Vaktiyle aynı ormanda yaşayan bir aslan ve bir inek sürüsü varmış. Aslan sürüsünün gözü inek sürüsünde, ama inek sürüsü kendini savunacak kadar kalabalık ve güçlü.
Aslanlar açlıktan yorgun, halsiz, güçsüz kalmışlar. Düşünüp taşınıyorlar; sürü kalabalık ve güçlü saldırırlarsa karşılık bulacakları kesin. Çaba sarf etmeden, enerji harcamadan nasıl karınlarını doyurabilirler, bunun yollarını arıyorlar…
Ve aralarında konuşup anlaşıyorlar, içlerinden ineklerin sürüsüne bir elçi gönderiyorlar. Elçi diyor ki:
– Size saldırırsak ne olacağını biliyorsunuz. Mutlaka aranızdan birini alıp yiyeceğiz, buna engel olamazsınız. Gelin, ne kendinizi ne bizi uğraştırmayın, aranızdan birinin rengi çok sarı, sizden de farklı, bizim de gözlerimizi alıyor. Onu bize verirseniz size saldırmadan onu alıp gideriz ve bir daha gelmeyiz. Bundan sonra da güzel güzel geçiniriz.
İnekler düşünmüşler, taşınmışlar, bilge ineğe sormuşlar. “Olmaz” demiş bilge inek, “Aramızdan hiçbirini vermeyin” Ama aslanlar ısrarlı. En sonunda razı olmuş inekler, nasıl olsa saldırırlarsa birimiz gidecek, hem biz de çok yorulacağız. En sonunda peki demiş inekler, bir inekten ne çıkar? Biz büyük bir sürüyüz, bize bir şey olmaz... Vermişler sarı ineği, aslanlar da sarı ineği bir güzel yemişler, karınlarını doyurup kendilerine gelmişler.
Bir kaç gün sonra aslanlar gene acıkmışlar, yine gelmiş aslanların elçisi ineklerin yanına,
– Aranızda boynuzu kırık bir inek var, sinirimizi bozuyor, verin onu, ne kendinizi ne bizi uğraştırmayın demiş…
Barış yanlısı inekler, ikinci tavizi vermişler, o inek de verilmiş. Artık işi öğrenen aslanlar, benekli inek, kuyruğu kısa inek, şöyle inek, böyle inek deyip inekleri bir bir almışlar sürüden. Sürü de günden güne iyice azalmış. Artık aslanlar elçiye gerek kalmadan açık açık saldırmaya, istedikleri ineği sürüden götürüp yemeye başlamışlar.
Sürünün ileri gelen inekleri, panik içinde tekrar bilge ineğe koşmuşlar. “Biz nerede hata yapıyoruz, sürümüz yok olacak!” demişler.
Bilge inek yanıtı vermiş, “Siz hatayı sarı ineği verirken yaptınız…”
Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmak istiyor. Ama bugüne kadar olduğu gibi bir cumhurbaşkanı değil, tek seçici, tek atayıcı, tek karar verici, “koşan, terleyen” ve ülkeyi mutlak hükümranlıkla yönetecek bir cumhurbaşkanı olmak istiyor. Üstelik bu isteğini hiç gizlemiyor. Bulduğu her fırsatta açıkça dile getiriyor. AKP’nin “kurmayları” ya da bizim deyişimizle, “mehteran takımı” da Recep Tayyip Erdoğan’ın arzusuna göre bir cumhurbaşkanı olması için gerekli “yasal” hazırlıkları yapıyorlar.
Recep Tayyip Erdoğan’ın hedefinin, dünyanın “demokratik” hiçbir ülkesinde olmadığı kadar geniş, hatta sonsuz denilebilecek yetkilere sahip bir “ulu başkan” olmak olduğunda hemen herkes hem fikir. Bunun “demokratik” bir ülkede “tek adam diktası” kurmak anlamına geldiğini de bilmeyen yok gibi.
Recep Tayyip Erdoğan’ın hayalini kurduğu ve hedefine oturttuğu cumhurbaşkanlığı, her ne denli “tek adam diktası”, alenen “diktatörlük” olarak tanımlansa da, özünde yasama ve yürütme gücünün tek elde ve tek kişide toplanmasından başka bir şey değildir. Olayları izleyen ve izlediği oranda olayları anımsayan herkesin bildiği gibi, Recep Tayyip Erdoğan, “güçler ayrımı”na karşıdır. Yine herkesin bilebileceği gibi, kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesiyle birlikte, başta emperyalist ülkelerde olmak üzere, yürütmenin güçlendirilmesi yönündeki çabalar ve girişimler alabildiğine yoğunlaşmıştır.
