60’lı yılların sonları ile 70’li yıllar, toplumsal hareketlerin yükseldiği ve yayıldığı yıllar oldu. Bu yıllar, emperyalist burjuvazinin ideolojik ve siyasal egemenliğinin sarsıldığı, siyasal olarak tecrit olmaya başladığı,
sosyalist ideolojinin güçlendiği ve küçük-burjuva aydınları üzerinde kesin bir “hegemonya” kurduğu yıllardı.
80’li yıllar, emperyalizmin dünya çapında jandarmalığını yapan Amerikan emperyalizminin istemeye istemeye “efsanevi dolarını” devalüe ettiği, emperyalist sistem içindeki mutlak hegemonyasının sarsıldığı ve gittikçe sıklaşan ve şiddetlenen ekonomik bunalımlarla yüz yüze kaldığı yıllar oldu.
1980 dünya ekonomik bunalımı ve buna bağlı olarak emperyalizme bağımlı, geri-bıraktırılmış ülkelerde büyük bir “borç krizi”nin ortaya çıkması Amerikan emperyalizminin gerileyişini daha belirgin hale getirdi.
60’lı ve 70’li yıllarda, Avrupa’dan Amerika’ya, Asya’dan Afrika’ya kadar dünyanın her yerinde halk kitlelerinin
politize olduğu, eskisi gibi yönetilmek istemediği ve “yeni bir dünya için” silahlı mücadeleye giriştiği bu yıllarda, Amerikan emperyalizmi geriletildi ve saldırganlığı kesintiye uğratıldı.
Bunun sınucu olarak Amerikan emperyalizmi, uzun vadede kendi konumunu güçlendirmek ve yitirdiği “prestiji” yeniden kazanmak için de olsa, “
demokrasi projesi”ni geliştirdi ve geri-bıraktırılmış ülkelerdeki askeri yönetimleri tasfiye etmek zorunda kaldı. “Demokrasi Projesi” çerçevesinde kendisine bağlı küçük-burjuva aydınlarını harekete geçirdi. Geri-bıraktırılmış ülkelerden pek çok akademisyen, gazeteci, ekonomist ABD tarafından finanse edilen “eğitim” süreçlerinden geçirildi. Eğitimlerini tamamlayan küçük-burjuva aydınları “demokrasinin inşası” sloganıyla ülkelerine geri gönderildiler. Bu küçük-burjuva aydınları, ülkelerindeki askeri yönetimler tam olarak tasfiye edilmemiş olmasına rağmen, ayrıcalıklı konumlara getirildiler.
80’li yıllara gelindiğinde, Amerikan emperyalizminin bu geriletilişi karşısında Sovyetler Birliği Komünist Partisi kendi revizyonist “barış içinde bir arada yaşama” tezi için uygun bir ortamın oluştuğuna kanaat getirdi. Bu revizyonist tezlerle küçük-burjuva aydınlarını “kazanmayı” amaçlayan bir çizgiye (“
prestroyka” ve “
glastnost”) doğru evrildi. Bu da geri-bıraktırılmış ülkelerdeki emperyalizm yanlısı küçük-burjuva aydınlarını daha da güçlendirdi.
Böylece “
dün dün ile gitti cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” söylemi yaygınlaştı ve güçlendi.
Öte yandan 1980 dünya ekonomik bunalımı, emperyalist-kapitalizmin “irsi hastalığı” olan aşırı-üretim bunalımı olarak yaygınlaşmıştı. Emperyalizm, özellikle Amerikan emperyalizmi çok şiddetli bir “talep sorunu”yla yüzyüzeydi. Emperyalizmin ürettiği metalara “talep yaratma” sorunu, yani “pazar sorunu”
yeni-sömürgecilik yöntemleriyle şu ya da bu oranda çözümlenmeye çalışılmışsa da, 1980 ekonomik bunalımı bu çözümün de kendisini kurtaramadığını açıkça ortaya koydu.
