Dışa, yani emperyalizme bağımlı geri-bıraktırılmış bir ülke olan Türkiye, çok bilinen sözle, her an her şeyin olabildiği bir ülkedir. Mahir Çayan yoldaşın sözleriyle, “emperyalist hegemonya toplumun kendi iç dinamiği ile gelişmesine engel olduğu için ülke altyapı ilişkilerinden üstyapısına kadar milli bir kriz içindedir. Bu milli kriz tam anlamı ile olgun değildir. Ancak şu veya bu ölçüde vardır.” Diğer bir ifadeyle, Türkiye, ekonomik, toplumsal ve siyasal olarak dengesiz bir toplumdur. Her an her şeyin olabilmesini sağlayan da bu dengesizliktir. Bugün, çok fazla bilinen, ama unutturulmaya çalışılan bu belirleme, Türkiye’deki her türlü ekonomik, toplumsal ve siyasal gelişmenin değerlendirilmesinde belirleyici bir yere sahiptir.
Her an her şeyin olduğu, bir gün içinde birden çok olayın birbiri ardına ortaya çıktığı ve her birinin bir önceki olayın ya da gelişmenin önüne geçtiği ya da üstünü örttüğü bir süreç yaşanmaktadır. “Köşe yazarları”nın, artık eskisi gibi bir sonraki günün gazeteleri için “yorum” ya da “değerlendirme” yazmaya bile zamanları kalmamaktadır. Bir gün içinde gelişen olaylar dizisi, kaçınılmaz olarak, “24 saat yazarlık” türünden yeni bir “köşe yazarlığı” tipi ortaya çıkarmıştır.
İster günlük, ister “24 saatlik” “köşe yazarlığı” yapılsın, her durumda gelişen olaylara yetişebilmek ve bu olayları kendi bütünlüğü içinde ve süreç olarak değerlendirmek neredeyse olanaksız hale gelmiştir. İnsanlar (ya da okurlar), henüz var olan bir olayın ne olduğunu bile anlayamadan yeni bir olay ortaya çıkmaktadır. Her hangi bir gün, olağan bir gündemle (örneğin Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi ayları kapsayan bir gündem) güne başlayan insanlar, gün ortasında bambaşka bir olayla, akşam daha başka bir olayla yüzyüze gelmektedirler. Gün boyu gelişen olayları (yalın dille söylersek, “haberleri”) izlemeyen bir kişi, akşam işinden evine döndüğünde apayrı bir ülkede yaşıyormuş duygusuna kapılabilmektedir. “Ne oldu” sorusu, hemen her durumda “ne olacak” sorusuyla birlikte insanların günlük yaşamında sürekli ve kalıcı bir yere sahip olmaktadır. Hiç kimse, “ne olduğu”nu anlamadıkları bir ortamda “ne olacağı”nı da konuşacak/düşünecek bir zamana sahip değildir.
Örneğin, neden olduğunu bilmeden izlenen borsa ya da döviz kuru, birden yükselebilmekte ve ardından yine neden olduğu bilinmeksizin birden düşebilmektedir. Döviz kuru yükselirken borsanın düşmesi bir “kural” olarak bellenmişken, birden borsanın yükselişi ile döviz kurunun yükselişi birbirine paralel bir seyir izleyebilmektedir.
Tüm gözler bir konuya (örneğin Cumhurbaşkanlığı seçimine) “odak”lanmışken, birden bire bir “tape” ortaya çıkabilmekte ve gündemi belirleyebilmektedir. Hemen herkes “Kürt sorunu”nun çözümüne ilişkin “barış süreci”nden söz ederken, birden bire bir başka toplumsal çatışma patlak verebilmektedir. Öyle ki, bu yeni toplumsal çatışma, ülkenin “en önemli sorunu” olarak görülen “Kürt sorunu”nu (ve elbette “barış süreci”ni) birden gündemin en alt sıralarına itebilmektedir. Sözcüğün tam anlamıyla, ulusal bir sorun, sınıfsal bir başka sorun tarafından “önemsizleştirilebilmektedir”.
Böyle bir ülkede, böyle bir ortamda, kendi çıkarlarını “realize” edebilmek için “gündem” yaratmaya çalışan siyasal iktidarın söylem ve demagojileri de bu değişkenliği daha da artırmaktadır.
Böyle bir ülkede ve böyle bir ortamda, herhangi bir olayı ya da konuyu enine-boyuna ele almak ve değerlendirmek, ülkenin fiili gündeminden kopmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Böyle olunca da, olayların süreç olarak ele alınması neredeyse olanaksız hale gelmektedir.
