Toplumsal mücadeleler tarihi, haksızlığa, zorbalığa, gericiliğe ve yoksulluğa karşı başkaldırıların ve isyanların tarihidir. Bu nedenle
Komünist Manifesto, “tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir” diye başlar.
Tarihte ezilenlerin, sömürülenlerin ve baskı altında olanların başkaldırıları ve isyanları, hemen her zaman zor kullananlara karşı kendiliğinden ve zor araçlarıyla yapılan direniş olarak ortaya çıkmıştır. Silahlı isyan, silahlı başkaldırı, silahlı ayaklanma ya da silahlı direniş, egemen sınıfların zoruna ve şiddetine karşı gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, ezilenlerin, sömürülenlerin, baskı altında olanların isyanı, “üsttekiler”in zorunu zor araçlarıyla bertaraf etmeye yöneliktir. Bu yönüyle silahlı hareketlerdir ve karşılıklı silah kullanımını içerdiği için de bir savaş özelliği taşır.
Ama tarihte
savaş denildiğinde, ilk akla gelen ülkeler, devletler ve uluslar arasındaki silahlı çatışmalardır. Bu nedenle de savaş tarihi, her zaman ülkeler ya da devletler arasındaki savaşın tarihi olarak karşımıza çıkar. Savaş sözcüğü, hemer her durumda bu anlamda kullanılır.
Bugüne kadarki en büyük savaş kuramcısı olarak bilinen Clausewitz savaşı şöyle tanımlar:
“Savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir.
Şiddet, şiddeti göğüslemek için, bilim ve sanatların buluşları ile silahlanır. … Şiddet, yani fizik kuvvet (çünkü Devlet ve Kanun kavramlarının dışında manevi kuvvet diye bir şey yoktur), böylece savaşın aracı olmaktadır; ereği ise düşmana irademizi zorla kabul ettirmektir. Bu ereği tam bir güven içinde gerçekleştirebilmek için, düşmanı silahtan arındırmak gerekir, ve işte bu silahsızlandırma, tanımlama gereği, savaş operasyonlarının gerçek anlamda ilk amacıdır. Bu amaç son ereğin yerini almakta, onu bir bakıma, savaşın kendisine ait bir şey değilmişçesine, bir kenara itmektedir.”[1*] (abç)
Savaş, yani ülkeler ve devletler arasındaki şiddet hareketi, baltadan gürze, kalkandan zırha, mızraktan kılıca, tüfekten topa, tanktan uçağa kadar pek çok savaş aracının kullanıldığı bir zor eylemidir. İnsanlık tarihi kadar eskiye dayanan savaşlar, zaman içinde gelişen ve yetkinleşen zor araçlarıyla daha karmaşık ve bütünsel bir şiddet hareketi haline gelmiştir.
Tarihin ilk dönemlerinden itibaren savaş, birden ve keyfi olarak ortaya çıkan bir şiddet hareketinden çok, siyasal amaçları olan ve önceden planlanan bir şiddet hareketi olmuştur. Bu nedenle de savaş, “politikanın başka (şiddet) araçlarıyla devamı” olarak tanımlanır.
20. yüzyıla kadar hemen hemen tüm savaşlar “meydan muharebesi” tarzında gerçekleşmiştir. Belli bir “meydan”da (genellikle ova gibi geniş düzlüklerde) karşı karşıya gelen düşman silahlı güçler birbirleriyle kıyasıya çatışmaya girer. Savaşın kaderi ve sonucu bu “meydan”da yapılan muharebe tarafından belirlenir.
Ateşli silahların (top, tüfek vb.) icadıyla birlikte gerçekleşen “modern savaşlar”, eski dönemde olduğu gibi “meydan”da karşılıklı güçlerin konumlanmasıyla, mevzilenmesiyle başlar. Bu nedenle, her bir taraf, kendisine üstünlük sağlayacak mevkilerde mevzilenmeye çalışır. En “stratejik yere” toplar yerleştirilir. Süvariler en uygun zamanda saldırmak için konuşlandırılır. Topların önünde “piyadeler” yer alır.
Savaş, top atışlarıyla başlar. Top atışlarının amacı, olabildiğince uzak mesafeden düşmanın mevzilerini tahrip etmek, mevzilerde gedikler açmak ve olabildiğince çok zayiat vermesini sağlamaktır. Doğal olarak, böylesi bir savaşta topların “menzili” belirleyici bir yere sahiptir. Açıktır ki, daha uzun menzilli toplara sahip olan taraf açık bir üstünlüğe sahiptir. Bu da daha gelişmiş topların üretimiyle, yani demir-çelik sanayisinin gelişmesiyle olanaklı olmuştur.
Belli bir mesafede ve sürede yapılan top atışlarını piyadelerin hareketi izler. Piyadeler “gögüs göğüse” savaşırlar. Her iki tarafın piyadeleri iç içe geçtiğinden, toplar işlevsiz kalır. Böylece sahneye sürülebilecek üçüncü güç olarak süvariler ortaya çıkar. At üstünde daha iyi silah kullanan, daha iyi kılıç sallayan taraf, düşman piyadesi üzerinde üstünlük sağlar.
