Bir 1 Mayıs daha geçti.
2016 1 Mayıs’ı, hemen hemen “tüm sol”un ortak yargısıyla söylersek, “en sönük ve en az katılımın olduğu” 1 Mayıs olarak tarihe geçti. “Tüm sol”un ortak yargısı böyle olsa da, rivayetler muhteliftir. Kimisine göre, 1 Kasım seçimlerinden sonra ortaya çıkan “düş kırıklığı” bu durumun “bir” nedeniydi. Kimilerine göre ise, AKP’nin uyguladığı “terör” politikası sonucunda insanların korkmuş, korkutulmuş olmalarının bir sonucuydu. “Ortak payda” ise, 1 Kasım seçimlerinden sonra kitlelerin hareketinde büyük bir geri çekilme dalgası ortaya çıkmıştır.
Gerçi arada “birleşik kitlesel 1 Mayıs” tartışmalarının, özellikle de “hangi alanda yapılacağı” tartışmalarının yarattığı “belirsizlik”in de bu durumun bir “müsebbibi” olduğunu söyleyenler de vardı. Ama sonuçta tarihin “en sönük ve en az katılımlı” ve de “coşkusuz” 1 Mayıs’ı da geldi, geçti.
Yine de, hangi yönüyle ve hangi bakış açısıyla alınırsa alınsın, sonuçta kitlesel katılımın olanca düşüklüğü karşısında “moralleri diri tutmak” adına bin dereden bin su getirildi. Özellikle İstanbul “dışında” yapılan 1 Mayıs kutlamaları “örnek” gösterilerek, “kitlesellik”ten, “coşku”dan söz edenler bile çıktı.
Kuşkusuz 1 Mayıs’a katılımın az olacağı “tüm sol”un ortak yargılarından birisiydi. Bu nedenle “sonuç” pek şaşırtıcı olmadı. Ama “sendikalar”ın peşine takılınması da aynı gerekçeyle “haklı ve meşru” gösterilmeye çalışıldı. Örneğin, SİP-TKP’sinin “sterilizasyon” mucitlerinden Kemal Okuyan, 1 Mayıs 2016’yı, Amerika’yı yeniden keşfedercesine, “işçiler sınıf olmak zorunda, işçi sınıfı yeniden yaratılmak zorunda”lığı ile “anlamlandırdı”. (Bkz. Sol portal, “1 Mayıs 2016’ya giderken…”, 17 Nisan 2016.)
Aynı kesimin diğer “mucit”i Aydemir Güler ise, “Kimse kusura bakmasın” diye söze girip, “1 Mayıs’a bir gün kala -artık- söylenebilir, söylenmelidir.” diyerek “gerçeği” ifşa etti: “Sendika solculuğunun kitlesel kutlama seçeneğine dönerken kullandığı argüman yerindedir. Bugün denmiştir, kitlelerin harekete geçmesine ihtiyaç var!” (agy, 30 Nisan 2016.)
Aynı kişi, 1 Mayıs’ın ardından ise, “1 Mayıs 2016’da bir dizi ilde serbestçe kutlamalar düzenlenebildi. Bu durumda kalabalıkların buluşması da mümkün oldu. İyi…” diyerek “moral yüklerken”, “... izinli bir 1 Mayıs’ın emeğin başkentinde (İstanbul kastediliyor) zaten her zaman kitleselliği yakalaması beklenir. Lakin birkaç yıl öncenin Taksim kutlamalarından bu yana sayıların düştüğü açıktır.” diyerek, “suç”u geçmişe yüklememezlik etmiyordu.
Eh, bunca lafın ardından sola da “laf çakmak”tan uzak duramazlardı: “Geçen yıl Komünist Parti kadrolarının Taksim’e çıkıvermeleri, Taksim politikasının polisle köşe kapmaca olarak yaşanmasını, bunun devrimcilik olarak sunulmasını boşa düşürmüştür. 2015’de çıkılan alanı politik içerikten yoksun bir inadın konusu etmenin raf ömrü dolmuştur.” (Aydemir Güler, agy, “Eldeki doğrular ve diğerleri”, 30 Nisan 2016.)