Geçmiş dönemlerde feodal egemen sınıflarla (aristokrasi) burjuvazi arasındaki dengenin bir ifadesi ve kabulü olan “güçler ayrımı”, yürütme karşısında bir güç ve denge unsuru olarak yasamanın (parlamentonun) ve sözde bağımsız, özde ise yasama gücünün çıkardığı yasaları uygulamakla görevli yargı kurumunun ortaya çıkartılmasıyla siyasal sistemin temel unsuru olmuştur. “Güçler ayrımı” doktrini, 1789 Fransız Dev-rimi’nin “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” şiarı gibi, o güne dek oluşmuş burjuva ilişkilerin, burjuva kurumların meşruluğunu sağlayan, önündeki engelleri kaldıran, ama burjuvazinin çıkarlarını toplumun “ortak çıkarı” gibi sunan bir burjuva ideolojisinin ifadesidir. Ama tekelci kapitalizmle (emperyalizm) birlikte “güçler ayrımı” doktrini de bir yana itilmeye başlanmıştır.
“Devlet gücünün ve ekonomik görevlerinin alanının genişletilmesinin yanı sıra parlamenter kurumların etkinliğinin azalması da görülür. Otto Bauer şöyle diyordu: ‘Emperyalizm, yasama gücünün yetkilerini yürütme gücünün lehine olarak azaltır.’... Parlamento merkezileşmiş monarşilerin ellerindeki gücü istedikleri gibi kullanmalarını önlemek için kapitalist sınıfın verdiği mücadeleden doğdu. Bu durum çağdaş dönemin ilk zamanlarının özelliğiydi. Parlamentonun görevi daima hükümet gücünün kullanımının denetlenmesi ve kontrol edilmesi olmuştur. Bunun sonucu olarak parlamenter kurumlar, devletin özellikle ekonomik alandaki görevlerinin asgariye indirildiği rekabetçi kapitalizm dönemlerinde güçlendiler ve prestijlerinin en yüksek noktasına vardılar... Emperyalizm döneminde kesin bir değişiklik olur... Parlamento gittikçe artan bir ölçüde birbirinden farklı sınıf ve grupların çıkarlarını temsil eden partilerin savaş alanı olur. Bir taraftan parlamentonun olumlu eylem gerçekleştirme kapasitesi azalırken, diğer taraftan, uzaktaki toprakları yönetmeye, donanma ve orduların faaliyetlerini düzenlemeye ve karmaşık ve zor ekonomik sorunları çözmeye hazır ve yetenekli olan merkezi bir devlete olan gereksinme artar. Parlamento bu şartlar altında elinde bulundurduğu ayrıcalıkları birbiri ardından bırakmak ve gözleri önünde, gençliğinde iyi ve etkin biçimde mücadele verdiği türde, merkezi ve denetlenmeyen bir gücün ortaya çıkışını seyretmek zorundadır.” (Sweezy, Emperyalizm, Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, s. 90.)
Emperyalizm, kendine bağımlı ülkelerde kendi işlerini kolayca ve her türlü “bürokratik engelden” (ki bu parlamentoda temsil edilen değişik sınıf ve tabakaların çıkarlarıyla uzlaşmak zorunda kalmamak anlamına gelir) arındırılmış olarak yapmak ister. Dolayısıyla bu ülkelerde de yürütmenin güçlendirilmesini talep eder.
Emperyalizmin bu talebi ile Recep Tayyip Erdoğan’ın mutlak bir yürütme gücünü elinde bulunduran bir cumhurbaşkanı ya da “devlet” başkanı arzusu birbiriyle tam olarak örtüşmektedir. Burada gizli-saklı hiçbir şey yoktur.
Yürütmenin güçlendirilmesi, çok açıktır ki, değişik sınıf ve tabakalarının temsilcilerinden oluşan ve bu sınıf ve tabakalarının çıkarlarını “ortak çıkar” paydasında birleştirmekle “yükümlü” olan yasamanın aleyhinedir. Diğer deyişle, yasama organının (parlamento) güç ve yetkilerinin yürütmeye aktarılmasıdır. Güçlü bir yürütme koşullarında, değişik sınıf ve tabakaların çıkarlarının “ortak çıkar” olarak birleştirilmesi, yani bu kesimler arasında belli bir uzlaşmanın ve consensusun oluşturulmasına ihtiyaç duyulmayacaktır. Egemen sınıfın iktidarı mutlak hale getirilecek ve diğer sınıf ve tabakalar onun mutlak iktidarına tabi olacaktır.
Yasama organının gücünü kendisinde cisimleştiren ve kullanan yürütmenin gücünü tek adamın ya da bir adamlar grubunun (oligarşi) kullanıp kullanmamasının burada hiçbir önemi yoktur. Emperyalist “demokrasi” anlayışı bağlamında, önemli olan yürütme organının şu ya da bu biçimde ve şu ya da bu aralıklarla yapılan (Che Guevara’nın sözüyle, “hileli ya da hilesiz”) bir “seçim”le işbaşına gelmesidir. Gerisi “teferruat”tır!
Bütün bunlar açık-seçik ortadayken, tekelci kapitalizmin tarihsel eğiliminin bu yönde olduğu bilimsel olarak pek çok sefer ortaya konulmuşken, Recep Tayyip Erdoğan’ın “güçlü yürütme” söylemiyle “üstün yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanı” istemi karşısında kaygı ve endişe duyulması şaşırtıcıdır.
