“Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...
Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik...
Emekçiye ‘Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!’ diyecek...
Kapitaliste ise ‘Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!’ ihtarını edecek...
Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...
Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik...
İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum.” (Necip Fazıl Kısakürek, “Gençliğe Hitabe”.)
“En önemlisi de milli, manevi değerlerine sahip çıkan, onları yaşatan, geleceğini geçmişinden aldığı güç, gurur ve ilhamla şekillendiren bir gençlik tasavvur ediyoruz. Altını çiziyorum; modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum. Kökü ezelde, dalı ebedde bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlikten bahsediyorum. Ben şu anda Abdi İpekçi Kapalı Spor Salonu’ndaki gençliği böyle bir gençlik olarak karşımda görüyorum.”
(19 Şubat 2012, Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP İstanbul Gençlik Kolları’nın kongresinde “telekonferans” yoluyla yaptığı konuşma.)
Recep Tayyip Erdoğan’ın Ocak ayı sonunda “dindar gençlik”ten söz etmesinden üç hafta sonra, 19 Şubat günü yaptığı bu “telekonferans” konuşması, “dindar gençlik” tartışmasını “kindar gençlik” tartışmasına dönüştürdü. Her zaman olduğu gibi, birkaç hafta gündem maddesi olarak kaldı ve geçti.
Yine de bu kısa süre içinde “tartışma” belli ölçülerde “medya”da yer bulabildi. Ama Recep Tayyip Erdoğan’ın Necip Fazıl Kısakürek’ten aldığı bu sözlere karşı çıkanlar (başta CHP olmak üzere) çokluk “kin” sözcüğünün “kötücül” anlamından yola çıkarak, “hoşgörülü gençlik”ten, hümanistlikten, Yunus Emrevari yumuşaklıktan söz etmekle yetindiler. Oysa Recep Tayyip Erdoğan sözünü söylemiş, mesajını vermiş ve yerine iletilmesini sağlamıştır.
“Hoşgörü, insancıllık, yumuşaklık…”
Bütün bunlar “Kininin davacısı” bir gençlik yetiştirmekten söz eden, hatta öyle bir gençlik yetiştirmek için “yeni” formüller peşinde koşan şeriatçı kesimler açısından hiçbir şey ifade etmemektedir. Şeriatçıların “kin”lerinin “davacısı” olmayı sürdürdükleri de çok açıktır. Üstü örtük olan ise, şeriata, şeriatçılığa, teokratik devlet düzenine karşı olan, doğal olarak laiklikten söz edenlerin ne yapacaklarını ve nasıl karşı çıkacaklarını bilememeleridir.
Kin ve nefret.
Kin, en bildik haliyle, birisine ya da birilerine karşı duyulan düşmanlık duygusu ve öç alma isteğidir. Kin duymak, aynı zamanda nefret etmektir. Nefret etmek ise, en bildik haliyle, iğrenmeden daha öteye geçer; doğrudan birisinin ya da birilerinin kötülüğünü istemeye varan bir tutkudur.
Çok açık ve kesindir ki, şeriatçılar, daha somut ifadeyle, şeyhler, şıhlar, tarikatlar ve müritler, 90 yıllık Cumhuriyet yönetiminde büyük ölçüde baskı altında tutulmuşlardır (“mazlum” edebiyatının gerçekliği). Kimi zaman siyaset sahnesinde yer almışlar, belli siyasal partileri desteklemişlerdir. Her durumda destekledikleri partiler, kendilerine “çile” çektiren, “zulüm” yapan “Kemalist”lere ve Kemalist yönetime karşı olan partiler olmuşlardır.
“Hümanist” bakış açısından ya da solda kendiliğinden egemenlik kuran “her türlü baskı ve şiddete karşıyız” mantığı açısından, şeriatçılara yapılan “zulüm”dür. Şöyle yakın tarihi öylesine biliyormuş gibi olan bu bakış açılarına sahip birileri, çok kolaylıkla, “Yazık! Onlara da çok çektirmişler” demekten kendisini alamamaktadır. Biraz “empati” kurarak, “kendileri” faşist askeri darbelerden “çok” çekmişler ve bu nedenle “askerlerden” (ordudan) nefret ediyorlar ve kin duyuyorlarsa, doğal olarak şeriatçılar da kendilerine “zulüm” yapanlara karşı aynı nefret ve kini duyuyorlardır diye düşünür. Onların anlayamadığı (ya da anlamak istemedikleri) tek şey, şeriatçıların (“dindarlar”ın) böylesine “zulüm” görmüş olsalar da, böylesine “rövanşist” tutum takınmalarıdır. Yani kin ve nefret duygularını (“empati” sayesinde) anlayabilmekte, ama “intikam duygusu”nu anlayamamaktadırlar.
