Önce “korsan eylem” taktikleri ortaya çıktı.
“Toplanma ve gösteri yapma hakkı”nın kullanılamadığı, kullanılmasına izin verilmediği, dahası bu hakkı kullanmak isteyenlerin ağır yaptırımlarla yüzyüze kaldığı koşullarda ortaya çıkan “korsan eylem taktikleri”, belirli günlerde (örneğin 1 Mayıs) toplanma ve gösteri yapma hakkının herhangi bir yasal sınırlamaya bağlı kalmaksızın kullanılmasından başka bir şey değildir.
“Korsan eylem taktikleri”, herhangi bir kentin, herhangi bir yerinde, olabildiğince sınırlı sayıda insanın, “önceden izin almaksızın” biraraya gelmesi, olayın ya da günün özelliğini içeren bazı sloganları atması ve polis müdahalesi olmadan olay yerinden ayrılması şeklinde özetlenebilecek bir eylem tarzıdır.
“Korsan eylemler”in en temel özelliği, sınırlı sayıda insanın kendi aralarında anlaştıkları bir zamanda, anlaştıkları bir mekanda protesto vb. eylemi gerçekleştirmek için ara sokaklarda bir araya gelmeleri ve eylemi gerçekleştirdikten sonra yeniden ara sokaklara dağılmalarıdır.
“Korsan eylemler”in en yoğun olarak gerçekleştirildiği yerler, İstanbul’da Taksim Meydanı ve Beyoğlu’nun ara sokakları ile Ankara’da Kızılay ve Yüksel Caddesi olmuştur.
“Korsan eylemler”in en büyük avantajı, “önceden izin alınmaksızın” gerçekleştirilmesi, yani mevcut düzenin yasal kurallarının ve sınırlamalarının bir yana bırakılmasıdır. Dezavantajı ise, eyleme katılanların olabildiğince sınırlı sayıda olmasıdır.
“Korsan eylemler”e katılım ne denli sınırlı olursa olsun, her durumda “kuşlama” vb. olarak adlandırılan “başka” taktiklerle birleşerek (bildiri dağıtma vb.), daha geniş kesimlere ulaşmanın bir aracı olmuştur.
Genellikle 12 Eylül askeri yönetiminden “sivil yönetime” geçilmesiyle başlayan “korsan eylem taktikleri”, kitlesel eylemlerin gelişmesine paralel olarak önemini yitirmeye başlamışsa da, 1 Mayıs eylemleriyle birlikte biçim değiştirerek yeniden ortaya çıkmıştır. Ancak bu “yeniden” ortaya çıkış, “korsan eylem taktikleri”nin sınırlı sayıda insanlardan oluşan özelliğinin aşılarak ve daha büyük kitlelerin katılımını sağlayan bir biçime dönüşerek gerçekleşmiştir.
“Korsan eylem taktikleri”nin dönüştüğü yeni biçim, 1990’lardan günümüze kadar meydanlarda kutlanmasına izin verilmeyen tüm 1 Mayıs’larda görülen “sokak taktikleri” olmuştur.
1 Mayıs eylemlerinde en yaygın biçimde kullanılan bu yeni “sokak taktiği”, yasaklı meydanlara çıkmak amacıyla ara sokaklarda bir araya gelen belli yoğunluktaki kitlenin polis barikatlarını aşmaya çalışmalarıyla başlayan, giderek polisle çatışmaya dönüşen ve polisin baskısı yoğunlaştığında yeniden ara sokaklara dağılarak süren bir kitlesel eylem biçimidir.
“Korsan eylemler”de sınırlı sayıda insanlar söz konusuyken, bu yeni “sokak taktiği”nde olabildiğince çok sayıda insanın katılımı söz konusudur. Birincisinde, slogan atmak, “kuşlama” yoluyla bildiri dağıtmak ve olabilecek en kısa sürede ve hızla dağılmak neredeyse eylemin bütününü oluştururken, ikincisinde, kitlesel ölçükte katılım ve önceden hazırlanmış pankartlar, flamalar, bayraklar vb. söz konusudur. Ancak her ikisi de mevcut yasaların “izin” vermediği eylemlerdir ve eylemin gerçekleştiği meydanlara açılan ara sokaklarda örgütlenir. Bu yönüyle her iki “taktik”, birbirine benzer, ikincisi, birincisinin daha geniş katılımla gerçekleştirilmesidir.
1990’lardan günümüze kadar tüm 1 Mayıs’larda görülen bu yeni “sokak taktikleri”, önceden “izin” alınmaksızın gerçekleştirilen eyleme karşı uygulanan polis terörüne direnmeyi, polislerle çatışmayı içerir. Bu yönüyle de yeni bir “sokak çatışması” tekniği ortaya çıkmıştır.