Sonuçta daha gelişkin toplara, daha iyi eğitilmiş süvarilere ve daha savaşkan piyadelere sahip olan taraf muharebeyi kazanır.
Bu “meydan muharebesi”, 20. yüzyılın ortalarına kadar savaşın kaderini belirleyen savaş tarzı olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlının “dillere destan” Mohaç zaferi de, Napolyon’un Austerlitz Muharebesi de, yenilgiye uğradığı Waterloo Muharebesi de, 26 Ağustos 1922’deki “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” de bu savaş tarzının yürütüldüğü muharebelerdir.
Ancak “modern savaş”ın belirleyici unsuru, silahlı güçlerin konumlandığı mevzilerdir. Derin hendekler, çukurlar, kum torbaları vb. araçlarla tahkim edilmiş mevziler “modern savaş”ın vazgeçilmez unsurları olmuşlardır. Bu nedenle de, “modern savaş”la birlikte “
mevzi savaşı” kavramı ortaya çıkmıştır. Mevzi savaşının doruk noktası ve en kanlı sahnesi I. Yeniden Paylaşım Savaşı’nda Verdun’daki Fransa-Almanya cephesinde gerçekleşmiştir. Milyonlarca asker, birkaç metrelik ilerleme için yaşamlarını yitirmişlerdir.
Verdun Savaşı, mevzi savaşının doruğu olduğu kadar sonu da olmuştur.
II. Yeniden Paylaşım Savaşı’ya birlikte Nazilerin “yıldırım savaşı” adını verdikleri
hareketli savaş tarzı ortaya çıkmıştır.
Hareketli savaş, diğer tanımlamayla “
manevra savaşı”, meydan muharebesinden ve klasik mevzi savaşından farklı olarak, geniş bir bölgede askeri birliklerin kendileri için en uygun konumda savaşa girmelerini sağlayan esnek bir savaş tarzıdır. En temel özelliği, askeri birliklerin belli bir mevziye bağlı olarak savaşmaktan kaçınmalarıdır. Bu nedenle, hareketli savaş, düşmanın savunma mevzilerine karşı değişik manevralar yaparak
saldırmayı esas alır.
Bu iki savaş tarzı, yani mevzi savaş ve hareketli savaş, askeri dilden politik dile aktarılarak “
yıpratma savaşı” ve “
cephesel saldırı savaşı” olarak iki farklı
politik stratejinin belirleyicisi olmuşlardır. Öyle ki, I. Yeniden Paylaşım Savaşı öncesinde Karl Kautsky ile Rosa Luxemburg arasındaki devrim stratejisi tartışmalarının odak noktasını oluşturmuşlardır. (Bu iki savaş tarzının en ünlü teorisyeni Hans Delbrück. Özellikle “
Savaş Tarihi” kitabında bu iki savaş tarzını ayrıntılı olarak inceler.)
Genellikle ülkelerin genelkurmaylarının “
nizami savaş” (düzenli savaş) olarak tanımladıkları bu iki savaş tarzı, ülkeler ve devletler arasındaki savaşlara ilişkin olduğundan, her durumda düzenli orduların savaş tarzı olarak kabul edilmiştir. ABD askeri kurmaylarının tanımlamasıyla “
simetrik savaş” tarzlarıdır.
“ASİMETRİK SAVAŞ”
YA DA GERİLLA SAVAŞI
Söz konusu olan ülkeler ve devletler olmayıp da ezilenler, sömürülenler, baskı altında olan halklar söz konusu olduğunda, savaş, yani şiddet hareketi tüm tarihsel anlamını bir yana iter. Ezilen halklar, sömürülen sınıflar ve baskı altındaki uluslar, kendilerini koruyacak ya da düşmanını yenilgiye uğratacak düzenli askeri güçlere sahip değillerdir. Onlar, yaşayan, çalışan, üreten, ama sömürülen, ezilen, baskı altında tutulan “sivil” kitlelerdir. Onların üzerindeki baskı, egemenlerin silahlı güç tekeline dayanan düzenli ordularıyla sağlanır. Dolayısıyla baskıya, sömürüye karşı durabilmek, bu baskı ve sömürü düzenini ortadan kaldırabilmek için, herşeyden önce silahlanmaları (egemenlerin silah tekelini kırmanın başka yolu yoktur) ve düşmanın düzenli ordularını yenilgiye uğratmaları gerekir.
Başta da belirttiğimiz gibi, ezilenlerin ve sömürülenlerin başkaldırıları, uzun yıllar
kendiliğinden ortaya çıkan isyanlar şeklinde olmuştur. Diğer bir ifadeyle, baskının en dayanılmaz olduğu bir aşamasında ezilenler ve sömürülenler ayaklanırlar. Onların ayaklanması öfkenin dışavurumudur. Bu “öfke patlaması”, ilk andan itibaren karşı tarafın silahlarını ele geçirmeye yönelik kendiliğinden saldırılarla gerçekleşir. Askeri eğitime sahip olmayan isyancılar, ele geçirdikleri silahlarla saldırılarını sürdürürler. Silahlarının ve sayılarının az olduğu yerde geri çekilirler ve ülkenin her bir bölgesine dağılırlar.