1980 dünya ekonomik bunalımı, bunalımın yükünün geri-bıraktırılmış ülkelere aktarılması sürecinde emperyalist ülkelerdeki küçük ve orta sanayideki üretim araçlarının nispi bir yenilenmesine yol açtı. Bu da emperyalist ülkelerdeki aşırı-üretimi daha da artırdı ve “pazar sorunu”nu daha da şiddetlendirdi. Varolan pazarların toprak olarak genişletilmesi olanaksız olduğundan, tek seçenek mevcut pazarların genişletilmesiydi.
1950’den itibaren uygulanan yeni-sömürgecilik yöntemlerinin amacı da,
toprak olarak genişletilemeyen pazarların dikey olarak genişletilmesiydi. Bu da, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki “kapalı üretim birimleri”nin yıkılması, “pazar için üretim”in yaygınlaştırılması, kırsal nüfusun tasfiye edilerek kentlerde çok daha ucuz işgücünün yaratılması demekti.
Böylece geri-bıraktırılmış ülkelerde, mutlak olarak emperyalizme bağımlı temel sanayi kuruluşları kurulurken, diğer yandan bunlara bağımlı hafif ve orta sanayi (tüketim malları üretimi) belli ölçülerde geliştirilmişti. Fakat bu yeni-sömürgecilik yöntemi geri-bıraktırılmış ülkelerin ödeyemeyecekleri büyüklükte bir dış borçlanmaya yol açtı. Bu da 1980 dünya ekonomik bunalımının 1990’ların ortalarına kadar süren (yaklaşık 15 yıl) uzun ve şiddetli bir
“borç krizi”ne dönüşmesine neden oldu.
Emperyalist ülkelerdeki üretim araçlarının, özellikle
tüketim malları sektöründe nispi yenilenmesiyle ortaya çıkan büyük bir üretim artışı ve “borç krizi”nin yaratmış olduğu emperyalist sermayenin sürekli değer yitirmesi, hem metalar için, hem de sermaye için yeni ve daha kârlı pazarlara olan gereksinimi “acil” bir sorun haline getirdi.
İşte bu ortamda geri-bıraktırılmış ülkelerde “ekonominin liberalizasyonu” adı altında emperyalist tüketim mallarının ithalatı ve sermayenin “serbest dolaşımı” gündeme getirildi.
Dönem, tüketim dönemiydi. Geri-bıraktırılmış ülkelerdeki kentsel nüfus hızlı ve yaygın bir tüketime sokuldu. Herşey
hemen tüketilmeli ve her yeni gün yeni bir tüketime konu olmalıydı.
Böylece ideolojik ve siyasal planda egemenlik kurmaya başlayan “dün dün ile gitti cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” söylemi tüketimin itici gücü haline geldi.
Burjuva iktisadının ünlü “
beklentiler teorisi”, “medya” aracılığıyla tüketimi artırmanın ideolojik unsuru haline getirildi. Bu amaçla “medya”ya büyük yatırımlar yapıldı. ABD’de “eğitilmiş” pek çok küçük-burjuva aydını “medya”da işbaşı yaptı. Her gün, her saat değişen döviz kurları ve borsa endeksi bu süreci tamamladı.
Artık hergün yeni bir “gün”dü ve her yeni bir “gün”de yeni şeyler tüketmek lazımdı!
Böylesine ekonomik ve siyasal nitelikteki ideolojik saldırı, herkesi ve her kesimi pençesine aldı. Hemen herkes, her gün “yeni” şeyler tüketmeye ve “yeni” şeyler duymaya koşullandı.
Eski dönemde haftada bir ya da iki kez yazan “köşe” yazarlarının yerini haftanın hergünü “yazı” yazan “köşe” yazarları aldı. Borsa haberleri “medya”nın gözdesi oldu. Yemeden içmeye, iletişimden ulaşıma kadar herşey hergün “değişmek” durumundaydı. “Yeni bir şey” söylemeyen, “yeni bir şey” tükettirmeyen herşey bir yana itildi.