Oysa “kin”, “intikam duygusu”ndan başka bir şey değildir. Dolayısıyla “kininin davacısı” olan, yani “kin”ini koruyan, kollayan birileri için, günü geldiğinde bu “intikam duygusu”nun gereğini yapmak “farz”dır. Bunun tek koşulu, kendilerini mutlak güç sahibi olarak görmeleridir. Mutlak güç sahibi oldukları anda, yapılan “zulmün” intikamını da alacaklardır. Burada şaşılacak hiçbir şey yoktur. Şaşırtıcı olan, “sol”cuların böyle bir “intikam alınması” karşısında kendilerini çaresiz hissetmeleri ve “hümanizm”e sığınmalarıdır.
Herşeyden önce “sol”, ilerici, yurtsever ve demokrat kesimler “yumuşamış”tır. Daha 12 Eylül askeri darbesinin ilk yıllarında, “en ilerici, en demokrat, en solcu” Atilla İlhan’ın yazdığı “
Kartallar Yüksek Uçar” dizisiyle (1983) bu “yumuşama” süreci başlamıştır. “Herşeyi husuletle ve suhuletle halletme” zihniyeti neo-liberalizmin kozmopolitizmiyle birleşerek, amaçsız, inançsız bir “sol” kütle yaratmıştır.
Tarih, bu yepyeni “hümanist” bakış açısıyla yeniden yorumlanmaya başlanmıştır. Bugün AKP’nin “en sadık yandaşları” olan “liberaller”, dün, yeni tarih yorumcuları olarak ortaya çıkmışlardır. Murat Belge başta olmak üzere, her türden “eskimiş-dönek marksistler”, büyük bir “medyatik” destekle bu yeni “hümanist tarih anlayışı”nı yerleştirmek için canla başla çalışmışlardır.
Ve bugüne gelindiğinde, “sol”, artık devrim sözcüğü bir yana, tarihin devindiricisi olan devrimleri bile savunamaz hale gelmiştir. (“Dört Bir Taraf” programında Enver Aysever’in içler acısı durumu gibi.)
Bu otuz yıldır süregiden yoğun ideolojik propagandayla deforme olan “sol”un “hümanist”, “yumuşakça” zihniyetinin ilk büyük ürünü laiklik ilkesinin önemsizleştirilmesi olmuştur. Dolayısıyla, laiklik ilkesi önemsizleştiği oranda “şeriat tehlikesi” de o kadar önemsiz hale gelmiştir. Böylesine “yumuşakça”laşan “sol”, kaçınılmaz olarak AKP’nin “mazlum edebiyatı”na karşı “bitaraf” kalmayı seçmiştir.
Laikliği, “Jakoben laiklik” olarak anlamadığını, böyle kabul etmediğini söyleyen “solcu” sayısı oldukça çoktur. Onlar, “Jironden” değildirler. Tersine, kendilerini “Jakobenler”e yakın hissederler, ama Robespierre’in “Jakobenliği”ne değil, Andrzej Wajda’nın “Jakoben”
Danton’ına yakındırlar. Fransız burjuva devriminin önderlerinden Marat’ı öldüren Charlotte Corday’ı “anlayabilmek”le övünürler. Ne de olsa, Jakobenler aristokratları giyotinde kesmişlerdir. Bir aristokrat aileden olan Charlotte Corday da, bu idamların karşısında duyduğu kin ve nefretin “gereğini” yapmıştır!
Ve bugün, otuz yılda, hamur gibi, kil çamur gibi, yoğrula yoğrula ekşimiş, ama her seferinde daha da yumuşamış olan “sol”, bu zihniyetiyle AKP iktidarıyla, onun “kininin davacısı” adamlarıyla karşı karşıyadır.