Bu dağınık güçler, ülkenin her bir bölgesinde düşmanın kendilerini yok etmeye yönelik harekâtlarına ve saldırılarına karşı direnirler. Bu direniş, kimi durumda belli bir yerde “mevzilenmek” biçiminde olabileceği gibi, kimi yerlerde “vur-kaç” türü karşı saldırılar şeklinde yürütülür.
İsyan hareketlerinin kendiliğinden niteliği yüzünden, gerek ilk başlangıçtaki saldırılar, gerekse daha sonraki parçasal silahlı direnişler belli bir plandan, programdan yoksundur. Askeri terimlerle ifade edersek, bir savaş planlaması ya da savaş stratejisi söz konusu değildir.
Bu tür isyanlar, genellikle “elebaşıları”nın öldürülmesiyle sona erer. Ancak “elebaşıları” öldürülse bile, kalanların bir bölümü savaşı sürdürmeye yönelir. Bu savaşı sürdürme çabası, her durumda uzun vadeli bir planlamayı gerekli hale getirir. Böylece ezilen ve sömürülenlerin silahlı isyanı
planlı ve programlı bir silahlı mücadeleye doğru evrilir. Ancak başlangıçtaki güçlerini yitirdiklerinden daha zayıftırlar ve sayısal olarak azdırlar. Dolayısıyla, sayısal olarak az ve zayıf silahlanmaya sahip olduklarından, onların savaş tarzı da bu koşullara uygun olarak değişikliğe uğrar.
Genellikle “
çete savaşları” olarak küçültücü sıfatla tanımlanan bu savaş tarzı, 20. yüzyılın ortalarına kadar tüm kendiliğinden isyan ve ayaklanmaların kaçınılmaz bir son evresi olarak ortaya çıkmıştır. Ta ki kendiliğinden isyan ve ayaklanmaların yerine planlı ve programlı mücadeleler, yani devrimci mücadeleler dönemi başlayana kadar bu “çete savaşı”, düzenli ordulara karşı halk kitlelerinin düzensiz (
gayri nizami) savaşı olarak varlığını sürdürmüştür.
İnsanlığın, devrimlerin kendiliğinden olmadığının bilincine ulaşmasıyla birlikte, devrim yapmak için yola çıkanlar, her zaman önceden kime karşı ve nasıl savaşılacağını belirlemeye çalışmışlardır. Böylece
devrim stratejileri oluşturulmuştur.
Devrim, ezilen ve sömürülenlerin, baskı altında olan halk kitlelerinin, baskıyı bertaraf etmeleri ve sömürü düzenini ortadan kaldırmaları eylemidir. Baskı ve sömürüye karşı çıkanlar varolduğu koşullarda, temel sorun, bu güçlerin, egemen sınıfların güçlerini nasıl yenilgiye uğratacağıdır. Bu nedenle de, kendi ve karşı tarafın güçlerinin ne olduğunu saptamakla işe başlanır.
Baskı, mevcut düzenin kendi “yasal” silahlı güçleriyle sağlandığından, baskıyı bertaraf etmek, mevcut düzeni yıkmak, ancak bu “yasal” silahlı güçleri etkisizleştirmekle ve yenilgiye uğratmakla olanaklıdır. Bir maddi güç, ancak bir başka maddi güç tarafından ortadan kaldırılabilir. Dolayısıyla da, baskı güçlerinin yenilgiye uğratılabilmesi için, onları yenilgiye uğratabilecek güç ve yeterlilikle silahlı gücün varlığı gerekir. Böylece sorun,
baskı güçlerini yenilgiye uğratabilecek bir silahlı gücün yaratılması sorunu haline dönüşür.
Tarihin açıkça ortaya koyduğu gibi, ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin kendiliğinden isyanları, her durumda silahlı bir başkaldırı halini alır. Bu nedenle de, egemen sınıflar, ezilenlerin ve sömürülenlerin (kendiliğinden olsa bile) silahlı başkaldırılarını ezebilmek için “yasal” silahlı güçlerini önceden eğitirler ve düzenlerler. Bu eğitim ve düzenleme, amiyane deyimle, “yılanın başının küçükken ezilmesi”ni esas alır. Kendilerine karşı, küçük de olsa, bir silahlı gücün oluşmasına izin vermezler. Büyük bir silahlı güç haline gelebilmek için küçükten büyüğe doğru bir süreç gerekir. Karşı tarafın “küçükken ezme”ye yönelik hazırlığı ve örgütlenmesi karşısında küçük silahlı gücün yapabileceği ilk şey ayakta kalabilmektir. Bunu başarabildiği sürece kendi gücünü geliştirme olanağı ve zamanı kazanır. Gerilla savaşının ilk büyük kuramcısı ve pratikçisi olan Mao Zedung’un tanımıyla, bu evre, kendini koruma ve geliştirme aşamasıdır.
