“Dün” ülkenin gündeminin ilk sırasında Amerikan emperyalizminin Recep Tayyip Erdoğan’ın “üzerini” çizdiğiyle başlayan “yorum”lar ve “beklentiler” yer alıyordu. Ve “dün”, “dün ile gitti”. Doğal ve “şablon” olarak, “şimdi yeni şeyler söylemek lazım”a gelindi.
Oysa bu tür söylemler, sadece günlük yaşamın içine sıkışmış tekil bireyler için geçerlidir. “Dün”, hiçbir zaman “dünle gitmez”. Her durumda “dün”, yaşanmış bir gerçeklik olarak tarihte yerini alır. Her olay gibi, bu yer alış da, niceliksel birikimin bir parçası olur. Diyalektiğin yasasına göre, bu niceliksel birikim, belli bir yerden sonra ve zamanda nitel dönüşümü sağlar.
Her gelişen olay ve “dünde kaldı” denilerek “unutulan” (ya da “unutturulan”) her olay, zaman ve mekan olarak aynı temele sahip oldukları sürece, tek bir sürecin nicel parçalarıdırlar ve birbirleriyle belli bir bağlantı içindedirler.
“Medya” aracılığıyla, “en önemli bir siyasal olay”ın “ömrü” 24 saat olarak sunulsa bile, her “olay”, kendi nesnel bağlantısı ve niceliği ile kendinden sonraki olaylar üzerinde etkide bulunur. İnsanların bu “hızlı” gelişim içersinde dikkatleri bir başka yana dönebilse de (ve elbette yazılı ve sanal “medya”nın bilinçli köşe yazarlarının aracılığıyla), sürecin belli bir aşamasında tekil olaylar olarak değilse de, bütünsel bir yargı olarak yeniden ortaya çıkarlar. Bu yönüyle de tekil “olay”lar bir bütünün parçasını oluştururlar.
“Dün”, Amerikan emperyalizminin “darbe”sinden söz edilirken, bugün, daha doğrusu “dünden bir gün sonra”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “saray darbesi”nden söz edilebilmektedir.
Bilindiği gibi, “saray darbesi”, Recep Tayyip Erdoğan iktidarının tüm dış politikasının “mimarı” olan ve bu nedenle “halife” seçilen Ahmet Davutoğlu’nun “şık olmayan” ya da “teamüllere uygun olmayan” bir biçimde görevden alınmasıdır.
Ardından yapılan yorumlarda (her zaman olduğu gibi), bunun “dış politikada bir rota değişiminin belirtisi” olarak ele alanlar olduğu gibi, Recep Tayyip Erdoğan’ın “führer” yolundaki bir “engeli” daha aşması olarak da değerlendirenler olmuştur.
Ve ardından “düşük profilli başbakan” formülüyle “başbakanlık” yetkileri de Recep Tayyip Erdoğan’a aktarılmıştır. Böylece “tek adam/führer”e biraz daha yaklaşılmıştır.
Ve “dün”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “küçük kızı”nın düğünü ve düğünde sergilenen tablo, bir kez daha “gündem”i değiştirmiştir. Şimdi “dün”ün gündem maddesi Genelkurmay başkanı olmuştur.
Genelkurmay başkanının (“dün”de kalan ve “dün”le giden “saygın ve güç sahibi genelkurmay başkanı” algısıyla) “nikah şahidi” olarak yer alışı (her ne kadar diğer “nikah şahitleri”nin tersine ellerini arkada tutuyor görüntüsüne rağmen), “olur mu böyle”le başlayan “teamüllere uyun değil”e kadar giden “dünün gündemi” olmuştur.
Oysa bu tür “değerlendirme” ya da “yorum” yapanların çok iyi bildiği gibi, “dün”de, yani tarihte benzer olaylar (zaman ve mekan farklılıklarıyla) yaşanmıştır. En bilinen ve hatta “milli eğitim bakanı” tarafından kitabının “okunması” öğütlenen Louis Bonaparte’dir.
“Medya” söylemiyle ifade edersek, Louis Bonaparte, “seçimle” iktidara gelmiş ve iktidar olanaklarıyla, önce “coup de tête” (kafa darbesi/tepeden inme), ardından “coup d’état” (hükümet darbesi) yaparak kendisini “imparator” ilan etmiştir.
