[Bu yazı, bundan yirmi yıl önce, 1995 yılında Turgut Özal’a “ithafen” yazılmıştır. Yirmi yıl sonra aynı zihniyet Recep Tayyip Erdoğan adı altında aynı şeyleri yapmaya çalışmaktadır. Yazıda yer alan bazı şeyler güncelliğini yitirmişse de, içerik olarak bugüne ilişkindir.]
Alışılmadık olaylar birbiri ardına yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. “Kimin eli kimin cebinde” olduğunun bilinmediği ilişkiler, entrikalarla dolu “pembe diziler” televizyonların en çok izlenen programları olurken; “paparaziler”de sergilenen aynı tür ilişkiler neredeyse izlenme rekorları kırabilmektedir. Aynı şekilde politik olaylardaki ilişkiler, entrikalar, girişimler haber programlarının en gözde konuları olmaktadır. Tümünde egemen olan unsur, izleyenleri meraklandıran karmakarışık ilişkiler ağıdır.
Ülkemizde gelişen olaylar ve bu olayların gelişim süreçleri tek tek ele alındığında karşımıza çıkan benzer tablo, ister istemez yeni yetişen devrimci kuşakları etkilemekte ve onların oluşumlarını, bilinçlerini belirlemektedir. Herkes olayları kendi kurgularıyla açıklarken, ne denli gizemli ve karmakarışık kurguya sahip olursa, o denli ilgi ve dikkat çekmektedir. Eğer ki, olayların içinde bir de olay yaratıcı kişiler söz konusu olursa, hemen herşey bu kişilerin hüneri, becerisi, akıllılığı gibi algılanabilmektedir.
Ama her durumda, halk kitlelerinin sorusu bir ve aynı olmaktadır: Neler oluyor?
12 Eylül’le birlikte geleceğe dönük umutlarını yitiren bir kitlenin yavaş yavaş toparlanmaya başladığı bir süreçte, geleceğin belirleyicisi olarak ele alınabilecek mevcut olayları kavrayamaz hale gelmesi gelecek için önemli bir engel oluşturacağı da ortadadır. Bu nedenle, ister tekil olaylarda, ister süreçlerde, kitlelerin sürekli olarak sordukları bu soru, yani “ne oluyor” sorusu açık bir biçimde yanıtlanmak zorundadır. Ama ne yazık ki, bu yanıtı verecek olan devrimciler ve devrimci örgütler, hemen hemen benzer bir keşmekeş içersinde bulunmaktadırlar.
Herhangi bir olayı, tekil olarak ele alıp irdelemeye,
herhangi bir tekil olaydan ya da oluşumdan başlayabilirsiniz. Ve hiç kimse çıkıpta, neden buradan başladığınızı size sormayacaktır ya da sormak durumunda olanlar, olayların “gizemi” karşısında susmayı yeğleyeceklerdir.
Oysa marksizm-leninizmle az çok tanışıklığı olan hemen herkes bilmek durumundadır ki, marksist-leninistler ister tekil olayları irdelerken, ister tekil süreçleri ele alırken, her zaman ve her yerde bilimsel yöntemlere başvururlar ve bilimsel kurallarla ele alırlar; olayların ve olguların değişimleri ve bağlantılarını sergilerler ve buna bağlı olarak da politik belirlemelerde bulunurlar.
Hayır! Kimsenin bilimle, bilimsellikle ilgisi yoktur! İsteyen, istediğini istediği gibi ortaya koyabilir ve ortaya koyduklarını isterse bir süre sonra reddedebilir. “Bunu böyle ortaya koyuyorsunuz ama, marksizmde bu şöyle değil midir?” türünden sorular bile olayların “gizemi” ile bastırılabilir.
İlkeler, marksist-leninist ilkeler yoktur! Onları savunmak ya da ortaya koymak “karın doyurmaz”! Devrimci teori olmadan devrimci pratiğin nasıl olacağını keşfedenlerin, marksizmin onlarca yıllık deneyimine, bilgi birikimine “ihtiyaçları yoktur”! “Ben yaptım oldu” anlayışının hemen her yerde egemen olduğu ve uzun yıllardır benimsenir göründüğü bir toplumda, elbette siyasal oluşumlar da farklı olamayacaktır.
Şöyle bir anımsayalım.
T. Özal adındaki bir zevat ortaya çıkıyor, nereden nasıl geldiğine bakmaksızın bir parti kuruyor, seçimlere giriyor, %42 oy alıyor ve hükümet kuruyor. Aynı kişi bir süre sonra Cumhurbaşkanı seçiliyor ve devletin en üstünde yer alıyor. Aynı kişi, bir süre sonra kendi faaliyetlerinin önünde anayasayı engel olarak gördüğünde, “anayasayı bir kez çiğnemekle bir şey olmaz” diyebiliyor. Ve birkaç küçük-burjuva hukukçunun dışında hiç kimse buna tepki göstermiyor.