Bir ülke içinde silah tekelini elinde bulunduran “yasal” düzen, kaçınılmaz olarak küçük de olsa bir silahlı gücün varlığını sürdürmesine göz yummaz. Bu nedenle küçük silahlı gücü etkisiz kılabilmek için her türlü yolu ve aracı kullanır. Açıktır ki, küçük de olsa silahlı bir güce karşı en etkin mücadele yolu, bu gücü askeri olarak yok etmektir. Böylece küçük silahlı güce karşı imha (yok etme) harekâtları düzenlenmeye başlanır.
Bu imha harekâtlarının amacı, küçük silahlı gücü bulup yok etmektir. Bu yüzden, küçük silahlı güç, belli bir yerde mevzilenmiş ve düşmanını bekleyen bir güç olarak varlığını koruyamaz. Onun yapabileceği tek şey, düşmanın kendisini bulmasını önlemek için
sürekli hareket etmektir. Askeri literatürün “mevzi savaşı” bu silahlı güç için hiçbir değere sahip değildir.
Küçük silahlı güç, bir yandan varlığını korumak için hareket ederken, diğer yandan düşmanın hareketini sınırlamak ya da engellemek için karşı hareketler düzenlemek durumundadır. Böylece düşman güçlerinin kendisini imha etmeye yönelik harekâtları etkisizleştirilmeye çalışılır.
İşte gerilla savaşı, bir yandan kendi güçlerini korurken, diğer yandan kendini korumak ve geliştirmek amacıyla düşman güçlerinin yıpratılmasına ve zayıflatılmasına yönelik askeri harekâtları içerir.
Askeri kurmayların “
gayri nizami savaş” adını verdikleri savaş budur.
Ancak bu “gayri nizami savaş”, yani gerilla savaşı kavramı. tek başına nitelik belirleyici değildir. Yani gerilla savaşı ile devrimci mücadele özdeş değildir. Mahir Çayan yoldaşın ifade ettiği gibi,“Merkezi otoriteye karşı mahalli mütegallibe de, düzenli birlikleri yenilmiş bir ordu da düşmanına karşı gerilla savaşı yürütebilir”. Bir silahlı gücün gerilla savaşı yürütmesi, onun devrimci bir mücadele yürüttüğü anlamına gelmez. Yakın tarihte görüldüğü gibi, Nikaragua’da Sandinistlere karşı Amerikan emperyalizminin örgütlediği “kontralar” da, Afganistan’da Taliban güçleri de gerilla savaşını yürütmüşlerdir. Bugün Suriye’de “muhalefet” de Türkiye’nin desteğinde gerilla savaşı yürütmektedir.
“Gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasına Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir.”[2*]
Bu saptamanın ışığında diyebiliriz ki, gerilla savaşı, politik amaçları bir yana bırakıldığında sadece
askeri bir savaş tarzıdır, savaş biçimidir. Bu savaş tarzında da, savaşın, askeri savaşın kuralları geçerlidir. Gerilla savaşının askeri bir savaş tarzı olduğu ihmal edilirse, bu ihmal ağır bedellere yol açar. Çünkü askeri savaşın en temel ilkesi, düşmanın askeri güçlerinin imhasıdır. Bunu hesaba katmayan tarafın, gerilla savaşı da yürütse, yenilgiye uğraması kaçınılmazdır.
Gerilla savaşı, genel olarak askeri savaşın ilke ve kurallarına tabi olmakla birlikte kendine özgü özelliklere ve kurallara sahiptir. Bu da onu diğer savaş tarzlarından (mevzi savaş ve hareketli savaş) ayıran özelliklerdir.
“Gerilla savaşı, güçlü şekilde donatılmış ve iyi eğitilmiş olan saldırgan bir orduya karşı koyan, iktisadi bakımdan geri bir ülkenin geniş kitlelerinin savaşıdır. Düşman güçlüyse ondan sakınılır. Düşman güçsüzse ona saldırılır... Cephenin sabit bir yeri yoktur. Düşman neredeyse cephe de oradadır.
Düşman üzerinde ezici üstünlüğü gerçekleştirmek için, hücum ve geri çekilmede, insiyatif, esneklik, hızlılık, şaşırtmaca, saldırı ve geri çekilmede ani hareket etmeyle, birlikler düşmanın yeter derecede korunmadığı yerlere yoğunlaştırılır.”[3*]
Mao Zedung’un saptamasıyla, gerilla savaşı, askeri savaşın “kendi gücünü korumak ve düşmanın güçlerini imha etmek” ilkesine uygun olarak yürütülür. Ancak mevzi savaş ya da hareketli savaş gibi düşmanın askeri güçlerinin topyekün imhası amacına yönelmez. Bunun yerine düşmanın topyekün imha edilmesi amacına ulaşmak için zaman unsurunu kullanarak düşman güçlerini
yıpratmayı hedefler (yıpratma savaşı).
Gerilla savaşında yıpratma amacı, zayıf bir gücün, zaman içinde, kendisini güçlendirerek düşmanı topyekün yenilgiye uğratabilecek düzeye gelirken, düşman güçlerini küçük küçük imha ederek gerçekleştirilir. Bu nedenle de, gerilla savaşı, çabuk sonuçlu bir savaşın değil,
uzun ve uzatılmış bir savaşın bir biçimidir.
