“Türkiye ekonomisi krizin arifesindedir.”
İlk bakışta “her zamanki” ve sıradanlaşmış bir ekonomik değerlendirme olarak bakılabilecek bu ifade, kapitalist sistemin özellikleri, emperyalizmin niteliği ve emperyalist-kapitalist sisteme bağlı olan ülkelerin “yapısal” özellikleri bilinmediği sürece sadece bir “öngörü”den ibaret kalır. Bir “öngörü” olarak kaldığı sürece de buradan çıkartılabilecek bir “sonuç” ya da “pratik eylem” sözkonusu değildir.
Genel olarak “sol”da ekonomik tahliller ve buna dayandırılan “öngörüler”, hemen her zaman mevcut sistem içinde bir değişim ve dönüşümün (ama “radikal” değişim ve dönüşümün) başlangıcı olarak görüldüğünden (ve sadece “ekonomistler”in işi olarak kabul edildiğinden) çok da ilgi görmez. AKP’nin 2001 Şubat kriziyle iktidara geldiği varsayıldığından, gidişinin de bir ekonomik krizle olacağı hemen hemen “sol”un ortak yargısı durumundadır. Bu nedenle de ekonomik tahliller, kriz “öngörüleri” ne kadar yapılıyor olursa olsun, her durumda “sadede” gelmesi istenir. Açıkçası ne denli ekonomik verilerden, göstergelerden söz edilirse edilsin, sonuçta “Kriz var mı? Ne zaman patlak verecek? Sen ondan haber ver” denilir.
Bu “sadede gelinmesi” talebi, ekonomik tahlillerin kehanet belirtileri göstermesi ile özdeştir.
Bugün Türkiye ekonomisi, sözcüğün “makro” anlamıyla büyük bir krizin, neredeyse Yunanistan krizini aratmayacak bir krizin arifesinde bulunmaktadır. Bu bir kehanet değil, mevcut ekonominin resmidir.
Aşağıda alt alta vereceğimiz ekonomik göstergeler ve veriler bu resmi oluşturan parçalardan oluşmaktadır. Ekonomiyle sadece borsa düzeyinde ilişkisi olan, her gün doların ve altının fiyatına bakarak ülke ekonomisinin ne durumda olduğuna ilişkin engin bilgiye sahip olanlar için bu göstergeler ve veriler sadece “aylak toplamalar”dan ibarettir. Tersine olarak, yine aynı verilere bakarak ekonominin ne kadar “kötüye” gidip gitmediğini anlamak isteyenler ise, aynı göstergeler ve verilerde “dehşetengiz” sayılar ve grafikler görmek isteyeceklerdir.
Ancak “ortalama yurttaş”, ekonomik tahliller ne gösterirse göstersin, ekonomik veriler ne yönde gelişirse gelişsin, her durumda kendi cebine ve pazara bakarak bir sonuç üretir. Onun açısından fiyatların sürekli artması sadece “olağan” bir durumdur. Onun için “olağan olmayan” durum “kriz” durumudur ve bu da sadece fiyatların çok kısa bir zaman diliminde çok yüksek oranlarda artmasıdır. Bu açıdan enflasyon verileri onun için bir anlam ifade etmez. Aynı şekilde, işsizlik verileri kendisi işsiz kalmadığı sürece sadece ekonomi sayfalarında sözü edilen “bir şey”dir.
Gerçekte ekonomik göstergeler ve veriler, içinde yaşanılan andaki durumu değil, yaşanılmış, yani dünde kalmış durumları ortaya koyar. Veriler açıklandığında (ki hemen her durumda ülkelerin “resmi” istatistik kurumları tarafından açıklanır) olan zaten çoktan olmuştur. Bu nedenle bir ülkenin krize girdiğini söyleyebilmek için, krizin zaten yaşanılıyor olması gerekir. Bu açıdan da ekonomik krize ilişkin göstergeler ve veriler, yaşanılan krizin ardından gelir. Ekonomik tahlilin yapabileceği tek şey, neler yaşanıldığını göstermek ve bunlardan yola çıkarak gelecekte daha nelerin olabileceğini öngörmekten ibarettir.
