Eskiden İngiltere’de “ruh çağırıcılar” varmış. Yaptıkları tek iş, ölmüş sevdiklerinin ruhlarını çağırarak zengin bayanların gönüllerini hoş tutmakmış. Bunun için zenginlerin evlerinde “ruh çağırma seansları” düzenlenirmiş. Bu seanslarda “ruh çağırıcıları”, kendilerine özgü ritüeller düzenleyerek “sevilen ölü”nün “ruhunu” çağırırlar ve ardından “Ey ruh! Geldiysen masayı üç kez tıklat” derlermiş.
Bunların yanında bir de “tarihsel ruhları” çağıranlar vardır. Bu “ruh çağırıcıları”, “bütün ölmüş kuşakların geleneğini” yaşayanların beyinlerine sokarlar. “Onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar.” (Marks)
Şimdi de bir “Osmanlı ruhu” çağrıcıları türedi. Bu “Osmanlı ruhu”nun çağrıcıları, her adımda ve her olayda bir başka şeymiş gibi davranıp, her şeyde bir geçmiş bulmaya ve bulduklarını sandıkları şeyi taklit etmeye çabalıyorlar. Bunun en son örneği Suriye’deki Süleyman Şah Türbesi olayında ortaya çıktı.
IŞİD tarafından “rehin” alındığı söylenen Süleyman Şah Türbesi’ndeki içi boş sandukalar büyük bir “gizlilik” içinde, bir gece ansızın, son ikametgahlarından tanklar ve toplar eşliğinde alınıp, Türkiye sınırına 800 metre uzaklıktaki Eşme’ye nakledildiler. Getirilen sandukaların çevresine birkaç asker ve bir hoca toplayıp, Süleyman Şah’ın ruhuna dualar edildi.
Bütün bunlar yapılırken, bir başka “ruh”, İwo Jima’nın ruhu çağrıldı. İwo Jima’nın ruhu eşliğinde göndere bayrak çekildi.
Böylece Türkiye siyasal literatürüne “Eşme Ruhu” diye bir söz girdi. Ama bu “ruh”un “ruhunu” veren asıl kişi A. Öcalan oldu. Bu “ruh” çağırmayı, A. Öcalan, Nevroz’da okunan “tarihi” mektubunda, “‘Eşme ruhunu’ halklarımız arasında yeni tarihin sembolü olarak selamlıyorum” sözleriyle güncelleştirdi. Böylece “çözüm süreci”, “Eşme ruhu”yla kendi ruhuna kavuşmuş oldu.
“Gerçekten de diyalektik, cezalandırılamadığı için horgörülemez. Bir kimse her türlü teorik düşünceyi ne denli küçümserse küçümsesin, gene de teorik düşünce olmaksızın iki doğal olguyu biririyle ilişki içine sokamaz, ya da onlar arasında varolan bağı anlayamaz. Tek sorun bir kimsenin düşüncesinin doğru olup olmadığıdır, ve teoriyi küçümsemek doğalcı (natüralist) düşünmenin ve bu yüzden de yanlış düşünmenin en güvenilir yoludur. Ama eski ve çok iyi bilinen bir diyalektik yasaya göre, yanlış düşünce, mantıksal sonucuna dek götürüldüğünde, kaçınılmaz olarak çıkış noktasının karşıtına varır. Böylece diyalektiğin görgücül küçümsenmesi, görgücülerin en ağırbaşlılarını bile tüm boşinanların en boşuna, modern ruhçuluğa götürerek cezasını bulur.” (Engels)