Bugüne kadarki savaş tarihi, “gayri nizami savaş” olarak gerilla savaşının bütünsel bir stratejinin parçası olarak bilinçli biçimde yürütülebileceğini tanıtlamıştır. İnsanlık, savaş tarihinden elde ettiği bilgi ve deneyimleri
bilinçli olarak kullanarak gerilla savaşını
devrimci mücadelenin bir aracı haline dönüştürebilmiştir.
GERİLLA SAVAŞIYLA
ZAFER KAZANILABİLİR Mİ?
Gerilla savaşı, maddi ve teknik olarak üstün bir güce karşı maddi ve teknik olarak zayıf bir gücün savaşıdır. Bu yönüyle gerilla savaşı, maddi ve teknik olarak üstün bir güçle savaşmanın en temel savaş yöntemidir. Ancak bu maddi ve teknik olarak üstün güç tek başına gerilla savaşıyla yenilgiye uğratılamaz. Çünkü gerilla savaşı, niteliği gereği düşmanın büyük güçlerinin imha edilmesini sağlayacak güçten yoksundur. Düşmanın savaş gücünün yenilgiye uğratılabilmesi için, herşeyden önce bu gücü bütünsel olarak etkisizleştirecek, silahsızlandıracak bir güce gereksinim vardır. Gerilla savaşı dağınık ve düzensiz niteliği ile böyle bir güç değildir. Sadece böyle bir gücün yaratılabilmesi için gerekli koşulların oluşturulmasının temel yoludur.
Düşman güçlerini yenilgiye uğratabilmek için, asıl olarak savaş alanındaki (savaş alanının bir ülke olduğu durumda tüm ülkedeki) güçlerini savaşamaz hale getirecek yeterlilikte bir güce, orduya gereksinim vardır. Bu da, gayri nizami savaşı değil,
nizami savaşı gerektirir. Nizami savaş ise, sadece nizami askeri güçlerle, yani
düzenli orduyla yürütülebilir.
Devrimci askeri stratejide gerilla savaşı, bu nedenden dolayı, küçük ve zayıf devrimci askeri gücün gelişip düzenli ordular haline dönüşmesini hedefler. Genel olarak “Halk Savaşı Stratejisi” olarak tanımlanan bu devrimci strateji, gerilla savaşıyla askeri güçlerin korunup geliştirilmesini ve gerilla gücünün düzenli orduya dönüşmesini esas alır.
Gerilla güçlerinin mekan içinde bir araya getirilerek oluşturulan göreli olarak daha büyük birliklerle düşmanın daha büyük askeri güçleri imha edilebilir. Bu da, nitelik ve biçim olarak gerilla savaşından daha çok
hareketli savaş özelliğini taşır. Ancak gerilla güçlerinin belli bir zamanda ve mekanda bir araya getirilmesiyle oluşturulan göreceli olarak daha büyük birliklerin oluşturulması geçicidir. Dolayısıyla tam ve gerçek anlamıyla hareketli savaşın yürütülmesi için yeterli değildir.
Gerilla savaşının gelişimine paralel olarak hareketli savaşı yürütecek askeri güçler yaratılmak zorundadır. Bu askeri güçler, sadece savaş tarzıyla değil, aynı zamanda örgütlenme, bileşim, silahlanma ve komuta özellikleriyle de gerilla güçlerinden ayrıdır ve kısmen düzenli ordu örgütlenmesine yaklaşır. Bir gerilla gücünün hareketliliğini sınırlayacak ölçüde daha ağır ve etkili silahlara sahip olan bu güçler, büyük birimler halinde hareket ederler. Bu yüzden de gerilla gücü kadar hareketli ve esnek değildirler. Hareketli savaşla birlikte cephe hatları ortaya çıkmaya başlar. Oysa cephe hatları gerilla güçleri için bir kapan özelliği taşır. Bu nedenle gerilla savaşı cephesiz bir savaştır.
Halk savaşı stratejisinin üçüncü evresi,
düzenli ordular evresidir. Bu evrede, iki silahlı güç, ülkeler ve devletler arası savaşta olduğu gibi karşı karşıya gelirler. Düzenli ordu savaşında da, hareketli savaşta olduğu gibi, düşmanın büyük askeri güçlerinin imhası amaçtır, ancak bu amaca daha geniş kapsamda yönelinir.
Bu gelişme sağlanmadığı sürece, gerilla savaşıyla düşmanın yenilgiye uğratılması olanaksızdır. Diğer bir ifadeyle, gerilla savaşı, devrimci güçlerin hareketli savaş ve düzenli ordular savaşı evrelerine ulaşılabilmesi için gerekli ve zorunlu olan bir savaş tarzıdır.
Yine de her durumda savaşın politik amacı savaşın araçlarını ve biçimlerini belirler. Eğer amaç devrim yapmak ya da ulusal kurtuluşu sağlamak ise, açıktır ki, düşman güçlerinin topyekün imhası ya da teslim alınması için hareketli savaş ile düzenli ordu savaşı kaçınılmazdır. Bu gerçekleşmediği sürece zaferden sadece sözel olarak söz edilebilir.
