama “düzenin yasallığı” sabit ve değişmez değildir. Bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkelerde bu “yasallık” sürekli değişir ve her seferinde eski ortadan kaldırılır, yeni bir yasal çerçeve oluşturulur. Dolayısıyla bir dönemin “yasallığı” içinde hareket edenler, bu “yasallığı” her şeyin temeline yerleştirenler, yasal çerçevenin değiştiği koşullarda birden boşluğa düşerler. Kendileri eski “yasallık” içinde ve bu “yasallığın” kurallarına göre “oynarken”, yeni yasal çerçeveyi oluşturanlar oyunun kurallarını çoktan değiştirmişlerdir. Eski “yasallık” varmış gibi hareket edildikçe, yeni yasal çerçeve kendi siyasal zoru için daha fazla meşruiyet kazanmayı sürdürür. Yeni yasal çerçeve kendisini yerleştirip pekiştirdikten sonra ise, eski yasallığın oyuncuları boşluğa düşerler. Varoluşlarını borçlu oldukları eski yasallık artık yoktur. Yok olduğu için de, kendi varoluşlarının anlamı da kalmaz. Yeni yasallığa uyma çabası ise, bilmedikleri bir oyunu, bilmedikleri kurallarla oynamaya kalkmak demektir. Doğal olarak da, bu oyunda yenilgi kaçınılmazdır.
Bugün AKP, eski yasal çerçeveyi büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. “Yeni anayasa” söylemleriyle yeni bir yasal çerçeve yaratmaya çalıştığı da kesindir. Ancak 12 Eylül 2010 referandumuyla eski yasal çerçevenin büyük ölçüde ortadan kalktığı gerçektir. AKP’nin uygulamaya soktuğu kendi yasal çerçevesinin temel dayanağı ise, gerici kitlelerden elde edilen “sayısal meşruiyet” ve “muhalefet”e karşı artan oranda açık
yasal-siyasal zor uygulamaktır.
AKP’nin bugün için hala karşıtlarına karşı uyguladığı siyasal zorda “yasal” görüntüye gereksinme duyması, kendi yasal çerçevesini
tam olarak yaratamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Ama öte yandan bu “yasal” görüntünün kendisinin elini kolunu fazlaca bağlamadığı da ortadadır.
Mevcut yasalara (kendisinin sayısal çoğunluğa sahip olduğu meclisten geçirdiği yeni yasalar da dahil) dayanarak, özellikle “CMK 250. Madde”ye dayanarak uyguladığı siyasal zor, “askeri zor”dan başkasını “siyasal zor” olarak görmeyen bir sol zihniyet karşısında kendi meşruiyetini kendi kendine sağlayabilmektedir.
Churchill’in “sabah vakti kapınız çalındığı zaman kapınızı çalanın sütçü olduğundan emin olduğunuz rejimin adı demokrasidir” sözünü içselleştirmiş bir “yasal sol” (nam-ı diğer “legalist sol”) AKP’nin siyasal zorunu meşrulaştırırken, “sabah vakti” “sütçü”den başkası kapıyı çaldığında bunlara karşı direnmeyen, direnmeyi aklının ucundan bile geçirmeyenler de siyasal zoru meşrulaştırmışlardır.
Tarihsel olarak, egemenlerin siyasal zoruna karşı
siyasal zora başvurmak tüm ezilenlerin, baskı görenlerin meşru hakkıdır. Bu meşru hak, açıktır ki, egemen sınıfların siyasal zorunun gayrı meşru olmasının bir ifadesidir.
Toplumda AKP iktidarına karşı tepki değil, öfke büyürken, AKP’nin siyasal zorunun dizginlenemez bir boyutta olduğu bilinip görünürken, neden buna karşı direnilmediği, buna zor araçlarıyla karşı durulmaya çalışılmadığı pek de anlaşılır bir durum değildir.
Anlı-şanlı generallerin, genelkurmay başkanının, aldıkları “devlet terbiyesi” içinde “sabah vakti” kapılarını çalan “sütçü” olmayan kişilere kuzu kuzu teslim olmaları, evlerinin altının üstüne getirilmesine karşı direnmemeleri, ne olduğunun pek önemi olmayan “iddialar”la tutuklanmaları, belki anlaşılabilir bir şey kabul edilebilir. Ama uygulamanın açık ve net bir
siyasal zor olduğu tartışmasız bir gerçektir.
Şüphesiz bu anlı-şanlı generallerden, genelkurmay başkanından, hatta “zinde güçler” denilen teğmenlerden, yüzbaşılardan Resneli Niyazi olmalarını beklemek boş bir hayaldir. Ama onlara karşı yapılanların açık siyasal zor olduğunu görmemek de tam anlamıyla hayal (“sanal”) dünyasında yaşamaktır. Yıllar boyu 1 Mayıs’larda (toplam olarak) binlerce “temsili gerilla” yürütenlerin (bugünkü adlarıyla “tek tipler” ya da “sancak bölüğü”), nasıl olup da bu “binler”den beş-on gerilla çıkartamadıklarının gerçekliği de burada yatmaktadır.