Bu Louis Bonaparte kendisini imparator ilah etmeden önce, yani “seçilmiş” cumhurbaşkanıyken parlamentoya karşı şunları söylüyordu:
“Fransa her şeyden önce huzur istiyor. ... Yalnızca yeminime bağlı olarak, onun bana çizdiği dar sınırlar içinde kalacağım. Halkın seçtiği ve gücünü sadece halka borçlu olan ben, her zaman onun yasal olarak ifadesini bulan iradesine boyun eğeceğim. Eğer siz, bu çalışma dönemi içinde, anayasanın yeniden gözden geçirilmesine karar verirseniz, bir Kurucu Meclis, yasama gücünün durumunu düzenleyecektir. Yok böyle bir karar vermezseniz, halk, 1852’de kendi kararını görkemle ilan edecektir. Ama gelecekteki çözümler ne olursa olsun, ihtirasın, baskı yapmanın ya da zorun, büyük bir ulusun kaderini belirlemesine hiç bir zaman izin verilmeyeceği konusunda anlaşalım... Benim her şeyden önce dikkatimi gerektiren şey, 1852’de Fransa’yı kimin yöneteceği sorunu değildir, zamanımı, önümüzdeki dönemin çalkantısız, kargaşasız geçmesi için kullanmaktır. İçtenlikle açtım yüreğimi size: benim açık yürekliliğime güveninizle, benim iyi niyetime, işbirliğinizle karşılık vereceksiniz, gerisi Tanrıdan.”[1*] (siyahlar bize ait. -KC.)
Neredeyse sözcüğü sözcüğüne Recep Tayyip Erdoğan’ın “hamaset nutukları”nda söyledikleriyle aynı olan bu sözler, “
coup de tête” ile “
coup d’état” arasındaki “geçiş dönemi”ni ifade ediyordu.
[2*] (Recep Tayyip Erdoğan’ın “
coup de tête”sı, 2007’de yapılan “cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi”ne ilişkin anayasa referandumuyla gerçekleşmiştir. Bkz.
Kurtuluş Cephesi, “Unutulmuş Referandum - Tayyip-Bonaparte’ın ‘
Coup de Tête’si”, Sayı: 99, Eylül-Ekim 2007.)
Bu “geçiş dönemi”, bir yandan “kendinden yana olmayan” subayların tasfiye edilmesiyle, diğer yandan ortadaki subaylara ve askerlere rüşvet verilmesiyle birlikte ilerledi. “Milli ordu”nun “şanlı ve onurlu” subaylarına “rüşvet” verilmesi “haşa” kabul edilemez bir şeydi. Ama Louis Bonaparte, çok basit biçimde bu rüşveti verdi: Sarayda düzenlenen “görkemli” ziyafetlerle. Tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’ın kabak içinde aşure “sunduğu” yemekli saray ziyafetleri gibi.
Bu öylesine etkili olmuştu ki, Fransız süvari birliklerinin bir bölümü geçit töreninde “
Vive Napoléon!
Vivent les saucissons!”
[3*] diye sloganlar atabiliyordu. Tıpkı kendilerini bir Pöh sanan polislerin “
Seni seviyoruz Uzun Adam” mesajları içeren fotoğraflar yayınlaması gibi.
Louis Bonaparte “yerli ve milli” orduya, deyim yerindeyse, “sosisler”le rüşvet verebilirken ve bu yolla subayları satın alırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın “milli ordu”yu böylesi rüşvetlerle “satın alabildiği” (“haşa!”) kabul edilemez!
Oysa Recep Tayyip Erdoğan, “adam satın alma” politikasını doğrudan para vererek yürütülmektedir. “Sosyal yardımlar” adı altında değişik “parasal destek”lerle halkın önemli bir kesimi satın alındı. Milyonlarca insan, “yaşlılık yardımı”, “eğitim yardımı”, “sağlık yardımı” vs.ler yoluyla, çalışmadan yaşayabilecekleri düzeyde bir parasal gelire sahip kılındı. Ve herkes bu “paralar”n Recep Tayyip Erdoğan’ın “lütfu”yla olduğunu kabul etti ve o “giderse” bu “paralar” da gidecekti.
Diğer yandan TOKİ aracılığıyla verilen konutlar, konut kredileri, tüketici kredileri ve elbette kredi kartları halkın bir başka bölümünü doğrudan iktidara bağımlı hale getirdi. Her ne kadar Recep Tayyip Erdoğan’dan “hoşlanmıyor” olsalar bile, bu bağımlılık nedeniyle onun iktidarında “biraz daha” kolay bir yaşam sürdürebileceklerine (belki de “içten içe”) inanan bir kesim ortaya çıktı.