Gerilla savaşı, esnek ve düzensiz özelliğiyle değişik politik amaçların gerçekleştirilmesinin aracı olarak da kullanılabilir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, “mahalli mütegallibe” de, düzenli birlikleri yenilmiş ordular da düşmanına karşı gerilla savaşı yürütebilir. Burada amaç, düşmanın kendisini topyekün imha etmesini önlemek, saldırılarını bertaraf etmek ya da saldırısının kendisine pahalıya mal olacağını göstermekten ibarettir.
Yine yukarda ifade ettiğimiz gibi, amaç, karşı tarafı sürekli tedirgin etmek, ülkesel ölçekte istikrarsızlık yaratmak ise, bu durumda da gerilla savaşı bir araç olarak kullanılabilir. Bu durumda, gerilla savaşı, “terör hareketi” haline dönüşür. Burada “olumlu amaç”, yani düşmanı yenilgiye uğratma ya da siyasal iktidarı ele geçirme amacı mevcut değildir. Diğer tanımla, gerilla savaşı bütünsel bir stratejinin parçası olmaktan çok, sınırlı amaçlar için kullanılan bir silahlı gücün eylem tarzı olarak ortaya çıkar. Sınırlı amaç, silahlı eylemlerle (ki bunlar “terör eylemleri”dir) yaratılan kargaşa, istikrarsızlık ve yılgı ortamında karşı tarafın belli koşulları kabul etmesini sağlamaktır.
Bu sınırlı amaç, hemen her durumda bir “pazarlık” ortamının yaratılmasına yöneliktir. Ancak burada esas olan, amacın sınırlı niteliğinden daha çok, “sınırsız” bir savaş ortamının sürdürülebileceği ve topyekün bir savaşa dönüşebileceği “algı”sını yaratmaktır. Bu “algı” içinde sınırlı amaç bir “pazarlık unsuru” olarak ortaya konulur. Böylece karşı taraf, daha büyük ve daha uzun süreli bir tehlike karşısında daha sınırlı bir amacı kabul etmek zorunda bırakılır. 80’lerde Nikaragua’da Sandinist iktidara karşı Amerikan emperyalizminin örgütlediği “kontralar” bu tür gerilla savaşının tipik bir örneğidir. Son yıllarda “Arap Baharı” söylemiyle sürdürülen Baas iktidarlarının tasfiye sürecindeki silahlı “muhalefet” hareketleri de benzer bir sınırlı amacın gerçekleştirilmesinin aracı olarak ortaya çıkartılmıştır.
Gerilla savaşının sınırlı politik amaçlarla kullanılması ile devrimci silahlı mücadelenin aracı olarak kullanılması birbirinden kesinkes ayrılmak zorundadır. Aksi halde, devrimci silahlı mücadele adı altında sınırlı politik amaçlar için kitlelerin savaş gücü ve potansiyeli tüketilir. Bu da, uzun dönemli sonuçlar yaratarak devrimci mücadelelerin yenilgisiyle sonuçlanır.
Amaç devrim yapmak, siyasal iktidarı ele geçirmek ise, gerilla savaşı bu amaca ulaşmanın en temel araçlarından birisi olarak karşımıza çıkar. Böylece gerilla savaşı, devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklamanın bir aracı haline gelir. Bu da gerilla savaşının, yalın biçimde askeri savaş olarak değil, politikleşmiş bir askeri savaş olarak yürütülmesi, “Halk Savaşı Stratejisi”nin bir parçası olarak ele alınması demektir.
SİYASİ GERÇEKLERİ AÇIKLAMANIN
BİR ARACI OLARAK GERİLLA SAVAŞI
Devrimciler için, devrimin en temel unsurlarından birisi, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesidir. Bu da mevcut düzenin teşhir edilmesiyle olanaklıdır. Diğer ifadeyle, siyasi gerçekler açıklanarak mevcut düzenin ne olduğu, neden yıkılması gerektiği ve yıkılmasının neden kaçınılmaz olduğu geniş halk kitlelerine gösterilir.
Devrimler tarihi, siyasi gerçeklerin açıklanmasının iki temel yöntemi olduğunu göstermiştir: a) Barışçıl mücadele yöntemleri (Mahir Çayan yoldaşın ifade ettiği gibi “uzlaşıcı demek değildir”), b) Silahlı eylem yöntemleri.
Barışçıl mücadele yöntemleri, mevcut düzenin “yasallığı” içinde ve bu yasallığın sınırlarını genişleterek yürütülür. Bu yöntem marksist-leninist yazında “
klasik kitle çalışması” olarak tanımlanır.
En bilinen ve yürütülen haliyle “klasik kitle çalışması”, kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinmeleri etrafında onları örgütleyip eyleme sokma ve bu örgütleme-eylem sürecinde onlara siyasi bilinç götürüp örgütleme, yani kitleleri ekonomik ve demokratik hak ve istemleri etrafında örgütleyip siyasi hedefe yönlendirme şeklinde yürütülür. Bu çalışmalarda, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının temel aracı olarak “merkezi periyodik yayın organı” çıkartılır. Sendikalar, dernekler vb. legal kitle örgütlenmeleri bu çalışma tarzının araçları ve alanlarıdır. Ekonomik grevler, protesto gösterileri vb. bu çalışma tarzının eylem biçimleri olarak ortaya çıkar.