Emperyalist-kapitalist sistem, genel ifadeyle, sürekli bunalım içindedir. Bu bunalımlar zaman zaman derinleşmekte ve krizlere dönüşmektedir. Marks-Engels’in bilimsel tahlilleriyle ortaya çıkarttıkları gibi, kapitalizmin genel bunalımları 1825 yılına dayanır. Aradan geçen 190 yıl boyunca sayısız bunalımlar ve krizler patlak vermiştir. Kimileri 1929 ekonomik krizi gibi büyük bir yıkıma yol açarken, kimileri kolayca lokalize edilebilmiş ve yapay araçlarla zamana yayılarak şiddetini kaybetmiştir.
Bu açıdan son dönemlerin en büyük krizi 1980 yılında yaşanmıştır. “Dünya borç krizi” adı verilen bu kriz, Amerikan emperyalizminin, yani FED’in (ABD Merkez Bankası) 1979 yılının son aylarında faiz oranlarını yükseltmesiyle başlamış ve tüm dünyayı, özellikle de emperyalizme bağımlı ülkeleri etkisi altına alarak yaygınlaşmış ve 1994 yılına kadar sürmüştür.
Kimi neo-liberal ekonomistlerin “büyük dalgalar teorisi”ne uygun olarak yorumladıkları bu kriz biter bitmez 1997 yılında Asya Krizi patlak vermiştir. Japonya’nın bu tarihten günümüze kadar içinden çıkamadığı durgunluk süreci de böylece başlamıştır.
Asya krizi belli ölçülerde lokalize edilmişse de, 2000 yılında, “dot.com” krizi olarak adlandırılan ve ağırlıklı olarak bilgisayar ve internet teknolojisine yatırım yapan şirketlerin iflasıyla ortaya çıkan, ABD ve Avru-pa’nın emperyalist ülkelerini etkisi altına alan ekonomik kriz patlak vermiştir. “dot.com” kriziyle birlikte ABD’nin en büyük enerji şirketi olan Enron, 51 milyar dolar borç bırakarak 2001 yılında iflas etmiştir.
“dot.com” krizinin bilgisayar ve internet yatırımlarında ortaya çıkan “balon”un (sermayenin aşırı-üretimi) sonucu olarak patlak vermesiyle birlikte banka kredileri ödenemez hale gelmiş ve bunun sonucunda da bir mali kriz ortaya çıkmıştır. İşte bu mali kriz Enron’un iflasına yol açmıştır.
ABD ekonomisi bu krizden 2003 yılında Irak’ın işgaliyle başlayan büyük askeri harcamalarla çıkabilmiştir. (Her ne kadar “business cycle” verileri derleyen NBER’e* göre bu krizin Mart 2001’den Kasım 2001’e kadar sekiz ay sürdüğü kabul edilse de, gerçekte 2003 Irak işgaliyle başlayan askeri harcamalarla atlatılmıştır.)
“dot.com” krizinin üzerinden henüz dört yıl (NBER’e göre altı yıl) geçmişken, bu kez de Aralık 2007’de “mortgage krizi” patlak vermiştir. NBER sayılamasına göre, Aralık 2007-Haziran 2009 arasında 18 ay sürdüğü ileri sürülen bu kriz, bugüne miras bıraktığı “parasal genişleme” politikalarıyla geçiştirilmeye çalışılmıştır. FED, yani ABD Merkez Bankası, ABD’nin en önemli “yatırım bankası” olan Lehman Brothers’ın Eylül 2008’de iflas etmesiyle birlikte, bankaları, özellikle de “ipotekli konut kredisi” veren finans kuruluşlarını iflastan korumak amacıyla piyasaya trilyon dolarları aşan dolar sürmüştür.
İşte bugün Türkiye ekonomisinin karşı karşıya kaldığı ekonomik kriz, FED’in “parasal genişleme” politikalarıyla piyasaya sürdüğü trilyon dolarlarla bağlantılıdır. Ancak ABD’de başlayan “mortgage krizi” hızla emperyalizme bağımlı ülkelere yayılmış ve sonuçta Türkiye ekonomisi 2008’in sonlarına doğru tarihinin en ağır krizine girmiştir. Recep Tayyip Erdoğan’ın “bizi teğet geçti” dediği kriz, bu krizdir.
“Mortgage krizi”nin yaygınlaşmasına paralel olarak FED “parasal genişleme”yi daha da artırmak zorunda kalmıştır. Böylece “QE 1, QE 2, QE 3” adıyla piyasalara verilen trilyon dolarlar ABD dışına çıkarak geri-bıraktırılmış ülke ekonomilerine “can suyu” sağlamıştır.