Bu “sokak çatışmaları” tekniği, meydanlara girilmesini engellemek amacıyla oluşturulmuş polis barikatlarının “barışçıl biçimde” zorlanması, meydanlara girilmeye çalışılmasıyla başlar. Ardından, “barışçıl” yollarla polis barikatları aşılamadığı ya da polisin saldırıya geçtiği durumda, kitlenin, taş vb. araçlarla polisleri geriletmeye, geri püskürtmeye ve bu yolla maydanlara girmeye çalıştığı ikinci aşama gelir. Polislerin geriletilemediği, polis saldırısının yoğunlaştığı (gaz bombaları, Toma’lar vb. araçlarla) durumlarda ve mevcut “direnme araçları” (taş vb.) azaldığında, kitle hızla ve düzenli biçimde ara sokaklara dağılır. “Göstericiler”in ara sokaklara dağılması üzerine polis güçleri de bölünerek “göstericileri” ara sokaklarda “kovalamaya” devam eder. Bu da, meydanlardaki polis güçlerinin sayısal olarak azalması, belli yerlerdeki polis barikatlarının dağılmasını getirir. Bu durumda “göstericiler”, polis gücünün göreceli olarak daha zayıf olduğu, gücünün bölündüğü, kendi barikatlarını korumak yerine sokak aralarında “gösterici” peşine düşerek dağılması karşısında, yeniden sokak aralarından çıkarak meydanlara yönelirler. Böylece “çatışmalar”, bir kez daha sokak aralarından meydanlara taşınmış olur. Ardından yeniden organize olan polis, bir kez daha sokak aralarından meydanlara çıkan “göstericilere” saldırır, onları meydanlardan uzaklaştırmaya çalışır. Bu ikinci hamle karşısında “göstericiler” bir kez daha ara sokaklara dağılır ve polis de, bir kez daha ara sokaklara dağılan “göstericileri” tümüyle dağıtmak için ara sokaklara yönelir. Bir kez daha meydanlar boşalır, çatışmalar ara sokaklarda sürer. Ara sokaklara dağılmış olan “göstericiler”, bir kez daha polisin boşalttığı alana yönelir ve bir kez daha ara sokaklara dağılmış olan polisler meydanlara geri döner...
Böylece bu “sokak taktikleri”yle, “göstericilerin” kararlılığına bağlı olarak, aynı çevrimin sürekli yinelendiği bir eylem süreci meydana getirir.
Bu “sokak taktiği”, bugün nasıl karalanmaya çalışılırsa çalışılsın (vandalizm vs. türünden “şiddet eylemi” olarak), başlangıçta olabilecek en geniş kitlenin katılımıyla “barışçıl” olarak başlar. Pankartlarla, flamalarla, bayraklarla, sloganlarla kitle “barışçıl” biçimde yürüyüşe geçer. Belli bir yere gelindiğinde polisin “yasal” uyarıları başlar, “dağılmaları” yönünde “uyarılır”. Dağılmadıklarında (ki her zaman bu böyledir), gaz, su vb. araçlarla polis “müdahalesi” başlar. Polis “müdahalesi”ne karşı kitlenin tek silahı, taş ve pankart sopalarıdır. Taş ve sopaların etkin bir biçimde kullanılması karşısında polis çaresizliğe düşer, şiddetini daha fazla arttırır. Hemen her durumda artan polis şiddeti, polisin doğrudan silah kullanması sonucunu doğurur. 1989 1 Mayıs’ında ya da 1995 Gazi Olayları’nda olduğu gibi, polis şiddeti (silah kullanması) ölümlere de yol açar.
Bu olaylar ve bu “sokak taktikleri” yıllar boyu sürüp giderken, “sokak savaşçıları” da bu süreçten dersler çıkarır.
İlk ve birinci ders, ne kadar kitlesel ve “barışçıl” olursa olsun, önceden “izin” verilmeyen kitle eylemleri benzer aşamalardan geçen bir polis müdahalesine maruz kalır. Eğer kitle, polis müdahalesine hazırlıklı değilse ve bu müdahaleyi belli ölçülerde durdurabilecek araçlara sahip değilse, polis müdahalesi kitlenin dağılmasıyla sonuçlanır. Bu nedenle de, daha baştan polis müdahalesi ve polis şiddeti hesaba katılarak “hazırlık” yapılır. Gerekli “savaş araçları” (taş vb.) önceden “tedarik” edilir. Polis, önce bu araçlarla püskürtülmeye ve etkisizleştirilmeye çalışılır. Bunda etkili olunmadığı, polis saldırısının ağırlaştığı durumda, yeniden bir araya gelmek üzere ara sokaklara dağılınır.