İşte bu “adam satın alma”ların arasında “milli ordu” ve onun “şerefli mensupları” “satın alınamaz” diye düşünüldü. “Milli ordu”nun “şerefli mensupları”na verilen “culüslar”
[4*], “medya”da hiç konu edilmediğinden öylece geçiştirilebildi.
Oysa “milli ordu” denilen şey, giderek “paralı askerlerden oluşan paralı ordu”ya dönüşmüştü. Özellikle “uzman erbaş”lık sistemi ve bu sisteme ilişkin yapılan (“torba yasalar” aracılığıyla) değişiklikler incelendiğinde “adam satın alma”nın boyutları da kolayca görülebilir.
Bunun yanında sürekli sayısı artan ve giderek “milli ordu”ya alternatif bir silahlı güç haline dönüştürülmeye çalışılan “emniyet teşkilatı” da, değişik ad ve biçim altında çokça ve bolca “culüs”lara boğulmuştur.
Bu “şerefli” insanlar, tüm geleceklerini, beklentilerini, umutlarını verilen ve giderek artan “culüs”lara bağlamışlardır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “gitmesi” demek, tüm bu beklentilerin, umutların vs. yok olup gitmesi demek olacağını kabul etmektedirler.
İşte (sözün gelişi) Louis Bonaparte’ın “sosisler”le satın aldıkları, Recep Tayyip Erdoğan tarafından “parayla” satın alınmıştır.
Amerikan emperyalizminin Recep Tayyip Erdoğan’ın “üstünü çizdiği”ne ilişkin “dün”ün de gerisinde kalan beklentiler kadar, “milli ordu”nun “satın alınamazlığı” da çoktan yok olup gitmiştir.
Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlıktan “düşürülmesi”, yani “saray darbesi” bir iç “temizlik” ya da “balans ayarı”ndan başka bir şey değildir. “Düşük profilli başbakan”, bir çeşit Turgut Özal’ın “Yıldırım Akbulut”u olarak Binali Yıldırım, bir kez daha “dün”ün eğreti kılığıyla sahnede yerini aldı. “Tek adam” iktidarı, en azından şimdilik “iç dirençler”i bertaraf ederek bir adım daha ilerlemiş görünüyor.
Louis Bonaparte 30 yıl “imparator” olarak kalabildi. Recep Tayyip Erdoğan’ın da bir o kadar iktidarda kalabilmesi pekala da olanaklıdır. Ama (bugün “sol”un pek anımsamak istemediği belirlemeyle söylersek) ülke sürekli bir milli kriz içindedir.
[5*] Bu nedenle de, “dün”le gidenler, her durumda bu krizin ürünleridir. Milli kriz varlığını sürdürdüğü sürece, daha pek çok şey “dün”le giderken, niceliksel birikim daha da yoğunlaşmaktadır.
Bu nesnel gerçek, öznel koşullarla birleştiği andan itibaren Recep Tayyip Erdoğan’ın “Louis Bonaparte” taklidi saltanatı da sona erecektir:
Devrim.
Dipnot
[1*] Akt. Karl Marks, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Seçme Yapıtlar I, s 534.
[2*] “19. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını, geçmişten değil, ancak gelecekten alabilir. 19. yüzyılın devrimi, geçmişin bütün hurafelerinden kendisini sıyırmadan, kendisiyle harekete geçemez. Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinmeleri vardı. 19. yüzyılın devrimi ise, kendi öz içeriğine ulaşmak için ölüleri, kendi ölülerini gömmeye terketmek zorundadır. Eskiden söz içeriği aşıyordu, şimdi içerik sözü aşıyor.