Bu dönemin en gözde ekonomi politikası “yüksek faiz-düşük kur” politikası olmuştur. Bu sayede geri-bıraktırılmış ülkelere (elbette başta Türkiye olmak üzere “kırılgan beşli”lere) dolar akmış, yerli para hızla değerlenmiş, ithalat patlamış ve değerli yerli para (örneğin TL) aracılığıyla ithal malların fiyatı ucuzlamıştır. Bu da (ve ek olarak tüketici kredileri ve kredi kartlarıyla) geniş halk kitlelerinin daha fazla tüketmelerine yol açarak, görüntüsel bir “refah” ortamı yaratmıştır.
Bu sayede, ucuz dolar yoluyla, AKP iktidarının “çalıyorlar, ama yapıyorlar” “algı”sı ortaya çıkmıştır. “Duble yollar”, büyük otobanlar, “rezidanslar”, hızlı trenler, “çılgın projeler”, “dev hava limanları ihaleleri” bu yolla finanse edilmeye başlanmıştır.
Değirmenin suyu ABD’den, özel olarak da FED politikalarından geldiği için de FED’in muslukları kestiğinde neler olabileceği hiç düşünülmemiş, gelen ucuz dolarlar ve bunlarla yapılan ithalatlar alabildiğine büyümüştür.
Düşük kurla, yani TL’nin aşırı değerlenmesiyle sağlanan tüketim artışı, aynı zamanda dolar borçlarının yığılmasına ve büyük bir “balon” oluşturmasına yol açmıştır. Tür-kiye’nin iç ve dış borç istatistiklerine bakıldığında bu borçlanmanın ne boyutlara ulaştığı çok açık biçimde görülür.
FED’in, yani suyun kaynağının 2013 yılının Mayıs ayında “parasal genişleme” politikasını sona erdireceğini açıklamasıyla birlikte değirmenin suyu kesilmeye başlamıştır. 2014 yılının Ekim ayında “parasal genişleme” resmen sona ermiştir.
Sadece FED’in (o dönemdeki başkanı olan Bernanke’nin) “parasal genişleme”yi sona erdireceklerini açıklaması TL’nin hızla değer kaybetmesi için yeterli olmuştur.
İşte bugün Türkiye ekonomisinin karşı karşıya olduğu ekonomik krizin kaynağı, ucuz dolar döneminin sona ermesiyle birlikte TL’nin değer kaybetmesidir. Dolar kurunun son iki yıllık “serüveni” bunu açıkça gösterir.
Bu gelişmeler içinde Recep Tayyip Erdo-ğan’ın TC Merkez Bankası’nın faizleri indirmesi için baskı yapması, ilk olarak Ocak 2014 sonlarında büyük bir faiz artışıyla sonuçlanmıştır. Ardından “Ey Merkez Bankası” çıkışı gelmiş ve bu da Şubat 2015’de doların ve piyasa faizlerinin yükselmesiyle sonuçlanmıştır.
Bugün FED’in, ABD’nin faiz oranlarını yükseltme kararı alması beklenmektedir. En iyimser tahminlere göre, Ağustos-Eylül ayında FED’in faiz oranlarını yükselteceği öngörülmektedir. ABD’de yükselen faiz oranları, kaçınılmaz olarak doların “vatanına dön-mesi”ne yol açarak, dünya çapında değer kazanmasını getirecektir. Diğer ifadeyle, dolar değerlenirken, yerli paralar, yani TL hızla değer kaybedecektir.
TL’nin değer kaybetmesi ve bunun giderek artması durumunda, öncelikle (“halkın cebini” ilgilendiren) ithal mallarının fiyatı artacaktır. İkinci olarak, doların değeri arttığından dış borç ödemeleri ve cari açığı kapatmak için gerekli ve zorunlu dolar borçlanması, hem zor, hem de daha yüksek faiz oranlarıyla olanaklı olabilecektir. Bunun sonucunda cari açığın yüksek maliyetli dolarla kapatılmaya çalışılması, ithalata tümüyle bağımlı kılınmış ülkeyi hem ithalat yapamaz hale getirecek, hem de yüksek faiz ödemelerine neden olacaktır. Bunların sonucu ise, devlet bütçe gelirlerinin büyük bir bölümünün yükselen faizler için tüketilmesidir.