İkinci ders, “sokak çatışması”nın verildiği “arazi”nin iyi bilinmesidir. Hangi ara sokağın nereye çıktığı, meydana giden ara sokakların hangileri olduğu ne kadar iyi bilinirse, bu çatışmalarda o kadar etkili olmak mümkündür.
Bu yönleriyle, “sokak taktikleri”, önceden hazırlığı yapılan bilinçli bir eylemdir. Ancak bu “sokak taktiği”, bir siyasal mücadele biçimi, iktidarı ele geçirmeye yönelik bir “kitle taktiği” ya da “ayaklanma taktiği” değildir. Onun sınırlı bir amacı vardır. Bu amaç da, belli günlerde, özellikle 1 Mayıs’larda meydanların kitlelere yasaklanmasını protesto etmek ve böyle bir yasak kararının “pahalı”ya patladığını “devlete” göstermektir. Bu yönüyle “olumlu” bir amaç gütmez. Yani belli bir siyasal hedefi yoktur ve belli bir yer ve zamanla sınırlıdır. Bu nedenle de, neredeyse yılın aynı günlerinde sürekli yinelenen gelenekselleşmiş bir “durum” söz konusudur.
“Sokak taktikleri”nin üçüncü dersi, polisin “geleneksel” ya da “klasik” “müdahale araçları”nın kitlenin “geleneksel” direniş araçları (taş vb.) karşısında yetersiz ve etkisiz kaldığı koşullarda doğrudan “ateşli silahlara” başvurmasıdır. İlk kez 8 Nisan 1976’da Ankara Kurtuluş Parkı’nda gerçekleşen bu durum Eşari Oran ve Burhan Barın’ın ölümüne yol açarken, 1 Mayıs 1977’de tarihin en büyük ve en ağır katliamına yol açmıştır. 12 Eylül sonrasındaki kitle gösterilerinde ilk silah 1 Mayıs 1989’da patlamıştır (Mehmet Akif Dalcı’nın öldürülmesi, ki bu olay Gezi Direnişi’nde Ankara’da Ethem Sarısülüğün öldürülmesiyle büyük benzerliğe sahiptir). Böylece polisin doğrudan “ateşli silah” kullanarak kitle hareketini dağıtmaya yönelik saldırısı “silahla kontrol altına alınamayan kitle eylemleri”nin düzenin yasal sınırlarını aşmaya yöneldiğinde ortaya çıkabilecek katliamlar sorununu ortaya çıkarmıştır.
Polisin doğrudan “ateşli silah” kullanarak kitle eylemlerine saldırısı, bir yandan kitle eylemlerinin silahla kontrol altına alınması gerekliliğini ortaya çıkarırken, diğer yandan polis saldırısının bu boyutu gözönüne alınarak kitle hareketlerinin “yasal sınırlar içinde tutulması”nı amaçlayan pasifist ve teslimiyetçi eğilimleri doğurmuştur.
Genellikle yasal sınırlar içinde başlayan “barışçıl kitle gösterileri”nin polis tarafından sözlü ve fiili olarak engellenmeye çalışıldığı anda başlayan ve genellikle taş vb. araçlarla sürdürülen “çatışma” karşısında “geleneksel toplumsal olaylara müdahale araçları”nın yetersiz kalması üzerine polisin “ateşli silah” kullanması, en azından kullanma olasılığının güçlü biçimde varolması “barışçıl kitle gösterisi”ni “düzenleyenler”in gösteriyi bitirme ve dağıtma çabalarına yol açar. Son zamanların “moda” hareketlerinde olduğu gibi, bu gösteriyi bitirme ve dağıtma çabası, polisin “izin verdiği” bir yerde “basın açıklaması” yapılmasıyla sonuçlanır. Böylece sürekli “çatışma” potansiyeline sahip kitle gösterilerinin “basın açıklamaları”yla sonlandırıldığı kısır bir döngü ortaya çıkar.