Bugün Türkiye’nin ana gündem maddesi, hiç tartışmasız Cumhurbaşkanlığı seçimidir. Bir an için “Cumhurbaşkanı kim olacak?” sorusu gündemin ilk sırasında yer alırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın aday olup olmayacağı, muhalefet partilerinin kimi aday göstereceği tartışılırken, birden bire bir başka olay, örneğin Soma katliamı her şeyin önüne geçebilmekte ve her türlü toplumsal tepki bu olay çerçevesinde kendisini dışa vurabilmektedir.
Bir sonraki olay tarafından gündemin alt sıralarına itilen her gelişen olay, aynı zamanda yeni beklentilerin de ortaya çıkmasına ve bir sonraki olay tarafından bir kenara itilmesine yol açmaktadır. Bir olayın yarattığı “umut”, bir sonraki olay tarafından “umutsuzluğa” dönüştürülebilmektedir.
Birbiri ardına gelen ve sürekli bir diğerini önemsizleştiren olaylar dizisi, giderek toplumsal bellekte tahribatlara ve “bugün”de yaşarken, “dün”ün unutulmasına yol açmaktadır. “Yarın” ise, bu değişkenlik içinde kendine bir yer bulamamaktadır. Böylesi bir durumda da, “medyatik” söylemler, gazete manşetleri, olayların tanımlanmasında etkin hale gelebilmektedir.
Örneğin, Gezi Direnişi, Türkiye toplumsal muhalefet hareketinin tarihsel bir olayı/olgusu haline gelirken, neyin ne olduğu, böylesi bir direnişin nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği anlaşılmamışken, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söylemleri kolayca yaygınlaşabilmektedir. Bu öylesine bir kolaycılıktır ki, Gezi Direnişi, neredeyse Taksim-Gezi Parkı çevresinde toplaşmış, siyasal iktidarın polis güçlerini çekilmesiyle 15 gün boyunca kendiliğinden “kendi iktidarını” kurmuş bir olay/olgu haline getirilirken, Gezi Parkı dışındaki yerlerdeki direnişler, çatışmalar ve daha da önemlisi bu çatışma ve direnişlerde yer alan milyonlarca insan görmezlikten gelinebilmiştir.
Toplumun kutuplaştırılmasından, alevi-sünni olarak ayrıştırılmasından “yakınanlar”, Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarıyla insanları “ötekileştirdiğinden” söz edenler çok kolaylıkla toplumsal olaylarda yer alan kitlenin “mezhebi”ni öne çıkartabilmektedirler. Gezi Direnişi’nin birinci yılına girildiğinde, birden bire bu direnişte yaşamını yitirenlerin “mezhebi”nin “alevi” oldukları keşfedilebilmekte ve böylece Gezi Direnişi sınıfsal temelinden kopartılarak “mezhepsel” bir temele oturtulabilmektedir.
17 Aralık sonrasında “cemaat”in yayınladığı “tapeler”le umutlanan ve bu umutla 30 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin önemli ölçüde oy kaybedeceği beklentisine girenler (ya da böyle bir beklenti oluşturanlar), seçim sonrasında Recep Tayyip Erdoğan’ın ailecek yaptığı “zafer konuşması”yla kolayca umutsuzluğa kapılabilmektedirler. Bu umutsuzluk içinde de, Recep Tayyip Erdoğan’ın “cumhurbaşkanı olma planları”nın gerçekleşeceği düşüncesine savrulabilmektedirler.
Oysa 30 Mart yerel seçimleri, daha önceki seçimlerin bir “fotokopisi” olurken, AKP, bu seçimlerde 2,5 milyon oy kaybetmiştir. Oylar alt alta yazılıp, toplanıp-çıkartıldığında, AKP’nin, dolayısıyla “muhtemel cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın “oy potansiyeli”nin %43,5 olduğu, buna karşılık düzen içi iki muhalefet partisinin (CHP ve MHP’nin) “oy potansiyelinin” de aynı düzeyde olduğu, yani “şanslarının” eşit olduğu çok açıktır.[1]
Yine 30 Mart yerel seçimleri sonuçlarından yola çıkıldığında, Recep Tayyip Erdoğan’ın “muradına” erebilmesi için yaklaşık %6,5 oranında bir ek oya ihtiyacı vardır. BDP (HDP) ile BBP’nin aldığı oylar dışında kalan “muhalefet” partilerinin toplam oy oranı, %49,26’dır. BBP ile AKP’nin aldığı oy oranı %44,55, BDP+HDP ile AKP’nin aldığı oy oranı %49,32’dir. Bu durumda (AKP+BBP+ BDP=%50,74), oylar başa baş görünmektedir.
