“... ayaklanma, savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar bir sanattır; ihmal edilmesi, bunları ihmal eden partinin yıkımına yolaçan bazı pratik kurallara bağlıdır. Böyle durumlarda gözönünde tutulmaları gereken partilerin ve koşulların doğasından mantıksal olarak çıkan bu kurallar öylesine açık ve öylesine yalındırlar ki, kısa 1848 deneyi, bunları Almanlara adamakıllı öğretmiştir. Birincisi, eğer oyununuzun bütün sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye iyice kararlı değilseniz, ayaklanma ile asla oynamayınız. Ayaklanma, değerleri her gün değişebilen çok belirsiz büyüklükler ile yapılan bir hesaptır; düşman güçleri, her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, yenilir ve yıkıma uğrarsınız. İkincisi, bir kez ayaklanma yoluna girdikten sonra, çok büyük kararlılıkla ve saldırıcı biçimde hareket edilir. Savunma, her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; ayaklanma, daha düşmanları ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza, güçleri dağınık olduğu sırada birdenbire saldırın, ne kadar küçük olursa olsun, yeni, ama günlük başarılar hazırlayın; ilk başarılı ayaklanmanın size verdiği moral üstünlüğü sürdürün; her zaman en güvenilir tarafı seçen kararsız öğeleri böylece kendi yanınıza alın; düşmanlarınızı güçlerini size karşı toparlayamadan önce geri çekilmeye zorlayın; devrimci taktiğin, bugüne kadar bilinen en büyük ustası olan Danton’un sözleriyle: de l’audace, de l’audace, encore de l’audace.[1*]” (F. Engels)
Gezi Direnişi’nin üzerinden dört ay geçti. Gezi Parkı’ndaki “çevre duyarlılığına sahip” küçük bir grubun protesto eylemine karşı girişilen polis terörüyle başlayan olaylar dizisi herkesi şaşırttı ve hazırlıksız yakaladı. Bir “çevreci” protesto eyleminin ülke çapında polis terörüne karşı bir halk direnişine dönüşmesi “beklenmedik” bir olaydı. Kendisini “sol”da gören, AKP iktidarına karşı olan hemen herkes, özellikle sol, kendisine marksist, leninist, komünist ve hatta troçkist/anarşist diyen çevreler bile “olay”ın içinde yer almakta hiç çekince göstermediler. Beyoğlu/İstiklal Caddesi çevresinde “mekan” sahibi olan sol çevreler pankartlarıyla, bayraklarıyla, afişleriyle “meydan”a çıktılar. Taksim’den Dolmabahçe’ye, Kadıköy’den Gazi’ye ve ardından tüm ülkeye yayılan direniş ve protesto eylemlerine milyonlarca insan katıldı.
Direnişin ilk gününden itibaren bu halk hareketinin niteliği ve karakteri üzerine bir yığın değerlendirme, yorum ve hatta teori yapılmaya başlandı. Tüm yorum ve değerlendirmeler, çok açık biçimde “popüler kültür”ün yaratmış olduğu hava içinde ve “popüler kültür”ün söylemleriyle biçimlendi.
İlk popüler “değerlendirme” Ahmet İnsel’den geldi. Ona göre, Gezi Direnişi bir “haysiyet ayaklanması”ydı. Ardından klasik sol “değerlendirmeler” geldi. Klasik sol söylemlerde Gezi Direnişi bir “halk ayaklanması”, bir “isyan”, bir “başkaldırı” olarak yorumlandı. Ajit-prop söylem ve yazımda “
ayaklanma” kavramı olabildiğince yayıldı ve yer yer başat hale geldi.
Gezi Direnişi’nde, sol çevrelerin, örgütsüz halk kitlelerinin kendiliğinden “ayaklanması” olduğuna ilişkin genel yaklaşımına ve kavrayışına rağmen, olayların bir “halk direnişi” olduğuna ilişkin tanımlama çok daha fazla yer buldu. Bu da, “
Her Yer Taksim, Her Yer Direniş” sloganında somutlaştı.
Yine de “ayaklanma” tanımlaması ve söylemi solda temel kavram olmayı sürdürdü. Burada en temel unsur, solun “klasik” ajit-prop söylemleri açısından “ayaklanma” sözcüğünün dayanılmaz çekiciliğiydi.
Sol yazında, ne denli belirsiz ve sıfatsız olarak ifade edilse de, “ayaklanma”, siyasal iktidarın ele geçirilmesinin en temel yolu olarak kabul edilegelmiştir. Genel olarak revizyonistler ve oportünistler açısından (ki bu kavramlar günümüzde neredeyse hiç kullanılmaz olmuştur) “devrim” sözcüğü “ayaklanma” sözcüğü ile özdeştir. Bunun kaynağı da 1917 Ekim Devrimi’dir.