İşte bu andan itibaren, hem ucuz ithal malı tüketimi “dip” yapacak, hem de bütçeden “halkın refahı” için yapılan harcamalar (ki bunun içinde “sosyal yardımlar” da bulunmaktadır) duracaktır.
TL’nin değer kaybetmesi (tersi doların değer kazanması), büyük ölçüde “dış girdiye” (ithalata) bağımlı olan üretimde maliyetleri yükseltecektir. Yükselen maliyetler aynı oranda fiyatlara yansıyacak ve enflasyon “çift rakamlı” düzeylerde seyretmeye başlayacaktır.
Ama buraya kadar ortaya koyduklarımız, bir bakıma işin “en kolay” yanıdır. Asıl “tehlike” doların değerlenmesiyle birlikte dolarla yapılmış dış borçların TL cinsinden çok büyük ölçüde artması ve ödenemez hale gelmesidir. Özellikle özel sektörün dış borçları bu gelişmede kilit öneme sahiptir. Düşük faizle yıllar içinde alınmış dış borçlar (bankaların sendikasyon kredileri dahil) 282 milyar dolara çıkmışken, bunların sürekli değer yitiren TL karşılıkları sürekli büyümek durumundadır. Dolarla borçlanıp TL ile satan sanayici ve tüccar, yine dolarla borçlanıp TL cinsinden hazine bonolarına yatırım yapan bankalar hızla iflasa sürükleneceklerdir. Bu da özel sektörün dolar borçlarını ödeyememesi demektir. Bunun ürünü ise, tüm özel sektör borçlarının devlet tarafından üstlenilmek zorunda kalınmasıdır.
ABD’de faiz oranları yükseldiği ölçüde dünya çapında faiz oranları yükselecektir. Düne kadar düşük faizle dışarıdan borç alan özel sektör ve bankalar, ya yüksek faiz ödeyerek borçlarını çevirmeye çalışacaklar ya da iflas ederek borçlarını devlete havale edeceklerdir. Bu ikinci durumda devletin faiz ödemeleri daha da artacaktır.
Bu çok açık biçimde dış borç krizidir. Bugün Yunanistan’ın içinde yaşadığı da bu krizdir.
Bu dış borç krizi, doğrudan dış borçlanmayla sağlanan dolarların TL’ye çevrilerek hazine bonolarına yatılması nedeniyle iç borçlanmanın “maliyeti”ni, yani faiz yükünü daha da artıracaktır. Bu da giderek bir iç borç krizini tetikleyecektir.
“Ama bu kriz Türkiye’nin kendisinden kaynaklanan bir kriz değil, tümüyle dış şoklardan kaynaklanan bir krizdir” söyleminin burada “on para” değeri yoktur. Çünkü bugüne kadar yüksek faiz-düşük kur yoluyla sağlanmış ithalat da, tüketim de, “refah” da “içten” değil, “dıştan” kaynaklanmıştır.
Bu durumdan kurtulmak (ki olanaksızdır) ya da en azından krizin etkisini azaltmak için Türkiye’nin elinde hiçbir “enstrüman” bulunmamaktadır. Sanayi üretimi ve enerji üretimi neredeyse %90 oranında ithalata bağımlıdır. Buna bir de fiyatı yükselecek olan petrol eklendiğinde, “yerli” üretim neredeyse yapılamaz hale gelecektir.
“Halkı” ilgilendiren tarafıyla söylersek, şekerden süte, mısırdan ete her şeyin ithal edildiği bir ülkede TL’nin değer kaybetmesi/doların değer kazanması tüm bu ürünlerin fiyatlarının yükselmesine yol açacaktır. Bankalar kendi dolar borçlarını ödeyemez hale geldikçe (ki iflas da edebilirler) tüketici kredileri kesilecek ve eskisi gibi kredi borçları çevrilemeyecektir. Ama iş bununla da bitmeyecektir. Yükselen faiz oranları tüketici kredilerinin faizlerinin de yükselmesini getirecektir. Özellikle konut kredisiyle ev almış olanlar, bu durumda borçlarını ödeyemez hale gelecektir. Sonuç ise, “ipotekli” evlere haciz gelmesidir.
Evet, Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu ve nihayetinde Eylül ayı sonrasında “başa gelecek” krizin “dehşetengiz” tablosu budur. Bunu görmek için ekonomik göstergelere ve verilere öylesine bakmak bile yeterlidir.