Bugün toplumsal muhalefetin düzen içi partileri, Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, parlamentodaki AKP’nin mutlak çoğunluğuyla (ve elbette HDP ya da MHP’nin desteğiyle) “tek adam diktası” kurulacağını söylemektedir. Ağustos ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminde “muhalefet”in ortak bir aday çıkararak bu sürecin önünü kesmeye çalışmaktadırlar. Oysa “atı alan Üsküdar’ı geçmiş”tir!
Bugün hemen hemen hiç kimsenin anımsamadığı 21 Ekim 2007 Anayasa Referandumu bu sürecin ilk ve temel halkasıdır.
“Unutulmuş Referandum - Tayyip-Bona-parte’ın ‘
Coup de Tête’si” yazımızda ifade ettiğimiz gibi, 21 Ekim 2007 referandumuyla kabul edilen “cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi” hükmü, açık biçimde yasama organının yetkilerini “seçilmiş cumhurbaşkanı”na devretmesinin başlangıcıdır. Bu da anayasa hukukunun sonu demektir. Söz konusu olan yazımızda ifade ettiğimiz gibi, bu referandumla birlikte, “anayasa değişiklikleri ve hatta tüm anayasa, meclisten çıkartılan herhangi bir ‘kanun’ gibi kanun olacak, ‘kanunlar anayasaya aykırı olamaz’ ilkesi ‘anayasa kanunlara aykırı olamaz’ zırvalığına dönüşecektir.” Ve dönüşmüştür de.
21 Ekim 2007 Anayasa Referandumu’nda, 42.690.252 kayıtlı seçmenin %67,5’i sandığa gitmiş ve 19.422.714 “evet” oyuyla (%68,95) kabul edilmiştir.
[1]
Oysa bu referandumdan üç ay
önce yapılan ve AKP’nin “açık ara” kazandığı 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde 36.056.293 seçmen (%84,2) oy kullanmıştır. AKP’nin oy toplamı 16.327.291’dir (%46,58). Bu sonuç karşısında referandumda hiçbir şey yapılamayacağını düşünen “muhalefet” partileri olayları kendi haline bırakarak, bugünkü sorunların ortaya çıkmasına yol açmışlardır.
Bu anayasa değişikliğiyle “halk tarafından doğrudan seçilmiş cumhurbaşkanı” ile “halk tarafından doğrudan seçilmiş parlamento” karşı karşıya getirilmiş ve cumhurbaşkanı parlamentoya değil, “halka” karşı “sorumlu” hale gelmiştir.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan, Kenan Evren için “biçilmiş” 1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanına verdiği yetkileri sonuna kadar kullanacağını ilan ederken, parlamento seçimlerinin yerine “plebisit”lerle ülkeyi yönetmeye aday olmuştur.
Mecliste “temsil edilen” “muhalefet partileri”, A. Gül’ün parlamento tarafından “nasıl olsa” seçilmiş olduğundan yola çıkarak 21 Ekim 2007 referandumunda hiçbir şey yapmayarak bu durumun ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Şimdi de Recep Tayyip Erdoğan’a karşı “ortak aday” çıkartmaktan ve bu yolla Recep Tayyip Erdoğan’ın “tek adam diktası”nın önünü kesmeye çalışmaktadırlar.
Evet, bugün için cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucu ortadadır. “Muhalefet” bir bütün olarak hareket ettiğinde Recep Tayyip Erdoğan’ın “hayali” sandığa gömülebilecektir. Ama 2007 referandumuyla ortaya çıkan sorun/çelişki varlığını sürdürecektir. Bugün olmazsa yarın, parlamentoda mutlak çoğunluğu elde eden bir başka partinin ihtiraslı ve haris bir lideri, aynı yoldan giderek cumhurbaşkanında cisimleşen güçlü bir yürütmenin ortaya çıkmasını sağlayabilecektir.
Yasama organı (TBMM), kendisinde olan cumhurbaşkanını seçme yetkisini “halka” devrederek “tek adam diktası”nın önünü açmıştır. “Muhalefet” partileri ise asıl hatayı, bilge ineğin dediği gibi, “sarı ineği verirken”, yani 2007 referandumunu önemsemeyerek yapmışlardır.
Şimdi artık değişik sınıf ve tabakaların çıkarlarının ortaklaştırıldığı ve aralarında belli bir consensusun yaratıldığı varsayılan “parlamenter sistem”e “elveda” demenin zamanı gelmiştir. Görüntüsel bir “demokra-si”nin olduğu bir ülkede bu da hiç şaşırtıcı değildir.
Dipnotlar
[1] Burada gözden kaçırılmaması gereken bir olgu da, 21 Ekim 2007 referandumunda Kürt seçmenlerin Türkiye ortalamasından daha yüksek bir katılımda bulundukları ve yine Türkiye ortalamasının çok üstünde “evet” oyu verdikleridir. Örneğin Hakkari’de referanduma katılım oranı %74,5 ve “evet” oylarının oranı %91,8 olurken, Mardin’de katılım oranı %75,1 ve “evet” oylarının oranı %94,8; Şırnak’ta katılım oranı %72,2 ve “evet” oylarının oranı %91,3’tür.