Bu özdeşlik içinde devrim, işçi ve köylü kitlelerinin ayaklanması sonucunda gerçekleşecektir. Klasik revizyonist anlayışta bu durum “
sovyetik ayaklanma” olarak tanımlanır.
Revizyonist ve oportünistler açısından “sovyetik ayaklanma”, bir strateji, bir stratejik çizgidir. Ancak sözcüğün sıradan anlamıyla bir “ayaklanma” yoluyla iktidarın ele geçirilmesi “stratejisi” değildir. Buradaki “ayaklanma” sözcüğü, “sovyet” tipi bir örgütlenmeye dayanan
silahlı ayaklanmadır. Bunun somut tarihsel örnekleri ise, Rusya’daki 1905 ve 1917 Şubat devrimleridir.
1905 Rus Devrimi, 22 Ocak 1905 günü papaz Gapon’un önderliğinde Rus çarına dilekçe vermek için (“barışçıl eylem”) binlerce işçinin Kışlık Saray’a doğru yürüyüşe geçmesiyle başladı. Ancak karşılarına askeri birlikler çıkartıldı ve binin üzerinde insan katledildi. “Bununla birlikte, bir kaç ay içinde, tablo tümüyle değişti. Yüzlerce devrimci sosyal-demokrat ‘birden’ binler oldu; binler, 2-3 milyon proleterin önderi oldu. Proleter mücadele, 50-100 milyonluk köylü kitlesi arasında çoğu kez devrimci hareketin geniş ölçüde mayalanmasına yol açtı; köylü hareketi, ordu içinde yankılandı, askeri isyanlara ve ordu içinde silahlı çatışmalara yol açtı. 130 milyonluk bir nüfusa sahip dev bir ülke, bir anlamda, kendini devrimin içinde buldu; bu yolla, uyuyan Rusya, devrimci bir proletaryanın ve devrimci bir halkın Rusya’sına dönüştü.”
[2*] Diğer bir tanımlamayla, papaz Gapon’un örgütlediği düzen içi “barışçıl eylem”, birkaç ay içinde kitlesel grevlere ve gösterilere yol açtı. Ardından tek tek barikatlara ve tek tek barikatlardan kitlelerin kurduğu barikatlara ve askerlere karşı sokak savaşlarına geçildi. Lenin’in sözleriyle, “örgütlerin ilişiği olmadan, geniş işçi sınıfı mücadelesi bir grevden başlayıp ayaklanmaya ulaştı”.
Bu silahlı ayaklanma, Potemkin Zırhlısı’ndaki isyanla birlikte gelişti ve 1905 Aralık ayındaki Moskova ayaklanmasıyla zirveye ulaştı.
Böylece barışçıl gösterilerle başlayan ve yine barışçıl grevlerle süren kitle hareketi, bir genel ayaklanmaya evrildi. Bu süreçte fabrikalarda ve mahallelerde kitlelerin yönetim organı olarak “sovyetler” oluşturuldu. Bir süreliğine de olsa, ikili iktidar ortaya çıktı. Ancak devrimci öncünün yetersizliği koşullarında 1905 Devrimi başarısızlıkla sonuçlandı.
1917 Şubat Devrimi de benzer bir süreç izledi. 1905 Devrimi’nden farklı olarak, I. Yeniden Paylaşım Savaşı koşullarında işçi ve köylü kitleleri “asker”diler ve silahlıydılar. Sovyetler, hızla işçi-asker sovyetleri halini aldı. Bunun sonucu olarak da kitlesel grevler hızla askeri birliklerin katılımıyla silahlı ayaklanmaya ve ardından geçici hükümetin kurulmasına yol açtı. Artık çarlık devrilmişti.
Bu iki tarihsel olay (ve elbette 1917 Ekim Devrimi) siyasal iktidarın ele geçirilmesinin yeni bir yolunu ortaya çıkardı: Silahlı ayaklanma.
İşte bu tarihten itibaren, “silahlı ayaklanma” ya da “Sovyetik ayaklanma”, iktidarı ele geçirmenin temel yolu ve yöntemi olarak kabul edildi. Böylece “sovyetik ayaklanma stratejisi”, dünya çapında marksist-leninist örgütlerin temel devrim stratejisi olarak ortaya çıktı.
“Sovyetik ayaklanma stratejisi”, özce, milli kriz koşullarında, yani devrimci bir durumun varlığı koşullarında, kitlelerin hareketinde (kendiliğinden) olağanüstü bir artış olduğu bir ortamda, devrimci öncünün kitleleri örgütleyerek silahlı ayaklanmayla iktidarın ele geçirilmesidir.