Kolonyalizm anlamında sömürgeciliği görmemiş ve yaşamamış bir ülke halkının anti-kolonist bir geçmişi, bir tarihsel geleneği yoktur. Avrupa tarzı klasik feodal aristokrasiyi görmemiş ve onlar tarafından ezilmemiş bir ülke halkının anti-feodal mücadele geleneği de yoktur. Doğal olarak, onlar için, kolonyalistler ve aristokratlar “şık giyimli, lüks içinde yaşayan” insanlardan başka bir şey değildir. Hem zaten bu feodal aristokrasinin son temsilcilerinden olan İngiliz Kraliyet Ailesi’nin “Lady Di”siyle ne alışverişleri olabilir ki! Onca “nazik beyefendiler ve hamfendiler”in Osmanlı hanedanı üyesi diye sürgüne gönderilmeleri hem yazık, hem insafsızlık değil midir?
Ah, o Jakobenler! Ah, insanlığa “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” düşüncesini getiren o Büyük Fransız Devrimi’nin yapıcıları! Nasıl olur da, o “nazik beyefendileri ve hamfendileri”, o “güzelim mi güzel” Marie Antoinette’in kellesini giyotinde acımasızca (ve üstelik “avam”ın alkışları arasında) kesebildiler? Bu nasıl bir insafsızlık, nasıl bir gaddarlık! Aman tanrım!
Ah, Mustafa Kemal’in ve Kemalistlerin Jakobenliği! Ne zulümlere, ne haksızlıklara yol açtılar! Kaç şeyhi, piri, şıhı mapuslara attılar, işkence yaptılar, bazılarını idam ettiler! Tekkeleri, zaviyeleri, tarikatları kapattılar! Bu nasıl bir aymazlık, nasıl bir gaddarlık! Ya o “mulayim ve alim”, “pırıl pırıl”, “nurlu” insan Said-i Nursi’ye çektirdikleri! Üstelik bunları yapanlar, “aynı zamanda” Dersim katliamını da yapanlar, Kürt ağalarını sürgüne gönderenler! 12 Mart’ta “67’lilere”, 12 Eylül’de “77’lilere” işkence yapan, katleden yine onlar değil mi?
İşte yumuşamış ve yumuşturulmuş “sol”un otuz yılda aldığı yol budur.
Şüphesiz tarih, tarihtir, değiştirilemez, geri döndürülemez. Yaşanılanlar yaşanılmıştır. İnsanlık tarihinde pek çok haksızlıklar, pek çok katliamlar, soykırımlar vardır. Ama hiçbirisi devrimler kadar kin ve nefrete yol açmamıştır. Kin ve nefret duyanlar, şüphesiz, devrim öngünündeki egemen sınıflardır. Ama bugün “tarih”, eski egemen sınıfların ardılı olanlar tarafından yazılmıştır. Adı ister “popüler tarih” olsun, ister “tarihin arka odası” olsun, her durumda, egemen sınıfların egemenliklerine karşı duyulan kin ve nefretin ürünü olan devrimler insanlığın tarihsel gelişiminin motoru olmuştur. “Sol”un yumuşarken ve yumuşturulurken unuttuğu gerçek de budur.
Bugün Fransız Devrimi denildiğinde, giyotinden başka bir şey görmeyenler, feodalizmin “ilk gece hakkı”nı kutsayanları elbette anlayamayacaklardır. Ama feodalizmin öyle kendiliğinden, barışçıl biçimde yerini kapitalizme, burjuvazinin iktidarına bırakmayacağı da tarihsel bir gerçektir. Marks’ın ünlü sözüyle, “yeni bir topluma gebe olan her toplumun ebesi şiddettir”.
Bu anlaşılmadığı sürece, AKP’nin “kindar ve dindar gençlik” amacı da, “kini” de, “intikam duygusu” da anlaşılmayacaktır.