Şubat Devrimi, eski toplumu gafil avlayarak başarılan ani bir darbe oldu, ve halk, mutlu ani darbeyi, yeni bir çağ açan tarihsel bir olay saymıştı. 2 Aralık günü, Şubat Devrimi, bir düzenbazın hokkabazlığıyla yok edildi, ve devrilen sanki monarşi değil, yüzyıllık bir savaşım pahasına krallıktan koparılıp alınan liberal ödünlerdi. Toplum kendi kendine yeni bir kapsam, yeni bir içerik vereceği yerde, yalnız devlet, kendi eski ilkel biçimine, şövalye kılıcının ve papaz kukuletasının düpedüz küstah egemenliğine dönmüş görünüyor. İşte böylece, 1848 Şubatının coup de main’ine[el darbesi, ani darbe] 1851 Aralığının coup de tête’i [kafa derbesi, yukardan darbe] karşılık veriyor. Kolay kazanılan kolay yitirilir. Her şeye karşın, ara dönem gene de boşuna geçip gitmiş olmadı. 1848-1851 yılları süresince, Fransız toplumu, devrimci olduğu için daha hızlı olan bir yöntemle, olaylar düzenli bir biçimde, deyim yerinde olursa akademik bir biçimde geliştiği takdirde, Şubat Devriminin sıradan, yüzeysel bir sarsıntıdan başka bir şey olabilmesi için, bu devrimi izleyecekleri yerde, ondan önce gelmeleri gerekecek olan inceleme çalışmalarının ve deneyimlerin ardından koşarak onlara yetişti, onları yakaladı. Toplum, bugün için, kendi başlangıç noktasına geri dönmüş görünüyor. Gerçekte, toplum ancak şimdi, kendine devrimci başlangıç noktası yaratmak, yani ciddi bir toplumsal devrime yolaçabilecek tek durumu, ilişkileri, koşulları yaratmak zorunda bulunuyor.
Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine maletmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
Hic Rhodus, hic salta!
Gül burada, burada raksetmelisin!*”
(Karl Marks, agy, s. 480-481.
* Hic Rhodus, hic Salta! – Ezop’un bir masalından alınmış “işte burada ne yapabileceğini göster!” anlamında gelen bir latin atasözü. “Rhodus”, Yunancada “gül” anlamına da gelmektedir.
[3*] Yaşasın Napolyon! Yaşasın sosisler!.
[4*] Culüs, yeni padişahın tahta çıktığında dağıttığı bahşişler.
[5*] “Bir marksist için, devrimci bir durum olmaksızın bir devrimin olanaksız olduğu tartışmasızdır, ama her devrimci durum da devrime yol açmaz. Genel olarak söylersek, devrimci bir durumun belirtileri nelerdir? Üç büyük belirtiyi gösterirken kesinlikle hata yapmamış oluruz: 1) Egemen sınıflar için hiçbir değişiklik olmaksızın kendi egemenliklerini korumalarının olanaksız olduğu zaman; şu ya da bu biçimde ‘üstteki sınıflar’ arasında bir kriz, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkesinin had safhaya ulaşmasıyla egemen sınıfın siyasetinde bir çatlağa yol açan bir kriz olduğu zaman. Devrimin olması için, genellikle ‘alttaki sınıfların’ eskisi gibi yaşamak ‘istememesi’ yeterli değildir; aynı zamanda ‘üstteki sınıfların’ da eskisi gibi ‘yaşayamaması’ gerekir. 2) Ezilen sınıfların sıkıntılarının ve gereksinimlerinin her zamankinden çok daha fazla ağırlaştığı zaman; 3) Yukardaki nedenlerin bir sonucu olarak, ‘barış zamanı’nda soyulmalarına şikayet etmeden izin veren, ama çalkantılı dönemlerde, hem bunalımın koşulları tarafından, hem de ‘üstteki sınıflar’ın kendileri tarafından bağımsız tarihsel eyleme itilen kitlelerin faaliyetinde oldukça büyük artış olduğu zaman. Sadece tekil grup ve partilerin değil, tekil sınıfların da iradesinden bağımsız olan bu nesnel değişiklikler olmaksızın, genel kural olarak, bir devrim olanaksızdır. Tüm bu nesnel değişikliklerin bütününe devrimci durum denilir. Böyle bir durum, Rusya’da 1905’te ve Batı’daki tüm devrimci dönemlerde vardı; her ne kadar devrim olmadıysa da, Almanya’da son yüzyılın 60’larında ve Rusya’da 1859-61 ve 1879-80’de de vardı. Neden devrim olmadı? Çünkü, her devrimci durum bir devrime yol açmaz; devrim, sadece, yukarda sözü edilen nesnel değişikliklere öznel bir değişikliğin, yani devrimci sınıfın, eğer düşürülmezse, kriz döneminde bile asla düşmeyecek olan eski hükümeti yıkmaya (ya da sarsmaya) yetecek güçte devrimci kitle eylemi yürütme yeteneğinin eşlik ettiği bir durumdan doğar.” (Lenin, “II. Enternasyonal’in Çöküşü”, Seçme Yapıtlar, Cilt 5, s. 17-18, İlkeriş Yay.)