Bu çalışma tarzı, barışçıl mücadele yöntemleriyle kitlelerin bilinçlendirilmesini ve örgütlendirilmesini sağlayarak siyasal iktidara karşı bir alternatifin ortaya çıkmasını ve bu yolla iktidarın ele geçirilmesini hedefler. Bu süreçte silahlı eylem yöntemleri, bazı özel durumlar dışında, kesinkes söz konusu değildir.
Demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandığı, daha tam deyişle demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı ülkelerde bu “klasik kitle çalışması”, düzenle uzlaşmanın ve düzenin “legalitesi” içinde faaliyet yürütmenin aracı haline gelir. Doğal olarak da, iktidarın barışçıl yollarla ele geçirilebileceği umudunu yaratır.
Dünya devrim tarihi göstermiştir ki, emperyalizm ve sömürücü sınıflar hiçbir zaman kendi iktidarlarını “barışçıl” biçimde terk etmezler (Allende olayı açıktır). En demokratik ülkede bile işçi sınıfının barışçıl mücadelesinin (bir kez daha ifade edelim, oportünistlerin anladığı anlamda “uzlaşıcı” bir mücadele değildir) iktidarı alabilecek güce ulaşmasına asla izin verilmez. Bu nedenle, kitlelerin barışçıl mücadelesinin belli bir aşamasında bunu engellemek için her türlü yola ve araca başvurulur. Her durumda nihai ve temel araç, zor araçlarıdır, yani silahlı güçlerdir. Dolayısıyla en demokratik bir ülkede bile iktidara yönelen kitlelerin barışçıl hareketi, er ya da geç egemen sınıfların baskı aracının olanca gücüyle karşı karşıya gelir. İşte bu evrede, barışçıl mücadele yöntemleri yerini silahlı eylem yöntemlerine bırakır. Bu dönüşümü sağlayamayan barışçıl siyasal mücadele ezilmek ve yok edilmek durumundadır.
Demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandığı, kullanılamadığı ülkelerde ise, barışçıl mücadele, daha ilk baştan itibaren egemen sınıfların baskı güçleriyle yüzyüze gelir. Her zaman olduğu gibi, egemen sınıfların baskı gücü, yani devlet, silahlı güçleri ve mahkemeleriyle hazır ve nazırdır. En “masum” talepler için yapılan kitle gösterileri zor ve şiddetle dağıtılır. Göstericiler, özellikle de gösteriyi düzenleyenler gözaltına alınır, baskıya uğrar ve hapsedilirler. Siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının “aracı” olarak çıkartılan “yayın organları”, mevcut düzenin binbir çeşit yasalarıyla etkisizleştirilir, yayınlanamaz hale getirilir, düpedüz yasaklanır. Yine ülkemizin yakın tarihinde görüldüğü gibi, mevcut düzenin yasal sınırlarını aşan kitle hareketlerinin ortaya çıktığı durumda egemen sınıfların baskı gücü askeri biçimde maddeleşir, yönetim askerileştirilir. Böylece her türlü barışçıl mücadele yolu tümüyle kapatılır. En basit eğitsel talepler için ortaya çıkan öğrenci hareketi bile bu süreçten geçmek zorundadır. Egemen sınıflar açısından, en basit ve en temel hak ve özgürlükler talebi bile “masum değildir”. Her talep, kendi iktidarlarını hedefleyen bir hareketin çıkış noktası olarak görülür. Dolayısıyla daha ilk andan devletin “orantısız güç kullanımı”yla yüzyüzedir.
Bu koşullar altında, “barışçıl mücadele yöntemleri”yle siyasi gerçekleri açıklamak, kitle içinde çalışmak ve kitleleri siyasal olarak örgütlemek olanaksızdır.
Şüphesiz egemen sınıflar da tarihten ders alırlar. Aldıkları en önemli derslerden birisi, her türlü kitle hareketinin hemen zor ve şiddet yoluyla bastırılmasının zaman içinde daha büyük direnişlere ve patlamalara yol açabileceğidir. Bu nedenle, çoğu durumda belli “muhalefet” hareketlerine izin verir, hatta bu hareketlerin gelişmesine göz yumar.
“Toplum da aynı devlet tekelciliği ile davranır, ama bu işi daha kibarca yapar, sizi dışarı atacak yerde, size yaşamı o kadar güç kılar ki, kendi kendinize kapıyı tutarsınız.