Sonuçta bu gelişme, büyük ölçüde ideolojisizleştirilmiş solu da pençesine aldı. Sol, sınıf bakış açısından, toplumsal özünden ve devrim hedefinden ayrıldı, “yeni bir şey söylemek lazım” söylemine teslim oldu. Sol eskidi, yeni bir “sol” ortaya çıktı.
Yeni “sol”un, artık yeni şeyler söylemesi lazımdı. Ama marksizm-leninizmi “aşan” yeni bir “sol” olanaksızdı. O zaman “yeni şeyler söylemek lazım”, “eski” solun eleştirisine ve yok edilmesine dönüşmeliydi ve öyle de oldu.
Önce insanlar, özellikle sol kitle, emperyalizmin “değiştiğine”, “eski” solun bunu “anlayamadığına”, “çağdışı” kaldığına, “dinozorlaştığına” inandırılmalıydı. Bu amaçla “yepyeni” teoriler ortaya atıldı. Antonio Gramsci’nin “sivil toplum” teorisi “yepyeni teori” ve söylem olarak piyasaya sürüldü. Bu “yepyeni” teori ve söylem daha sonraki yıllarda Antonio Negri’nin “
İmparatorluk” kitabı ile “taçlandırıldı”.
Ama asıl amaç, solun dünya görüşünün, yani marksizm-leninizmin “eskimiş” olduğunu, “yeni gelişmeleri kavramakta yetersiz” kaldığını belleklere kazımak ve marksist-leninist teoriye “kulak asılmaması”nı sağlamaktı. Bu da “yeni”, “yepyeni” bir şey söylemeyen herşeyin aşağılanması, küçümsenmesiyle sağlanmaya çalışıldı.
Örneğin, bir marksist-leninist (ya da bilimsel namusu olan bir ekonomist), “tüketim ekonomisi”ni kapitalizmin “irsi hastalığı” olan aşırı-üretimle ve bunun sonucu ortaya çıkan “pazar sorunu”yla açıkladığında, Marks’ın 160 yıl önce söylediği sözleri “yine-lemek”ten başka bir şey yapmamış olur. Dolayısıyla “yeni şeyler” söylememiştir, “dün” söylenenleri bugün yinelemektedir. Oysa “dün dün ile gitti cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım”! Bu yüzden “yaşanılan an”dan dışlanması gerekir!
“İletişim teknolojisi”nde “dev” ilerlemeler sağlanmıştır. Her gün “yepyeni” cep telefonu ya da bilgisayar (örneğin laptoptan note-book’a ve nihayetinde ultra-book) piyasaya çıkmaktadır. Üstelik hepsi “peynir ekmek gibi” satılmaktadır. Marks’ın böyle bir teknolojik gelişmeyi 160 yıl öncesinden bilebilmesi olanaksızdır. Öyle ise “yepyeni şeyler” söylemek lazımdır!
Lenin’e göre, emperyalizm, tekelci kapitalizm olarak üretici güçlerin gelişmesini frenler, engeller. Bu da, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki “zorunlu uygunluk yasası”na aykırıdır. Dolasıyla emperyalizm, kapitalizmin çelişkilerinin geliştiği ve keskinleştiği, yerini yeni bir toplumsal sisteme (sosyalizme) bırakmasının kaçınılmaz olduğu bir evredir. “Emperyalizm, sosyalizmin arifesidir”.
Lenin’in emperyalizm tahlilindeki, emperyalist-kapitalizmin “üretici güçlerin gelişmesini engellediği” saptamasının karşısına “iletişim teknolojisi”ndeki “dev ilerlemeler” çıkartılarak “çürütülür”, “eski” ilan edilir.
Oysa Lenin (ve tüm marksist-leninistler) emperyalist aşamada üretici güçlerin, özellikle üretim araçlarının gelişmesinin “dur-duğu”nu söylemez. Lenin’in tahlili, emperyalist aşamada kapitalizmin eskisi gibi üretici güçleri geliştiren bir üretim ilişkisi olmadığını, üretici güçlerin gelişmesinin en temel engeli haline geldiğini gösterir. Çünkü hiçbir toplumsal düzen, ne kadar gericileşirse gericileşsin üretici güçlerin gelişimini tümüyle durduramaz. Böyle bir şey üretimin doğasına aykırıdır. Dolayısıyla, asıl olan, üretici güçlerin gelişiminin durdurulması
değil, gelişiminin önünde
engel olunmasıdır. Toplumsal üretim sona ermediği sürece, hiçbir üretim ilişkisi üretici güçlerin gelişimini ortadan kaldıramaz, onu sadece engeller, yavaşlatır.