Sendikalar, konfederasyonlar vb. “demokratik kitle örgütleri”nin düzenlediği tüm gösteri ve yürüyüşlerde görülen bu durum, “barışçıllık” kisvesi altında haklı ve mazur gösterilmeye çalışılır. Gerçekte ise, polisle doğrudan çatışmaya giren kitlenin polisin “ateşli silah” kullanması karşısında “korumasız ve savunmasız” olmasından kaynaklanır. “Yasal” ve “barışçıl” kitle gösterilerinin siyasal içeriğinin belirsizliği, iktidarın ele geçirilmesine yönelik bir içeriğinin bulunmaması, “korumasız ve savunmasız” kitlelerin korunması ve savunulmasına ilişkin bir düşüncenin ve çabanın ortaya çıkmasını engeller. Doğal olarak, kitle gösterisi, “barışçıl” olarak başlar, kısmi ve sınırlı “çatışmalar”la sürer ve biter.
Bu durum ve buna uygun düşünce ve davranış biçimleri Gezi Direnişi gibi uzun süren bir kitle hareketinde de egemen olmuştur. Siyasal iktidarın “icazeti” altında iki hafta boyunca Taksim Meydanı’nda “özgür alan” oluşturan Gezi Direnişi, bu egemen düşünce ve davranış içinde siyasal içeriği olmayan bir kitle hareketiymişçesine sürdürülmüştür. Ancak (başta Ankara, İzmir, Antakya, Eskişehir olmak üzere) ülkenin diğer yerlerinde direnişin siyasal niteliği çok daha belirgin olmuştur. Bu da “güvenlik güçleri”nin “yeni” taktikler geliştirmelerine yol açmıştır.
Bu “yeni” taktik, polisle çatışan kitlenin “sokak taktikleri” çerçevesinde yeniden toplanmak üzere ara sokaklara dağıldıklarında, buralarda milis görünümlü eli sopalı polislerin “cezalandırma timleri” olarak devreye sokulmasıdır.
Bu “yeni” polis taktiğini, polis müdahalesinin “ateşli silah” kullanma evresinin ön aşaması olarak tanımlamak olanaklıdır. Ancak bu “cezalandırma” yönteminin asıl içeriği, resmi polis güçlerinin (çevik kuvvet) dar sokak aralarına girerek hareketsiz kalmasını önlemek, meydanlardaki gücünün bölünmesinin önüne geçmek ve “göstericiler”in yeniden toplanmak üzere ara sokaklara dağılmasını önlemektir.
Bu “yeni” polis taktiği, ilk bakışta, sivil polislerin, esnaftan devşirdikleri “yedek güçler”le ara sokaklara dağılan göstericileri “cezalandırmaları” gibi görünse de, temelde, “göstericilerin” ara sokakları bir “manevra alanı” olarak kullanmalarını engellemektir. Bu “taktik”le, ara sokaklar “güvensiz” alanlar haline getirilmekte ve “göstericiler”in ara sokakları kullanmaları olanaksız hale getirilmektedir. Bu da, uzun yıllardır kullanılan “sokak taktikleri”nin kullanılamaz hale getirilmesi demektir.
Bu “yeni” polis taktiği, Gezi Direnişi’nin ilk günlerinde belirgin biçimde ortaya çıkmışsa da (“medya”ya yansıyan ilk olay İzmir’deki “eli sopalı siviller” olmuştur), “direnişin medyası” bu olayı görmezlikten gelmeyi yeğlemiş ve üstünü kapatmaya çalışmıştır. “Taksim Dayanışma”sı adına yapılan açıklamalarda “twitter” üzerinden “desenformasyon” yapıldığı, “bilgi kirliliği” ortaya çıktığı ileri sürülmüş ve bu tür “haberlere” “itibar edilmemesi” istenmiştir. Bu da “yeni” polis taktiğinin her yerde yaygın biçimde kullanılmasına yol açmıştır. Ortalığın “sakinleşmesi”nden sonra açığa çıktığı gibi, bu pasifikasyon yöntemi ölümlere neden olmuştur. Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülmesi bunun en tipik örneğidir.
Ancak “yeni” polis taktiği burada kalmamıştır. “Akrep” adı verilen ve ara sokaklarda kullanılabilir olan hafif zırhlı polis araçları bu taktiğe eklenmiştir. Böylece “göstericiler” için “güvensiz” hale gelen ara sokaklar tenhalaşmış ve “Akrep polisleri” sokak aralarında kalan ve sayıları birkaçı geçmeyen göstericileri kolayca yakalamaya başlamıştır.
Düne kadar “göstericiler”in güçlerini yeniden birleştirmek üzere dağıttıkları, manevra yaptıkları ve Çevik Kuvvet için “güvensiz” olan ara sokaklar, bugün “eli sopalı” ve “Akrepli” polis güçlerinin denetimine geçmiştir. Böylece “Akrep”lerin desteğindeki Çevik Kuvvet de daha küçük birimler halinde ara sokaklara girebilir hale gelmiştir. Diğer bir ifadeyle, düne kadar “göstericilerin” üstünlüğünde olan ara sokaklar el değiştirmiştir. Ara sokaklar, artık “göstericiler” için daha “güvensiz” hale gelmiş ve manevra alanı olarak kullanılması zorlaşmıştır.