Oysa hemen herkes bilmektedir ki, Anayasalar, bir düzenin temel yasalarıdır ve çıkartılacak her türlü yasa, yönetmelik, yönerge, kararname, tüzük vb. anayasaya aykırı olamaz. Bu bağlamda, anayasalar, bir bakıma toplumsal yapının temel kurallarını, ilkelerini ortaya koyarlar. Bu nedenle, “bir kez çiğnenmekle bir şey olmaz” mantığı, ilkelerin, her zaman ve her yerde geçerli ve kesinkes uyulması gereken temel kurallar olduğu kavrayışını bir yana atmak demektir. Bu olayın birinci yanıdır.
İkinci yanı ise, bu ülkenin, “anayasayı tağyir, tebdil veya ilga etmek amacıyla”, yani anayasayı tümüyle ya da parçasal olarak çiğneyenlerin “idam” ile cezalandırıldığı bir ülke olmasıdır. Devletin en üstünde bulunan bir kişi, çok kolaylıkla “idam cezası” gerektiren bir fiili, “bir şey olmaz” mantığı ile karşılayabilmekte ve topluma sunabilmektedir.
İşte böyle bir toplumsal ve siyasal ortamda, hemen hemen tüm devrimci değerler, ilkeler kolayca çiğnenebilmiştir. Üstelik bunlar “devrimcilik” adına yapılmıştır.
Yeni yetişen devrimci kuşak, bu olaylar karşısında tepkisiz kalmışsa, temelinde, içinde yaşadıkları toplumsal ve siyasal ortam yatmaktadır. Ve kendilerine devrimciyim diyenler de, bu ortamda yetişen genç kuşaklara, bu ortamın ilişkileri ile yaklaşmışlar, onlara aykırı düşmemeye çalışmışlardır. Sonuç ise, hiçbir ilkeye bağlı olmayan, günlük çıkarlara tabi kılınmış bir “devrim” mücadelesi olmuştur.
Arabesk-lümpen kültür, toplumun gözenekleri içinde hızla kendisine yer bulurken, kendilerine “devrimci”, “ilerici” diyen insanlar bu sürece uyum sağlamakta pek çok kesimi geride bırakmışlardır. Örneğin, bir arabesk müziğin egemenliği, kendisini devrimci ve ilerici müzikte de göstermiştir. Milyonlar satan kasetler bu sayede varolabilmiş ve yeni yetişen genç devrimci kuşak da bunların alıcısı olarak var edilmiştir.
Daha düne kadar “sol” olarak bilinen ve “hak yemezliğin” temsilcisi olarak tanınan “sosyal-demokratlar”, bugün değme sağcı politikacıya taş çatlatacak kadar rüşvetçi, hırsız olabilmişlerdir. Ama bundan önemlisi, bu “sosyal-demokratlar”ın çevresinde toplanan ve onların hırsızlıklarına yardımcı olan, hırsızlıklarından pay alan önemli bir kesimin “eski devrimci” olmasıdır.
Bu öylesine bir süreç olmuştur ki, sosyal-emperyalistçileri Gorboçovcu yapabilmiştir. (En hızlı PDA’cı H. Berktay gibi.)
Bu öylesine bir süreçtir ki, kendilerine “Maocu” diyenlere saldıran, hatta yer yer öldüren kesimler, hızlı birer “Maoist” olmuşlar ve adlarının başına “Maoizm”i koymakta birbirleriyle yarışmışlardır. Ama hiçbiri çıkıp da, geçmişte kendilerine “Maoist” diyenlere karşı gösterdikleri saldırıların açıklamasını bile yapmamışlardır. Aynı şekilde, daha düne kadar “sosyal-emperyalizmin işbirlikçisi” ilan ettikleri Vietnam Halk Savaşının muzaffer komutanı Giap, birden bire “Giap yoldaş” olmuş ve kendisinin Halk Savaşına ilişkin belirlemeleri bir kaynak ve veri olarak kullanılırken de hiçbir açıklama yapılmamıştır. (“Açıklama” diyoruz, çünkü, aynı çevreler hızlı birer “özeleştirici” olmalarına rağmen, bunu da bir yana atmışlardır. O nedenle, onlardan “özeleştiri” beklemek abesle iştigal olmaktadır.)
Bu öylesine bir süreçtir ki, kendilerini “en proleter devrimci” olarak ilan edenler, toplumun en “temiz”, en “ahlâklı”, en “dürüst” insanları olarak sunanlar, çok kolaylıkla eroin satabilmişler ve buradan elde ettikleri parayı da bölüşmemek için birbirlerini “hainlik”le, “darbecilik”le suçlayabilmişlerdir. Bu da yetmezmiş gibi, eroin ticaretin yapanlar, hiçbirşey olmamış gibi, hala devrimcilik yapabilmektedirler.