Gerçekte, devlet de başka türlü davranmaz; kendi istek ve buyruklarını yerine getiren, kendi gelişmesini sağlayan insanlardan hiç kimseyi dışlamaz. Kendi yetkinliği içinde, gerçek muhalefetlerin siyasal hiçbir yönleri olmayan ve canını sıkmayan muhalefetler olduklarını açıklayarak, hatta gözlerini kapayacak kadar ileri gider.”[4*]
Şüphesiz bizim sözünü ettiğimiz, egemen sınıfların “canını sıkan” ve “siyasal yönleri” olan devrimci “muhalefet” hareketleridir. Bu hareketler, ilk oluşum anlarından itibaren devletin baskı gücüyle karşı karşıya gelirler. Devletin “potansiyel tehlike” olarak kabul ettiği her devrimci “muhalefet”in “barışçıl” (“uzlaşıcı” olmayan) mücadele yürütme olanağı daha ilk andan itibaren ortadan kaldırılır. Bu hareketin ilk unsurları kadar sempatizanları da devletin “yasal” baskısıyla yüzyüzedirler. Legalde örgütlenmelerine olanak tanınmaz, legal faaliyetleri bile “illegal faaliyet” olarak kabul edilir. Dolayısıyla da legal faaliyet yürütmesi bir yana, legal alanlarda bulunması bile olanaksız hale getirilir.
Bu durumda, yani legal mücadele olanağına daha baştan sahip olmayan ve olamayacağını bilen devrimci “muhalefet” hareketi, kaçınılmaz olarak “illegal” olmak ve gizli örgütlenmek zorundadır. Her durumda, daha başlangıç anından itibaren, devletin baskı güçleriyle yüzyüze olduğundan kendini savunmak için silahlanmak zorundadır. Legal kitle çalışması, devletin zor güçleri tarafından engellendiğinden, kitle çalışması yapabilmesi için herşeyden önce devletin zor güçlerinin engellemesini ortadan kaldıracak ya da etkisizleştirecek ölçüde silahlı bir güç olmak zorundadır. Böylece silahlı eylem yöntemlerini temel alan bir mücadele yolu ortaya çıkar.
Diğer yandan, en “masum” kitle hareketlerinin bile devletin zor güçleriyle karşı karşıya kalması, düzenin sınırlarını aşmaya yönelen kitle hareketlerinin zor yoluyla engellenmesi, kaçınılmaz olarak legal ve barışçıl mücadelenin sınırlarını belirler. Bu sınır, hemen her durumda mevcut düzenin sınırlarını aşmaya yönelmesi ya da böyle bir potansiyele sahip olmasıyla birlikte ortaya çıkar. İşte bu aşamadan sonra legal ve barışçıl mücadelenin sonuna gelinmiş olur. Doğal olarak devrimci “muhalefet” hareketi,
daha baştan itibaren kitle mücadelesinin bu sınırlılığının bilincinde olarak hareket eder, örgütlenir. Bunu hesaba katmayan her hareket, mücadelenin belli bir aşamasında tasfiye olmak ya da yok edilmek durumundadır.
Gerek legal ve barışçıl mücadelenin sınırlılığı, gerekse devrimci örgütlenmenin daha baştan “yasadışı” kabul edilmesi ve devletin zor güçleri tarafından yok edilme tehdidi altında olması silahlı eylem yöntemlerini temel alan bir örgütlenmeyi gerekli kılar.
Devrimci kitle çalışmasını engelleyen devletin zor güçlerini etkisizleştirecek bir “zor gücü”nün, yani silahlı gücün yaratılması, gerilla savaşının siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının temel aracı haline gelmesini gerektirir. Böylece kitle çalışması silahlı gücün eylemi haline gelir. Kitle örgütlenmesi ile silahlı güç birlikte büyür.
Bu koşullarda, gerilla savaşı, kitlelere ulaşmanın, siyasi gerçekleri açıklamanın, kitleleri bilinçlendirip örgütlendirmenin temel aracıdır. Böylece gerilla savaşı, yalın biçimde Halk Savaşı’nın ilk aşamasının (ya da Öncü Savaşı’nın) savaş tarzı olması yanında, kitleleri bilinçlendirip örgütlemenin, yani siyasal mücadelenin bir aracı olur.
Bütün bunlar, içinde yaşanılan nesnel koşulların gerçekliğidir. Bu gerçekliğin bilincinde olan insanlar, her durumda, buna uygun olarak örgütlenmek ve faaliyet yürütmek durumundadırlar. Aksi halde, egemen sınıfların baskı güçlerine boyun eğecek ya da direnemeyecek hale gelirler.
İnsanlık tarihi bu gerçeklerin tarihi olmuştur. Bilinçsiz bir sürecin bilinçli ifadesi olmak durumunda olan devrimciler, her durumda bu gerçekleri gözönünde bulundurarak devrimci mücadeleyi örgütlemeye yönelirler. Kim ki bu gerçekleri görmezlikten ve bilmezlikten gelirse, açıktır ki, er ya da geç somut pratikte bu gerçeklerle yüzyüze gelecektir. Ama baştan bunu görmezlikten ve bilmezlikten geldikleri için kaçınılmaz sonuç mücadelenin tasfiye edilmesi olacaktır.
Dipnot
[1*] Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine, s. 40, May Yay.
[2*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.
[3*] Giap, Halk Savaşının Askeri Sanatı, s, 91-92.
[4*] Marks-Engels, Kutsal Aile, s. 133.