Ama bu, polisin sağladığı psikolojik bir üstünlük durumudur. “Akrep”lerin ara sokaklarda hızla hareket etmesi ve “Akrepli polisler”in ara sokaklarda silah çekmek durumunda kalması ortaya çıkan “yeni” durumun sadece psikolojik nitelikte olduğunu açıkça göstermektedir. Bu psikolojik üstünlüğü sağlayan olay da, ara sokaklardaki “göstericiler”in “eli sopalılar” tarafından dövülerek öldürülmesidir.
Polis güçlerinin ara sokaklardaki “yeni” egemenliği, Taksim, Kızılay gibi büyük meydanların çevresiyle sınırlıdır. İstanbul ve Ankara’nın semtlerinde ya da Antakya’daki eylemlerde görüldüğü gibi, fazla düzenli olmayan dar ara sokaklar “göstericiler”in topluca barikat kurdukları yerler haline dönüşmektedir.
Yine de bu yeni durum, ara sokakların, “göstericiler” tarafından güçlerini yeniden birleştirmek üzere dağıldıkları ve manevra yaptıkları yerler olmaktan uzaklaşmasını engellememektedir. “Barışçıl göstericiler” için “sokak taktikleri”nin yeniden işlevsel hale gelebilmesi için, herşeyden önce ara sokaklardaki eski egemenliğin yeniden kazanılması gerekir. Bunun en emin yolu da, ara sokakları kullanmaya yönelik geri çekilmenin örgütlü gruplarla yapılmasından geçmektedir. Bu yolla, ara sokaklarda egemenlik kurmak için “direnme araçları” etkin biçimde kullanılabilecektir.
Özcesi, gelecek süreçte “sokak taktikleri”, yenilenerek ve yeni biçimler ortaya çıkartarak “barışçıl gösteri”lerin en temel çarpışma ve direnme aracı olarak varlığını sürdüreceği kesindir. Bunun için, herşeyden önce polisin geliştirdiği “yeni” karşı-taktiklerin yaratmış olduğu psikolojik üstünlüğün bertaraf edilmesi ve “direnme araçları”nın örgütlü gruplar tarafından sokak aralarında etkin bir biçimde kullanılması gerekmektedir. Burada belirleyici olan, kentin ve ara sokakların (gerilla savaşı terimiyle “arazi”nin) “göstericiler” tarafından çok iyi bilinir olması ve bu yolla “elverişli arazi” haline getirilmesidir.
Burada unutulmaması gereken şey, tüm bu “sokak taktikleri”nin ve polisin karşı-taktiklerinin sadece polisin zor yoluyla engellediği kitle gösterilerine ve “protesto” eylemlerine ilişkin olduğudur. Bu “sokak taktikleri”, hiçbir biçimde kitle ayaklanmasının (silahlı) ya da “barikat savaşları”nın bir parçası değildir. Bu “sokak çarpışmaları”nın, giderek ve süreç içinde “kitle ayaklanması”na dönüşmesi beklenemez. Devletin resmi zor güçlerinin, hiçbir yasal sınırlama olmaksızın, kolayca ve yaygın biçimde “silah” kullanabildiği bizim gibi ülkelerde, en sıradan ve en “masum” kitle gösterilerinin bile zorla engellendiği, kitlelerin en temel demokratik haklarının bile kullanılmadığı, kullanılmasına “izin” verilmediği tartışmasız bir olgudur. “Sokak taktikleri” ve buna karşı polisin geliştirdiği kontra-sokak taktikleri, demokratik devrimin tamamlanmadığı, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmadığı koşullarda ortaya çıkan “barışçıl” kitle gösterilerine ilişkindir. Bu kitle gösterilerinin “sokak taktikleri”, siyasal iktidarın ele geçirilmesine yönelik mücadelenin ikincil araçlarından birisidir. Bunu, devrimci mücadelenin önemli ve hatta birincil araçlarından biri olarak görmek ya da göstermeye kalkmak yapılabilecek en büyük hatalardan birisidir. Bu “sokak taktikleri”, sadece “geçici mevzileri” korumak için yürütülen mücadelenin bir parçasıdır. Che’nin çok açık biçimde ifade ettiği gibi, “küçük taktik sorunlarda büyük stratejik hedefler görmek”, halk kitlelerinin “enerjisini boşa harcamak”tan başka bir işe yaramaz.