Bu öylesine bir süreçtir ki, devrimci bir örgütte olması gereken hiçbir kuralın olmadığı, dolayısıyla eleştiri-özeleştiri mekanizmasının unutulduğu örgütsel ilişkiler yaratabilmiştir. Bunun sonucu olarak, bir örgütlenme içinde ortaya çıkan farklılıklar ya da yönetim düzeyinde ortaya çıkan çatışmalar, bir yöneticinin “banyodan çıkarken üstüne atlanarak etkisizleştirilmesi” gibi garipliklere sahne olmuştur. Ama aynı olayın bireyleri, bir süre sonra, adına “darbe” bile denilemeyecek bu fiili, bir “darbe” olarak lanse edebilmişlerdir. Lümpenlikten öte hiçbir anlamı olmayan bir davranışın, böylesine politik bir sözcükle karşılanabilmesi de, aynı keşmekeşin ürünüdür.
Bu öylesine bir süreçtir ki, devrimcilik adına devrimciler ya da devrimci sempatizanlar “kurban” olarak seçilmişler ve “kurban bayramını bekleyen koyun” gibi, öldürülecekleri ana kadar tutulabilmişlerdir. Ve hiç kimse çıkıpta, öldürülmeyi hak etmiş olsalar bile, bir insana böylesi bir davranışı hiçbir devrimcinin ve devrimci örgütün yapamayacağını söylememiştir.
Bu öylesine bir süreçtir ki, CIA ile ilişki kurmak bir “meziyet”, MİT ile gizli görüşmeler yapmak bir “ustalık” gibi sunulabilmiştir. Yüz kez ölümü hak etmiş bir MİT ajanı, üstelik sadece ajan olmayıp, ajan-provokatör olan bir MİT ajanı, Mahir Kaynak, “yüksek fikirlerine başvurulur biri” haline getirilebilmiştir.
Bu öylesine bir süreçtir ki, şeriatçıların anti-emperyalist kesildikleri, yeni-sömürgecilik tahlilleri yaptıkları ve kendine “komünist” diyen kimi yapılanmalara ittifak önerdikleri bir süreçtir.
Bu öylesine bir süreçtir ki, kendilerini “devrimci” bir yolun müridi ilan edenlerin, irfan sahibi olması gereken “hocalar”ından “robotlarla sınıfsız toplumu kurma” dersleri alabilmektedirler. Üstelik bunla da yetinmeyip, bugüne kadar SHP aracılığıyla talan etmekle meşgul oldukları devlet kurumlarıyla işleri henüz bitmediğinden “yeniden örgütlenmeyi” bir sakız gibi çiğnemekte hiçbir sakınca görmemektedirler.
Bu öylesine bir süreçtir ki, kendilerine “devrimci komünist” diyenlerin, devletten aldıkları parasal “destekler” ile kendilerine “kültür merkezleri” inşa etmekte ve bu kültür merkezleri aracılığıyla “günlük gazete” ve “legal parti” kurma yönünde gidebilmektedirler. Ne kendileri, ne de izleyicileri, çıkıp da, yıkmak durumunda oldukları devletin “parasal destekleri” ile yaptıklarının ne anlama geldiğini sorgulamamaktadırlar. Çünkü onlar da “meziyet”lerini, “Apo kadar pragmatist” olduklarını göstermekle övünmektedirler. Oysa, doğrudan T. Özal tarafından planlanan ve M. Yılmaz tarafından uygulamaya sokulmaya çalışılan bir durumla karşı karşıya olduklarını, hem kendi kadrolarından, hem kitlelerden gizleyebilmektedirler.
Bu öylesine bir süreçtir ki, ülkemiz, “her türlü ajanın cirit attığı bir ülke” haline gelmiştir. Eski solcusundan, gazetecisine, MİT ajanına kadar hemen herkesin “gizli” birşeylerin “kuryesi” olduğu bir ülkede, kaçınılmaz olarak “kimin eli kimin cebinde olduğu” bilinemez hale gelmiştir.
Bu öylesine bir süreçtir ki, silahlı eylemler, salt gösteri olarak yapılabilmiştir. Devletin son Kuzey Irak operasyonunda yaptığı gibi, askerler ve insanlar, televizyonlara görüntü verilebilmek için olmayan “düşmana” saldırmışlar, olmayan “düşman”la çatıştırılmışlardır. Yüz binlerce insan, salt bir planın uygulamaya sokulabilmesi için yerlerinden yurtlarından çıkartılabilmiş ve televizyonlarda birer malzeme olarak sergilenmişlerdir.
İşte böyle bir süreçte yetişen genç devrimci kuşak, neyin ne olduğunu bilmeden devrim mücadelesine girmişlerdir. Hiçbir ard niyeti olmayan bu yeni kuşak, gün olmuş, öldükten sonra yayınlanmak üzere, ellerinde silahlarla gerilla fotoğrafları çektirmişler; gün olmuş, pikniğe gidip gerilla eğitimi yaptıklarını düşünmüşler; gün olmuş, oligarşinin zor güçleriyle girdikleri çatışmada onurlarını koruyarak şehit düşmüşlerdir.
Bizler, bu yeni yetişen genç kuşağın bu bataklıktan çıkacağını biliyoruz. Ve sözümüz sadece onlaradır. Gelecek onlarındır ve gelecek devrimdir.