Kemalistler, siyasal bir devrim yapmışlarsa da, hiçbir zaman bu devrimi toplumsal devrimle tamamlayamamışlardır. “Klasik” sol söylemle, burjuva demokratik devrim tamamlanmamıştır. Feodalizme karşı belli uygulamalar yapılmışsa da, her dönemde feodallerle işbirliği yapma yoluna gidilmiştir. Dolayısıyla da feodalizmle uzlaşılmıştır. Değişik zamanlarda şeriatçı kesimlere tanınan “kolaylıklar” bu uzlaşmanın ürünü olmuştur. 1960’larda ise, şeriatçı kesimler, “dindarlar” ya da “inananlar”, son moda deyişle, “mütedeyyin”ler, gelişen devrimci harekete karşı anti-komünist güçler olarak örgütlenmişlerdir. 12 Eylül döneminde ise, Sovyetler Birliği’ne karşı Amerikan emperyalizminin geliştirdiği “Yeşil Kuşak” projesinin ürünü olarak bu “mütedeyyin” kesimler maddi olarak da desteklenmişlerdir.
Bu kısa “tarih özeti”nden çıkan tek sonuç, Türkiye’deki egemen sınıfların da (oligarşi) en büyük korkusunun devrim olduğudur. Bu korkularıyla şeriatçı kesimlerle işbirliği yapmakta hiç duraksamamışlardır. Ama sol, “dövüle dövüle çelikleşmek” yerine, yoğrula yoğrula yumuşamıştır. 1965-1980 yıllarında binlerce devrimcinin ve “sivil halkın” kanını döken faşist katillerle bile “barışık” hale gelmiştir. “Siz silaha sarılmasaydınız, faşistler de size saldırmazdı” söylemini kabul etmek durumunda kalmışlardır.
Ya şimdi…
Modern… dindar… kindar… şeriatçı bir güruh bulunmaktadır. Ece Temelkuran, Nuray Mert gibi “popüler kültür” ürünü “solcu” yazarlara bile tahammül edemeyen bir şeriatçı güruh var. 4+4+4 ucubesinde görüleceği gibi, “milli eğitim sistemi” temelden altüst edilmektedir. “Özel yetkili” savcılar ve mahkemeler eliyle herkes “içeri tıkılmak” tehdidiyle yüz yüzedir.
Bunun karşısında ise, kendi arkadaşının, yoldaşının, akrabasının faşist katiller tarafından öldürülmesini unutmuş, Maraş vb. katliamların acısını “anma şovları”na dönüştürmüş, “rengarenk”, “cümbüşlü”, “eğlenceli” ve icazetli 1 Mayıs’larda halay çekmeyi “eylem” zanneden bir “sol” kitleden söz ediyoruz. Bu “sol”, şimdi, “12 Eylül’den hesap sorulacak” diye şikayet dilekçeleri hazırlamaya koyulmuştur. “T. C. Hükümeti”nin doğrudan “müdahil” olmaya karar verdiği “12 Eylül davası”yla yüreklerini soğutmaya çalışmaktadır.
Bununla da yetinilmemektedir. “Ama halkın %50’si AKP’yi destekliyor” diyerek AKP iktidarı meşrulaştırılmaktadır. Unutulan ise, bu “%50 halk” denilenlerin, dün Maraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da insanları katledenler olduğudur.
Devrimciler “kindar”dır, “kin”lerinin davacısıdır. Yapılan haksızlıkları, baskıları, sömürüyü, tarihin hangi döneminde yapılmış olursa olsun unutmazlar. Ama onların “kini”, sözcüğün gerçek anlamıyla
sınıf kinidir. Bu da, müzmin komünizm düşmanı olan şeriatçıların, Necip Fazılcıların hiç anlayamayacakları şeydir.
Ve bilinmelidir ki, ve tarihin kaydettiği gibi, devrim bir şiddet eylemidir. Devrimin şiddetinin düzeyini belirleyen tek şey, karşı-devrimcilerin şiddetidir. Emperyalizmin güdümündeki şeriatçı iktidarın uygulayacağı her baskı, her şiddet, her tehdit, devrimle birlikte aynı düzeyde ve aynı oranda onların karşısına çıkacaktır. Bu tarihin diyalektiğidir.
Bilinmelidir ki, baskının büyüklüğü devrimi çabuklaştırmasa da, her durumda devrimin şiddetini artırır. Baskı yapanların tarihten alabilecekleri tek ders de budur. Alırlarsa!