Tüm bunlar, Recep Tayyip Erdoğan’ın “muradına” erebilmesi için BBP ile BDP’nin (+HDP) oylarını alması gerektiğini göstermektedir.
Görüleceği gibi, ülkenin bu dönem için ana gündem maddesi olan Cumhurbaşkanlığı seçimi, düzen içi siyasal ilişkiler alanında bir dizi ittifaklara, kapalı kapılar arkasında yapılacak pazarlıklara vb. bağlıdır. Bu pazarlıklar ya da ittifaklar “kombinasyonu”nda, doğal olarak “taraflar” kendi çıkarlarını “maksimilize” etmeye çalışacaklardır. Burada siyasal etik, siyasal ilke vb. gibi “ulvi” şeylerin hiçbir değeri yoktur.
Açıktır ki, Cumhurbaşkanlığı seçiminde “anahtar parti”, kesinkes HDP (BDP) olmaktadır. %6,5’luk oy potansiyeli ile HDP’nin “anahtar parti” haline gelmesi, doğrudan “İmralı”nın “kilit” konumda olmasını getirmektedir. Bu da, Cumhurbaşkanlığı seçiminde “barış süreci” söylemlerinin öne çıkartılmasını, gündemin ilk sırasına yükseltilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. A. Öcalan, “son görüşme”de (1 Haziran 2014) “demokrasi ve barış projesi olan adayı” destekleyeceklerini söylerken bu durumu açık biçimde ifade etmiştir.
HDP dışında kalan düzen içi muhalefet partileri, “çatı aday” çıkartsalar da, çıkartmasalar da, her durumda Cumhurbaşkanlığı seçiminin iki turlu yapılması nedeniyle, ikinci turda iki aday “yarışacaktır”. Bugün için (her an her şeyin olduğu bir ülkede kaçınılmaz bir “rezerv”dir bu), ilk turda tüm partilerin kendi adaylarıyla seçime katılacakları neredeyse kesindir. Bu durumda Recep Tayyip Erdoğan’ın oyların %50’sini alarak ilk turda seçilme olasılığı oldukça düşüktür. Bu nedenle, ikinci tur, büyük olasılıkla AKP adayı (yani Recep Tayyip Erdoğan) ile CHP’nin adayı arasında yapılacaktır. MHP’nin “blok” halinde CHP adayını desteklediği koşullarda seçim sonucunun başa baş olacağı görünmektedir. BBP’nin oylarının AKP’ye kayacağı varsayıldığında, HDP’nin “anahtar” rolü oynayacağı görülmektedir.
“Seçim toto” ya da “seçim olasılıkları” konuşulduğunda, HDP’nin ikinci turda “muhalefet” partilerinin oylarının birleşeceği adayı desteklediğinde Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimleri kazanması neredeyse olanaksızdır. Ama her an her şeyin olduğu bir ülkede, her kesimin kendi çıkarlarını “maksimilize” etme peşinde koşmaları kadar “doğal” bir şey yoktur. HDP’nin de, “İmralı”da MİT üzerinden AKP ile yapılan “pazarlıklara” bağlı olarak hareket edeceği de kesindir. Ancak HDP’nin “sol” ve “Türkiye partisi” olma iddiası nedeniyle, böylesine MİT’çi bir “pazarlığa” bağlı olarak AKP’yi alenen desteklemesi ve AKP adayına oy verilmesini istemesi de fazlaca olanaklı değildir.
Bu durumda “sol görünümlü” HDP’nin yapabileceği şey, 2010 Anayasa Referandumu’nda “İmralı”nın talimatıyla yaptığından farklı olmayacaktır: İkinci tur oylamaya katılmamak.
Bugün için “İmralı”nın ikinci tur oylamaya ilişkin bir “politikası” açıklanmamıştır. Yepyeni bir olay ortaya çıkmadığı sürece, birinci turun sonuçlarına bakılacaktır. Ama “görünen köy”, hiç şüphesiz “kılavuz” istemez. HDP, ikinci turda AKP adayını (Recep Tayyip Erdoğan) kendi çıkarlarını “maksimilize etme”ye hizmet edecek olsa da, alenen destekleyebilecek siyasal cesarete sahip değildir. Bu durumda, 2010 Anayasa Referandumu’nda olduğu gibi, seçime katılmayarak, dolaylı yoldan AKP’yi desteklemekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır.