Herhangi bir “legalist” ya da “legal” “sol” yayın açıp bakıldığında, hemen hepsinin ne kadar kitlesel olduklarına ilişkin bolca yazılarıyla karşılaşılırken, nasıl “kadro” sıkıntısı çektiklerine ilişkin “yakınmaları”nın satır aralarına sıkıştırıldığı hemen görülecektir.
“Öğrenci ve gençlik eylemleri”nin merkezi İstanbul’dan Ankara’ya kayarken, “alanlara” çıkanların, çatışanların azlığı kadar, bu çatışmaların sadece “alanla” sınırlı kalması da bir başka olgudur.
Kesin olan gerçek şudur ki, AKP’nin giderek artan ve kendi yasallığını kendi çıkardığı yasalarla sağlayan siyasal zoruna karşı silahlı direniş, siyasal zorla karşı çıkma eylemi bir yana, düşüncesi bile ortalıkta görülmemektedir. Bugün Türkiye’nin temel sorunu, AKP’nin yasallığını, meşruiyetini tümüyle sayısal çoğunluğuyla sağlamaya çalıştığı siyasal zoruna karşı
kitlesel ve devrimci siyasal zorun gündeme gelmemesidir.
En keskin sol yapılar, “silahlı mücadele savunucusu” sol örgütler, bugün artık silahtan, devrimci şiddetten söz etmez hale gelmişlerdir. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bu “dönüşüm”ün temelinde, devrimci şiddeti sadece oligarşinin faşist milis güçlerinin siyasal zoruna karşı “meşru müdafaa” aracı olarak gören, oligarşinin askeri zoru karşısında “yenilgiyi” kaçınılmaz kabul eden bir zihniyet yatmaktadır. Bu zihniyet, geniş ve yaygın biçimde faşist milis saldırıların söz konusu olmadığı bir ortamda devrimci şiddete başvurmayı “tarihsel yanılgı” ya da “küçük-burjuva maceracılığı” olarak görür hale gelmiştir (Birincisi DY’nin, ikincisi “illegal” TKP’nin mirasıdır). Bu nedenle de, ortada faşist milis saldırıları bulunmazken iktidarların uyguladığı siyasal zor, “oligarşinin siyasal zoru” olarak kabul edilmemektedir.
Bu teorik-ideolojik “dönüşüm” elbette tek belirleyici değildir. “Globalizm” propagandalarıyla paralel gelişen ekonomik ve toplumsal dönüşüm Türkiye’nin “çağ atladığı” inancını yaratmıştır. Hatta kimi aklıevveller tarafından Türkiye’de “demokratik devrimin tamamlandığı” bile ileri sürülmüştür. Dünün solcuları, devrimcileri, bugünün babaları, anneleri, özenle çocuklarını (ve hatta torunlarını) devrimci mücadeleden uzak tutmaya çalışmışlardır. “Politik” olarak başlarını belaya sokmamaları için
apolitik kişiler olarak büyütmüşlerdir. 1980 öncesindeki devrimci mücadeleye ilişkin anlatılan “hurafeler” de silahlı mücadelenin karalanması için bir araç olarak kullanılmıştır.
Bugün eskiler de, yeni kuşaklar da, oligarşinin siyasal zoru karşısında çaresiz ve araçsız bırakılmışlardır. AKP’nin islamcı/şeriatçı bir yaşam tarzını dayatması ve buna ilişkin her türlü yasal düzenlemeyi gerçekleştirmesi karşısında “çağdaş, laik” kesimlerin öfkeleri ne denli artarsa artsın, dünden bugüne taşınan zihniyet ellerini kollarını bağlamaktadır.
Bugün AKP’nin siyasal zoruna karşı direnmekten uzak, hatta devrimci zoru aklına bile getirmeyen “ilerici, yurtsever ve devrimci” kesimler, kendilerini başka ülkelerdeki direnişlerle, silahlı eylemlerle ya da “sol seçim zaferleriyle” avutmaya çalışmaktadırlar.
Böylesi bir “sol”un AKP iktidarı tarafından uygulanan siyasal zorun ilk ve baş hedefi olamayacağı açıktır. “Biber gazı”ndan öte bir “şiddete” maruz kalmayan “sol” da, kendisi için “ilk ve baş düşman” ilan ettiği TSK’ya yönelik operasyonlarda “yedek güç” olarak sahnede yer alabilmektedir.
Bütün bunlar yine de açıklanabilir ve hatta “anlaşılabilir” şeylerdir. Anlaşılamayan ve açıklanamayan olgu ise, çelişkilerin her dönemkinden daha fazla keskinleştiği, kazanılmış (ya da “yukardan verilmiş”) hakların teker teker geri alındığı, daha tam ifadeyle, devrimin nesnel koşullarının olabildiğince mevcut olduğu bir ortamda, bireysel ya da grupsal düzeyde siyasal zora karşı silahlı direnme eğilimlerinin ortaya çıkmamış olmasıdır.