“Sovyetik ayaklanma stratejisi”nin en temel unsurları ise: a) Milli krizin varlığı (devrimci durum); b) kitle hareketlerinin olağanüstü artışı ve c) devrimci öncünün varlığıdır. Bu koşullarda, gelişen ve yayılan kitle hareketlerinin örgütlenmesi, barışçıl gösteri ve grevlerin silahlı ayaklanmaya dönüştürülmesi devrimci öncünün görevi olarak ortaya çıkar. Diğer bir ifadeyle, devrimci öncü, kitlelerin gelişen ve yükselen kendiliğinden mücadelesinin içine girer, onları politik-askeri olarak örgütler ve silahlı ayaklanma ile iktidar ele geçirilir.
Burada en temel olgu milli krizin (devrimci durum) varlığıdır. Lenin’in çok açık biçimde tanımladığı gibi, milli kriz, “alttakilerin eskisi gibi yönetilmek istemediği” ve “üsttekilerin eskisi gibi yönetemediği” koşullardır. Doğal ve kaçınılmaz olarak “eskisi gibi yönetilmek istemeyen” kitleler, mevcut düzene karşı tepkilerini değişik biçimlerde (barışçıl gösteriler, grevler vb.) ortaya koyarlar. Aynı biçimde “üsttekiler”, artık “alttakileri” eskisi gibi yönetemediklerinden, bu kitle hareketlerini durduramazlar. Ellerinden gelen tek şey, kendiliğinden harekete geçen kitlelere karşı daha fazla zor, şiddet kullanmaktır. Bu da “barışçıl” eylemlerin hızla silahlanmasına, “üsttekilerin” zoruna, şiddetine karşı zor araçlarıyla karşı koymalarına yol açar. Böylece silahlı ayaklanma kaçınılmaz hale gelir. Doğru biçimde yönetilen ve doğru askeri taktik ve tekniklerin kullanıldığı bir silahlı ayaklanma iktidarın ele geçirilmesiyle sonuçlanır.
Bu stratejik çizgide tipik olan milli krizin sürekli değil,
kesintili oluşudur. Bu da devrimci mücadelenin
evrim ve devrim aşamaları olarak iki ayrı aşamada ele alınmasını getirmiştir. On yıllar süren evrim aşamasını kısa süren ve milli krizin varlığıyla nitelenen devrim aşaması izler.
Evrim aşamasının “devrimci mücadelesi, içeride oportünizme karşı amansız ideolojik mücadele vermek, dışarıda ise, proletaryanın sendikal mücadelesinden, halk kitlelerinin ekonomik ve demokratik mücadelesine kadar kitlelerin günlük mücadelesini örgütlemekten, mevcut gerici yönetime karşı, demokratik muhalefetin en solunda yer alarak, siyasi muhalefeti yönlendirmeye kadar her çeşit eylem biçimini kapsar (silahsız)”.
[3*]
“Devrim aşaması kısa bir dönemdir. Bu aşama verili sosyal düzenin alt üst olması aşamasıdır. Bu kısa aşamada proletaryanın ve öncüsünün taktiği hücumdur; gündemde tek bir madde yazılıdır: AYAKLANMA. Bu dönemde proletaryanın taktiği verili devlet mekanizmasını parçalayarak, proletaryanın devrimci iktidarını kurmaktır.”
[4*]
Marksist-leninist devrim teorisi öz olarak budur.
Revizyonist ve oportünistler, zaman ve mekan kavramlarını dikkate almaksızın bu marksist-leninist devrim teorisini her koşulda ve her yerde geçerli tek devrim teorisi olarak ilan ederler. Onlara göre, milli krizin sürekli olduğu geri-bıraktırılmış ülkelerde de bu devrim teorisi geçerlidir. Oysa ki, “sovyetik ayaklanma stratejisi”, herşeyden önce milli krizin sürekli değil, kesintili olduğu koşullara ve ülkelere ilişkindir. Dolayısıyla milli krizin sürekli olduğu geri-bıraktırılmış ülkeler için aynı özelliğe sahip değildir. Böyle olunca da, milli krizin sürekliliğini önemsemeyen, bunun yerine hayali teoriler ve tahlillerle milli kriz tanımları uyduran revizyonist ve oportünist örgütler, sürekli milli kriz koşullarında, böylesine koşullar yokmuşçasına hareket ederler ve evrim döneminde olunduğunu, dolayısıyla evrim döneminin taktiklerinin uygulanması gerektiğini iddia ederler. Onlar, kendilerinin tanımladığı (öznel) milli krizin ortaya çıkacağı koşulları beklerler. Bu beklenti içinde, evrim döneminin “gereği olarak”, sendikal ve demokratik kitle örgütlenmelerine yönelirler. Kitlelerin ekonomik-demokratik mücadelelerini örgütlemek ya da gelişen kendiliğinden kitle eylemlerinin içine girerek onları örgütlemeye çalışmak tüm revizyonist ve oportünist örgütlerin “devrim öncesi” çalışma tarzı olarak ortaya çıkar.