Diyarbakır eski Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, “İmralı”dan gelecek sinyalleri beklemeden bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Benim inancım o ki, birinci turda bitmeyecektir bu iş. Mutlaka ikinci tura kalacaktır. İkinci turda, bana göre adaylara bakacaktır Kürt siyaseti… Bunların hiçbiri Kürtlerin derdine derman olmayacaksa, eğer demokrasi derdine derman olmayacaksa, barış derdine derman olmayacaksa hiçbirisine oy vermek zorunda değildir diye düşünüyorum.”
Gezi Direnişi’nin “kahramanı” ilan edilen Sırrı Süreyya Önder’in son “İmralı” görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, A. Öcalan’ın “kapsayıcılık”, “demokratik siyasete olan inanç” ve “barışı geliştirme” “ilke”lerini sıraladığını ve bu “ilke”lere sahip olan adayı destekleyeceklerini açıklaması, Osman Baydemir’in söyledikleri ile çakışmaktadır.
Genel kabule göre, Recep Tayyip Erdoğan, A. Öcalan’ın “ilke”lerinden “kapsayıcılık” ve “demokratik siyasete olan inanç” yönünden “eksi”de olduğu şüphesizdir. Ama öte yandan Recep Tayyip Erdoğan, “barışı geliştirme” konusunda “İmralı” ile MİT üzerinden “görüşmeleri” sürdüren tek taraftır. “Muhalefet” açısından ise, ilk iki “İmralı ilkesi” “artı”yı gösterse de, üçüncü “ilke” kesinkes “muhalefet” adayının “eksi”si durumundadır.
Bu durumda “İmralı”nın elindeki “pazarlık kozu” oldukça güçlüdür. Ancak yukarda da ifade ettiğimiz gibi, HDP’nin “iddiaları”, Recep Tayyip Erdoğan gibi sol toplumsal muhalefet tarafından ipliği pazara çıkmış bir adayı desteklemesini olanaksız kılmaktadır. HDP’nin “iddia”larına rağmen “İmralı”nın böyle bir “irade” beyan etmesi, HDP’nin “sol” görünümünü de, söylemlerini de yerle bir edecektir. Bu durumda HDP’nin ikinci tur oylamada “bitaraf” kalması kaçınılmaz görünmektedir.
Ama bu “bitaraf” tutum, yani ikinci tur oylamaya katılmayarak, seçime katılan seçmen sayısının azalmasıyla AKP’nin oy oranını artırmasını sağlanması “aklın yolu” olmaktan çok, “İmralı”da yapılan “pazarlıkların” bir sonucu olacaktır. Bu da 2010 Anayasa Referandumu’nun ikinci baskısından başka bir şey değildir.[2] Aradaki tek fark, AKP’nin 30 Mart yerel seçimlerinde 2,5 milyon oy kaybetmiş olmasıdır. Bu oyları telefi edebilmesi için, ya “İmralı”yla anlaşmak ya da yurtdışındaki Türkiyeli seçmenlerin (ki sayısı 2,6 milyondur) oylarının büyük bir bölümünü alması gerekmektedir. Bu açıdan “İmralı pazarlıkları”, 2010 referandumunda olduğu gibi “tek seçenek” olmaktan çıkmıştır. Ama HDP seçmen kitlesi “blok” halinde hareket ettiğinden, yurtdışı seçmenlerinin parçalı yapısı karşısında yine de sonuçları belirleyici etkin bir güç durumundadır.
Bütün bunlar Ağustos ayına kadar ülkenin gündemini belirleyen ana eksenin cumhurbaşkanlığı seçimi olacağını göstermektedir.
2009 yerel seçimlerinden 2010 referandumuna ve ardından 2011 genel seçimlerinden 30 Mart 2014 yerel seçimlerine kadar yapılan seçimlerde oyların dağılımına, düzen içi siyasal partilerin politikalarına ve tutumlarına bakıldığında Türkiye’deki dengesizlik çok açık biçimde görülebilmektedir.
Bugün için bu dengesizlik ortamında HDP kitlesi “blok” halinde “barış süreci”ne “endeks”lenmişken, AKP’nin denetiminde olan seçmen kitlesinin önemli bir bölümü “iktidarı ve iktidar nimetlerini kaybetmeme” kaygısı ve endişesiyle “blok”laşmıştır. Bunların dışında kalan (BBP hariç) “muhalefet” partileri ise dağınıktır. CHP seçmen kitlesi “kutuplaşmış” ortamda MHP’yi destekleme eğilimi gösterebilse de, MHP seçmenlerinde böyle bir eğilim fazlaca yoktur. Ankara’daki büyükşehir belediye başkanlığı seçiminde görüldüğü gibi, eski MHP’li Mansur Yavaş bile MHP’li seçmen kitlesinin çok azının oyunu alabilmiştir.