Bu eğilim ortaya çıkmadığı sürece, silahlı devrimci mücadelenin stratejik saptamaları ve deneyimleri de “yerli yerinde” kalmayı sürdürecektir.
Unutulmamalıdır ki, asgari bir örgütlülük olmaksızın hiçbir şey yapılamaz. Asgari bir örgütlülük ise, dünden ders çıkartarak, bugünü kavrayan ve yarını kurmak için mücadele eden insanların varlığıyla olanaklıdır. Dünü dünde bırakan, dünün dünle gittiğini kabul eden, bugün “yeni şeyler söylemek lazım” diyerek kendini avutan ve aldatan, yarınların “soyut bir gelecek” olduğuna inandırılan insanların böyle bir asgari örgütlülüğü yaratamayacağı açıktır.
Sorun, birisinin kendisini “solda tanımlaması” ya da “devrimci” olarak görmesi değil, kendisini devrimci olarak gören herkesin üstüne düşen tarihsel sorumluluğu yerine getirmek için mücadele edip etmeyeceğidir.
Türkiye devrimi, uzun bir devrimci mücadele deneyimine sahiptir. İdeolojik-teorik donanımı pek çok ülkeden çok daha gelişkin ve yüksektir. Artık olmadık “mücadele biçimleriyle” (“yoksullar hareketi”, “işsizler hareketi”, “kadın hareketi” vs.) kendilerine devrimci diyenlerin kendilerini aldatmalarına son verilmelidir. Polis pankartı altında 1 Mayıs “kutlaması” yapmayı içlerine sindirenler şüphesiz bu çağrımızın dışındadır. Onlar kendi seçtikleri “yaşam tarzı” içinde AKP’nin yeni “tarz-ı hayat”ının içinde yuvarlanıp gideceklerdir. Sözümüz, dayatılan islamcı-şeriatçı yaşam tarzına karşı direnmeye ilişkindir. Bu direniş, her ne kadar “laiklik” ekseninde bir eylem olarak görünse de, gerçeklikte demokratik devrimin gerçekleştirilmesi eylemidir.
Ancak böyle bir demokratik devrimle, laiklikten Kürt ulusal sorununa kadar tüm sorunlar çözümlenebilir. Asıl olan böyle bir devrimin gerçekleştirilmesi için, AKP’nin siyasal zorunu bertaraf etmek için devrimci hareketin öncüsü olabilmektir.
Dipnot
[*]
Şu demektir, “hak verilmez alınır”. Eğer bir hak, hak sahiplerince, yani kitleler tarafından mücadele edilerek kazanılmamışsa, “yukardan verilmiş hak”tır. Dolayısıyla, mücadeleyle kazanılmış, yani “aşağıdan elde edilmiş” bir hak olmadığı için “kazanılmış hak” olarak kabul edilemez. Bu yüzden, bu “yukardan verilmiş hak”lar, belli bir dönem sonunda, konjonktürel değişime bağlı olarak verildiği gibi kolayca geri alınır. Doğal olarak da, “kazanılmış hak” olmadığı için, yukardan verilen hakkın yine yukarıdan geri alınması karşısında “hak sahipleri” tepki göstermezler, sessiz kalırlar.
Bugüne kadar solun bellediği “hak verilmez alınır” sloganından anlaşılan budur. Örneğin kürtaj hakkı, 12 Eylül döneminde, 1983 yılında “yukardan” verilmiş bir haktır. Dolayısıyla aradan otuz yıl geçtikten sonra, başkaları tarafından (AKP) yine yukardan ortadan kaldırılabilir. Bunda şaşılacak bir durum yoktur!
Oysa tekil haklar için verilen mücadelelerle bir hakkın kazanılması ile, yine haklar için verilen mücadeleler sonucunda bir hakkın kazanılmaması, yani somut mücadelenin yitirilmesi de söz konusudur. Ancak somut bir mücadelenin (kimilerinin çok sevdikleri sözcükle bir “muharebenin”) kaybedilmesi, tüm savaşın kaybedilmesi demek değildir. Kürtaj hakkı, bir dönemdeki devrimci mücadelenin gözle görülmeyen sonuçlarından birisidir. “Üsttekiler”in, yeni bir dönemde bu sorunu bir mücadele konusu olmaktan çıkartmak amacıyla “çözme”ye yönelmiş olmaları, bu hakkın “yukardan” verildiği anlamına gelmemektedir. Ama ne yazık ki, sol hareketler, her zaman pragmatist olmayı yeğlemişlerdir. Eğer bir mücadelenin sonucunda “elle tutulur somut sonuçlar” ortaya çıkmamışsa, o mücadelenin başarısız olduğu kabul edilmiştir.