Sayısal verilere geçmeden önce, son olarak, “sol”un ekonomik krizden “devrim” çıkartma hesaplarına da değinmemezlik etmeyelim.
Ekonomik krizler, özellikle yıkıcılığı çok yüksek olan krizler halkın yaşam koşullarını (“iş, aş, ekmek”) büyük ölçüde zorlaştıracaktır. İthal ürünlerin pahalanması ve faiz oranlarının yükselmesi öncelikle tüketim sektörünü, inşaattan ticarete tüm alanları etkileyecektir. Bu sektörlerde işsizlik hızla artacaktır. Ardından dışa bağımlı sanayi üretiminin düşmesiyle birlikte “kalifiye” işgücü işsiz kalacaktır. İşsizlikteki artış, enflasyondaki yükseliş, yaşam koşullarındaki kötüleşme karşısında halk kitlelerinin “ayaklanma” ya da “isyan” edeceğini beklemek tarihsel gerçeklerle hiçbir biçimde bağdaşmaz. Eğer ekonomik krizler bir devrime yol açıyor olsaydı, bugüne kadarki tüm devrimlerin ağır ekonomik kriz koşullarında patlak vermesi gerekirdi. Ama öyle olmamıştır. Devrim, ekonomik sıkıntı içinde olan kitlelerin eylemiyle değil, devrimin gerekliliğinin bilincinde olan kitlenin eylemiyle gerçekleşir.
Dış Borç Stoku |
||||
(milyar $) |
Kamu |
TCMB |
Özel Sektör |
Toplam |
2003 |
70,8 |
24,4 |
48,9 |
144,2 |
2007 |
73,5 |
15,8 |
160,7 |
250,0 |
2008 |
78,3 |
14,1 |
188,5 |
280,9 |
2009 |
83,5 |
13,2 |
172,2 |
268,9 |
2010 |
89,1 |
11,6 |
191,2 |
291,9 |
2011 |
94,3 |
9,3 |
200,2 |
303,8 |
2012 |
104,0 |
7,1 |
227,8 |
338,9 |
2013 |
115,9 |
5,2 |
267,9 |
389,1 |
2014 Ç1 |
117,2 |
4,9 |
266,1 |
388,2 |
2014 Ç2 |
119,6 |
4,3 |
278,6 |
402,4 |
2014 Ç3 |
119,1 |
2,9 |
275,7 |
397,7 |
2014 Ç4 |
117,7 |
2,5 |
282,2 |
402,4 |
2003-2014 Farkı |
-46,9 |
21,9 |
-233,3 |
-258,3 |
Dolar Kuru |
|
Ocak 2013 |
1,77237 |
Aralık 2013 |
2,06153 |
Ocak 2014 |
2,22085 |
Şubat 2014 |
2,21675 |
Mart 2014 |
2,22179 |
Nisan 2014 |
2,13130 |
Mayıs 2014 |
2,09457 |
Haziran 2014 |
2,11954 |
Temmuz 2014 |
2,12249 |
Ağustos 2014 |
2,16216 |
Eylül 2014 |
2,20756 |
Ekim 2014 |
2,26239 |
Kasım 2014 |
2,23760 |
Aralık 2014 |
2,29178 |
2014 Değişim |
%3,19 |
Ocak 2015 |
2,33254 |
Şubat 2015 |
2,45964 |
Mart 2015 |
2,58850 |
Nisan 2015 |
2,65293 |
Mayıs 2015 |
2,65091 |
Haziran 2015 |
2,70528 |
11 Haziran 2015 |
2,74050 |
2015 Değişim |
%15,98 |
İhracat |
% Değişim |
İthalat |
% Değişim |
Dış Ticaret Açığı |
|
Ocak-Nisan 2014 |
53.505.697 |
78.116.561 |
-24.610.864 |
||
Ocak-Nisan 2015 |
50.476.755 |
-5,7 |
70.663.098 |
-9,5 |
-20.186.343 |
İşsizlik |
|||
Toplam İşsiz Sayısı (milyon) |
İşsizlik
|
Tarım Dışı İşsizlik Oranı |
|
2014 |
2,853 |
%9,9 |
%12 |
2015 Mayıs |
3,226 |
%11,2 |
%13,2 |