Bilinmelidir ki, dengesiz bir toplumda “sandıksal demokrasi”, toplumsal dengesizliği belli ölçülerde seçim sonuçlarına yansımasını sağlasa da, toplumsal muhalefetin gücünü ve değiştirici özelliğini yansıtmaz. Diğer yandan, dengesizliğin getirmiş olduğu hareketlilik ve olayların hızlı gelişimi ve değişimi, doğrudan “sandığa” yansımasa da, her durumda ülkede bir “yönetme” sorunu ortaya çıkarma potansiyeline sahiptir. Gezi Direnişi, bu “yönetme” sorununu nasıl yarattığını ve siyasal ortamı nasıl etkilediğini açıkça göstermiştir. Bu açıdan, toplumsal muhalefetin niceliksel (sayısal) gücünü değil, dengesiz bir toplumda ortaya çıkardığı gelişmelerin öne çıkartılması ve hesaba katılması çok daha önemlidir.
Böylesi dengesiz toplumda, önemli bir etmen de (ki aynı zamanda dengesizliğin temel nedenidir) emperyalizmin çıkarlarıdır. Türkiye ekonomisi, geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde dışa bağımlıdır ve dış gelişmelerden doğrudan ve ağır biçimde etkilenmektedir. Bugün emperyalist ülkeler, özel olarak Amerikan emperyalizmi, Türkiye’nin “sıcak para”ya olan aşırı bağımlılığı nedeniyle ekonomik bir kriz yaratma gücüne fazlasıyla sahiptirler. Kısa bir zaman diliminde ekonomiyi ağır bir kriz ortamına sürükleyebilme gücünü elinde tutan emperyalist ülkeler, bu güç yoluyla AKP iktidarının kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesini sağlayabilmektedirler. AKP ve mehteran takımı, iktidar oluşları kadar iktidarda kalışlarının da emperyalizmin “himmetine” bağlı olduğunu bilmektedirler. Bu nedenle, söylemsel olarak ne kadar “millici” görünürlerse görünsünler, her durumda emperyalizmin çıkarları doğrultusunda hareket etmektedirler. Son Almanya “krizi”nde olduğu gibi, Recep Tayyip Erdoğan, Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck üzerinden atıp-tutarken, diğer yandan Almanya ile Airbus 400M askeri kargo uçağı alım törenleri düzenlenebilmektedir.
Bu durum, iktidar oluşu kadar iktidard kalışı da dışa, yani emperyalizme bağılı olan AKP hükümetinin, varolan dengesizlik içinde, kendisine ve mevcut düzene karşı olan tepkileri ekonomik araçlarla pasifize edebilmesinin yolunu açmaktadır. Diğer bir ifadeyle, emperyalizmin her dediğini yerine getirirken, aynı zamanda dışa bağımlı ekonominin sürdürebilirliğini de sağlayabilmektedir. Bu yolla sağlanan kaynaklar da halkın halkın belli kesiminin “refah” düzeyini artırmak için kullanılmaktadır. Özellikle geniş ve yoksul kesimlere yönelik “nakti” yardımlar yoluyla bu kesimlerin tepkileri nötralize edilmektedir.
Yine de toplumun dengesini emperyalist ülkelerde bulması (ki son dönemde ABD Merkez Bankası FED’in “3. parasal genişleme”yi sona erdirme kararıyla geri-bıraktırılmış ülke ekonomilerinin nasıl bir “türbülansa” girdiği açıktır) ülke içindeki dengesizliğin “düzenlenmesinde”, yani suni bir dengenin kurulmasında ve sürdürülmesinde iç yapının sınırlı bir etkisi bulunmaktadır. Emperyalist ülkelerdeki krizlerin yansımasıyla birlikte “nispi refah” aracı kolayca etkisizleşebilmektedir. Bu durumda elde kalan tek şey, siyasal zor olmaktadır. Gezi Direnişi’nden bugüne gelindiğinde, toplumsal muhalefetin ekonomik araçlarla pasifize edilebilmesinin olanağı kalmamıştır. Doğal olarak AKP iktidarının elinde daha yoğun ve yaygın zor ve şiddete başvurmasından başka bir yol ve araç kalmamıştır.
Cumhurbaşkanlığı seçimi işte böylesi bir ortamda ve böylesi dengesiz bir toplumsal koşullarda gerçekleştirilecektir. Sonuç ne olursa olsun, AKP iktidarını sürdürdüğü sürece dengesizlik daha da artacak ve bu dengesizliği ekonomik araçlarla (suni olarak) düzenleme olanağı kalmayacaktır.