Yine de en “parlak” düşünce Kemal Okuyan’a aittir: “İşçi sınıfı yeniden yaratılmak”!
“İşçi sınıfı yeniden yaratılma”dığından 1 Mayıs’ın “sönük” geçmesi de anlaşılabilir!
Her ne kadar bu “mucit” “işçi sınıfı yeniden yaratılmalıdır” derken, yer yer “işçi sınıfı hareketi yeniden yaratılmalıdır” demeyi de ihmal etmemiştir. Ne olur, ne olmaz. Bir sınıfı, işçi sınıfını “yeniden yaratmaya” talip olan bu “mucit tanrı”nın söyledikleri “yanlış anlaşılır”! Bunu önlemek için de, “aslında onu değil, hareketi kastetmiştim” diyebileceği bir “tutamaç” oluşturmak istemiştir. İşçi sınıfı “yeniden yaratılması” kadar “absürt” bir söz olamayacağı için de, “okuyanları”, “işçi sınıfı hareketinin yeniden yaratılması”ndan söz ettiğinin düşünülmesi amaçlanmıştır.
Ama saçmalamalar bunlarla sınırlı değildir. “İşçi sınıfı yeniden yaratılmalıdır” diyenlerin yanında yer almayan bir başkası da, çıkışın “siyasal güç odağı”nın yaratılmasında olduğunu ve bu “odak”ın da “toplumsal proletarya”ya “dayanılarak” yaratılabileceğinden söz edebilmektedir.
İster “sanal günlük köşe yazarlığı” yapma tutkusunun bir sonucu olarak “çala-kalem” yazıldığı ileri sürülsün, ister “kalem sürçmesidir” denilip geçilsin, her durumda “kafa karışıklığı” ayan beyan ortadadır.
Bir şeyler söylemek istiyorlar. Ama “zamanı” gelmediğinden olsa gerek, yutkunmakla yetiniyorlar. Dilleri “elveda proletarya” demeye varmıyor. Bunun yerine “işçi sınıfının yeniden yaratılması”ndan, “toplumsal proletarya”dan vs. söz ederek, gelecekte çalacaklarını düşündükleri eski senfonilerine yeni bir “uvertür” yazıyorlar.
İster oportünist, ister legalist, isterse hem oportünist hem legalist olsunlar, yine de “gönüllerinde” bir “aslan” yattığından kimse kuşku duyamaz! Bakın nasılda sloganlar üretiyorlar, nasıl da çok yayın çıkartıyorlar, nasıl da kitlesel salon toplantıları yapıyorlar! Niçin? Hep “işçi sınıfını yeniden yaratmak” için! Elbette bir gün “yaratandan dolayı yaratılanı da sevmeyi” kabul edecek insanlar çıkacaktır. Ama bugün için yaratılanın yaratılması “baş vazife”dir. Sonrası “allah kerim”!
1 Mayıs 2016, ifade ettiğimiz gibi ve herkesin de bildiği gibi, İstanbul’da “izinli” olarak Bakırköy’de “katılımı az, coşkusuz” biçimde kutlandı. Her ne kadar “izinli”sine biraz daha fazla katılım beklentisi “sol”da egemendiyse de, beklenen olmadı. İnsanlar (belki de “yaratılamadıkları” için) gelmediler.
Burada “derin” tahliller yapmayı gerektiren bir durum ya da olgu söz konusu bile değildir. Suruç’un ardından 10 Ekim Ankara katliamıyla birlikte “IŞİD terörü” kitlelerin “sokak”tan çekilmelerine yol açmıştır. Ama 1 Kasım seçimlerinin yaratmış olduğu “moral bozukluğu” da bunun üzerine gelmiş ve neredeyse “sokaklar” boşalmıştır.
Şimdi 1 Mayıs’ta gerçekleşmeyen “kitlesel katılım”, “Gezi Direnişi’nin 3. Yılı” söylemleriyle “yaratılmaya” çalışılmaktadır. Hala “Gezi dersleri” üzerine yazılıp çizilmektedir. Amaç, “eski görkemli ve coşku dolu günleri” anımsatarak insanları harekete geçirmektir. Unutulan ise, bu insanların gerçek insanlar olduğudur.