Evet, bugün “iletişim teknolojisi”nde “yepyeni” ürünler piyasaya sürülmektedir. “Bundan yirmi yıl önce” hiç kimsenin “hayal bile edemeyeceği” türden cep telefonları piyasaya çıkmıştır. Bu bir “gerçek”tir. Ama “hiç kimsenin” vurgusu gerçek dışıdır.
Yeni kuşak dışında kalan “yetişkin nüfus”, özellikle kentli nüfus, bundan kırk yıl önce, “ilk kez” “telsiz telefon”la tanışmıştır. İstanbul’daki “Doğu İş Hanı” (henüz ithalat liberalize edilmediğinden) “kaçak telsiz telefonlar”la doluydu. 80’li yıllar, 200 metre menzilli “telsiz telefonlar”ın en yaygın olduğu yıllardı. Ardından “otomobil telefonları”, “uydu telefonları” ve “mobil telefonlar” piyasaya çıktı. Ve nihayetinde cep telefonları ev telefonlarının yerini aldı.
Bu “telefon teknolojisi”ndeki “başdöndürdücü gelişme”nin tarihi kırk yıldır. Yani bu “muazzam teknoloji”
40 yıllık (pazar açısından) bir geçmişe sahiptir, yani “yeni bir şey” söz konusu değildir. Dahası çok daha eskiye dayanan bilimsel bir gelişmenin (telsiz iletişiminin keşfi) üretim alanına değil, tüketim alanına uyarlamasından başa bir şey değildir. Bu “iletişim teknolojisi”nin üretici güçlerin gelişmesinin gerçek ve nesnel karşılığı olan üretim sürecine uyarlanmasından söz edilemez. Doğrudan doğruya tüketime, özel olarak da bireysel tüketime yönelik bir “meta” söz konusudur. Aynı durum “bilişim teknolojisi” için de geçerlidir.
“III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim” diye sunulan teknolojik gelişmeler üretim süreçlerine çok az uyarlanabilmiştir ve bu da bir süre sonra işlevsiz hale gelmiştir. 80’li yıllarda propagandası yapılan “robotlarla üretim” bugün sadece bilim-kurgu roman ve filmlerinde söz konusudur. Özellikle otomotiv sektöründe kullanılan ve çokluk insan eliyle ulaşılması zor yerlere yapılacak kaynak işlemlerinde görülen “robotlar” basit mekanik hareketlerden ibarettir.
Özcesi, emperyalist-kapitalizmde bilimsel ve teknolojik buluşlar üretim süreçlerine çok sınırlı ölçüde uyarlanabilmektedir. Bu da üretim araçlarının gelişiminin sınırlandırılmasından başka bir şey değildir. Kapitalizm, kapitalist üretim ilişkileri bu gelişmenin engeli durumundadır.
Bugün bilimsel ve teknolojik buluşların üretim sürecine uyarlanmasıyla elde edilecek üretim artışı ve çeşitliliği öylesine büyüktür ki, böylesi bir üretimin yaratacağı “pazar sorunu” kapitalizmin iflasına yol açar. Bu nedenle, kapitalizm, kişilerin istem ve arzularının aksine, kendi yıkımına yol açmaksızın üretici güçlerin gelişmesinin önünü açamaz.
Oysa bilimsel ve teknolojik gelişmeler üretim sürecine uygulandığı andan itibaren (ki bunun için bu gelişmeye uygun üretim ilişkileri gerekir), üretimde olağanüstü bir artış ortaya çıkar. Bu da, “herkese gereksinmesine göre” verilmesinin gerçekliğidir. Bunun gerçekleşebilmesi, ancak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet düzeninin (kapitalizmin) ortadan kalkması ve toplumsal mülkiyet düzeninin kurulmasıyla olanaklıdır. Yoksulluğun değil, zenginliğin paylaşılması, ama şu ya da bu biçimde değil, herkesin gereksinmesini karşılayacak biçimde paylaşılması bu üretimdeki olağanüstü artışla sağlanır.
İşte 160 yıl önce söylenen ve bugün “eskimiş” ilan edilen gerçekler bunlardır.
Bunun karşısında, “dün dün ile gitti cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” diyerek, kapitalist üretim ilişkilerinin dar sınırları içinde ortaya çıkan sınırlı gelişmeyi yüceltmek ve bu gelişmeyi “mutlak gerçek” olarak sunmak, sadece sermayenin daha da merkezileşmesini, tekelleşmesini sağlamaktan başka bir sonuç vermemektedir.
Burada önemli olan, insanların, içinde yaşadıkları koşulların ötesini görmelerinin engellenmesidir. Bu da, gerçeği gösteren herşeyi “eski” ilan ederek sağlanmaya çalışılmıştır. “Eskiye rağbet olsaydı, bit pazarına nur yağardı”!
Dün, yani tarih ve tarihsel gelişme “dünde” kalınca, her gelişme ve her sorun “yepyeni” bir şeymişçesine sunulabilir olur.
Aynı biçimde, “dün” dünle gidince, Kürt halkının uluslaşma mücadelesi ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı da, kolayca görüşmeler ve pazarlıklar konusu haline getirilebilmiştir. Böylece, bir taraf (yani ezilen ulus) bu görüşme ve pazarlıklardan “demokrasi” ve “demokratik özerklik” çıkabileceğini savunurken, diğer taraf (yani ezen ulus tarafı) iktidarın kendi öz çıkarlarının gerçekleştirilmesinin yolu olarak görebilmektedir.
“Dün”, yani tarih unutulmuştur, unutturulmuştur. Bu nedenle de, açık ya da gizli yapılan görüşme ve pazarlıklar kutsanmakta ve meşrulaştırılmaktadır. Bu yolla, “Oslo Görüşmeleri”nin ya da “İmralı Görüşmele-ri”nin
gerici niteliği gizlenebilmektedir.
Bu görüşme ve pazarlıkların gerici (ve de anti-demokratik) niteliğini görebilmek için tarihi, yani “dünü” bilmek gerekir.
“Uluslara yapılan her baskı, geniş halk yığınlarının direncini davet eder; ulus olarak baskı altında kalan halkın direnci, her zaman, ulusal ayaklanma eğilimi gösterir. Ezilen ulus burjuvazisinin bir yandan pratikte, kendi halkından gizli olarak ve ona karşı, ezen ulusun burjuvazisiyle gerici anlaşmalara girerken, bir yandan da ulusal ayaklanmadan söz etmesi hiçte seyrek görülen bir şey değildir.”[1*] (abç)
Evet, “ezilen ulus burjuvazisi”nin ya da toprak sahipleri ve feodallerinin, kendi ulusundan gizli olarak ezen ulusun burjuvazisiyle (oligarşik yönetimle) el altından görüşmeler yapması “yeni”, “yepyeni” ya da 1990’larda İrlanda ya da İspanya’da ortaya çıkmış bir “çözüm yolu” değildir. Gizli görüşmeler ve pazarlıklarla varılacak yerin, bir bütün olarak Türkiye halklarının aleyhine anlaşmalar olacağını, bundan “demokrasi” çıkmayacağını görebilmek için “dünü” bilmek gerekir.
İstenildiği kadar “dün dün ile gitti” denilsin, “dün”, yani tarih yine kendi yolunda ilerler. Buna ne kadar inanılmazsa inanılmasın, zaman gerçekleri yalın biçimde ortaya koyacaktır, çünkü “ölüm yaşayanı yakalar”..
Dipnot
[1*] Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, s. 73-74.