Nazım Hikmet’in dizeleriyle söylersek:
“Onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine.”
Bu kez “düşmanın iğvâsına” uymamışlarsa da, “düşmanı meydanda koyup evlerine kaç”tıkları açıktır. Korkmuş ve korkutulmuşlardır. Bunun ötesinde “sandıksal demokrasi” yandaşlarınca yanıltılmışlar ve “sandık” yoluyla bir şeylerin değişebileceği sanısına yöneltilmişlerdir.
Sol kitle, hemen her zaman bir “moral” sorunuyla yüzyüze kalmıştır. “Sandıksal demokrasi”de her seçim öncesinde “umut”lanmış ve her seçim sonucunda “moral” bozukluğu içinde evlerine çekilmişlerdir. Onlarca yıldır bu “umut-umutsuzluk” kısır döngüsü içine sıkışıp kalmışlardır.
“Umut” devrimci mücadelededir.
Bunu bilmediklerini söylemek de olanaksızdır. Ama devrim, onların sanılarındaki gibi öylece oluveren bir şey de değildir. Çok açıktır ki, devrim olmaz, yapılır. Bu da devrim için savaşmayı göze almak demektir. Savaşmak ise, ölüm olasılığını içinde barındırır. Eğer insanlar ölmeden bir şeylere kavuşabileceklerine inandırılmışlarsa, hiç kuşkusuz devrim için savaşmayı da göze alamayacaklardır. Eskilerde kalan, ama bugünleri biçimlendiren “malum” sözle ifade edersek, insanlar, “soyut bir gelecek için somut bugünden vazgeçmeme”ye alıştırılmıştır.
Her cinsten ve her tipten oportünizmin bugüne kadar yaptığı da bu alışkanlığın yaratılmasını sağlamak olmuştur.
Devrimcilik, kitleler sokağa çıkmıyorlarsa, evlerine çekilmişlerse, “sancakları” yere düşürmüşlerse, onlara “ne haliniz varsa görün”, “her şeye müstahaksınız”, “sizden adam olmaz” demek değildir.
Devrimcilik, kitlelerin devrimin gerekliliğinin bilincinde olmadığı koşullarda, onları bilinçlendirmenin ve örgütlemenin mücadelesini vermektir.
Kitleler “yok” diye mücadeleden vazgeçmek, devrimcilikten daha çok oportünizmin ve pasifizmin işidir.
Eğer 1 Mayıs’a öncesindeki tüm çağrılara kitlelerden olumlu bir yanıt gelmemişse, eğer 1 Mayıs’a, üstelik “izinli” 1 Mayıs’a kitlesel katılım sağlanamamışsa, devrimcilerin işi kitlelere “küsmek” ya da “kızmak” değildir.
Kitleler bugün için devrimci mücadeleye destek vermiyorlarsa, devrimin gerekliliği ile günlük-somut yaşantıları arasında sıkışmışlarsa, Recep Tayyip Erdoğan iktidarının her türlü tehdit ve terörü karşısında yılgınlığa düşmüşlerse, devrimcilerin görevi, öncü savaşını yürütmektir. Her ne gerekçeyle söylenirse söylensin, “kitleleri savaştırmak”tan söz edenlerin böyle bir savaşı yürütemeyecekleri çok açıktır.
Kitlelerin sokaklardan ve alanlardan geri çekildiği bir dönemde, 1 Mayıs’a kitlesel katılım beklentisine girmek yerine, militan 1 Mayıs örgütlemek için mücadele etmek gerekir.
Ama şu da unutulmamalıdır: Militan 1 Mayıs, belli mahallelerde “barikat” kurarak, “molotof” kullanarak yapılan bir eylem de değildir. Militan 1 Mayıs, devrimcilerin, devrimci bir bakış açısıyla emperyalizmden, oligarşiden ve onun islamcı işbirlikçilerinden hesap sorma demektir. 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı için mücadele etmek isteyenleri, hangi gerekçe ile olursa olsun mahallelere sıkıştırmak, pasifizmin ve oportünizmin değirmenine su taşımak olduğu bilinmelidir.