Günümüzde üstü örtük biçimde “sovyetik ayaklanma stratejisi”ni savunan legal “sol” örgütlenmelerin yaptığı bunlardan ibarettir. Ancak bununla da yetinmezler. Kendilerinin belirlediği milli kriz koşulları ortaya çıkmadığı sürece, kitlelerin “barışçıl” mücadelesi asla silahlı bir mücadeleye de dönüştürülmemelidir. Bu nedenle de, kendi beklentilerine uygun bir “milli kriz” varolmadığı sürece, kitle mücadelesinin düzenin legal sınırlarının dışına taşmamasına özen gösterirler, “barışçıllıktan” ve “meşruiyetten” uzaklaşılmaması için ellerinden gelen her çabayı gösterirler. Bütün bu pasifist tutumlarını da, milli kirizin bir gün ve bir zamanda ortaya çıkacağı varsayımlarıyla haklı ve meşru göstermeye çalışırlar.
Onlara göre, bir gün, ama “mutlaka” kendi tanımladıkları gibi bir milli kriz ortaya çıkacaktır. Böyle bir milli kriz koşullarında kitlelerin kendiliğinden eylemleri yoğunlaşacak ve ülkenin her yanına yayılacaktır. Bu ortamda kendilerinin çağrılarıyla gerçekleştirilecek bir “genel grev” mücadeleyi bir üst aşamaya yükseltecektir. Elbette 1905 ve 1917 Şubat devrimlerinde olduğu gibi, bu “genel grev” hızla genel silahlı bir ayaklanmaya evrilecek ve sonuçta iktidar ele geçirilecektir.
Buraya kadar her şey “tarihe” ve “kitaba” uygundur. Ortalığın sessiz ve durağan olduğu on yıllar boyunca ekonomik-demokratik mücadele çerçevesinde örgütlenilecek, “barışçıl” mücadeleler içinde kitlelerle temas kurulacak, onların “güveni” sağlanacaktır. Milli kriz patlak verdiğinde de, kendiliğinden yükselen kitle hareketleri bu “güven” ve “örgütlülük” sayesinde örgütlenecek, “genel grev”e yöneltilecek ve giderek silahlı ayaklanmaya dönüştürülecektir. O güne kadar, yani milli kriz patlak verene kadar, günlük mücadelelerle yetinilecektir.
İşte Gezi olaylarının bozduğu ilk ve büyük “ezber” de budur.
Bugün tüm legalistlerden küçük-burjuva liberallere kadar herkes Gezi olaylarının kendiliğinden ortaya çıkan büyük bir kitle hareketi olduğunda birleşmektedirler. Ve yine hepsinin ortak noktası bu kendiliğinden hareketin örgütsüz olduğudur.
1905 Rus Devrimi “şablonu”ndan yola çıkıldığında, İstanbul Gezi Parkı’nda başlayan ve ardından ülkenin her yanına yayılan direniş (gösteriler), tek tek barikatlara ve grevlere yönelmeliydi. Üstelik bu tek tek barikatlar kitlelerin kurduğu barikatlara ve giderek devletin zor güçlerine karşı sokak savaşlarına yol açmalıydı. Bundan sonrası zaten “kolay”dır. Devletin zor güçleriyle silahlı çatışmaya giren kitleler “devrimci askeri komite” tarafından örgütlenir ve hızla genel silahlı ayaklanmaya dönüştürülür.
Ne yazık ki, bu “şablon” gerçek yaşama uymamıştır.
Her şeyden önce, Gezi Direnişi’nin kendiliğindenliği ve örgütsüzlüğü konusunda “mutabakat” sağlayan legalist sol, böylesi bir direnişi, kendiliğinden kitle hareketini ortaya çıkartan nesnel koşulları, daha tam ifadesiyle, milli krizin durumunu saptamaktan özenle kaçınmaktadır. “Şablon” gereği, kitlelerin kendiliğinden hareketinde büyük bir artışın ortaya çıkabilmesi için milli bir krizin varlığı şarttır. Dolayısıyla “üsttekiler”i de, “alttakiler”i de etkileyen ekonomik, toplumsal ve siyasal kriz koşullarının olması gerekir.
Gezi Direnişi koşullarında ekonomik durum, “makro ölçekte” ne kadar “olumsuz” görünürse görünsün, her türden ve her cinsten “ekonomik kriz” olarak tanımlanabilecek bir durumda olmadığı açıktır. Toplumsal huzursuzluk, özellikle “ulusalcı” olarak adlandırılan kitlenin huzursuzluğu, sözcüğün bilinebilecek anlamlarıyla “toplumsal kriz” olarak tanımlanamaz. AKP iktidarına karşı duyulan öfke, ne denli yoğun ve büyük olursa olsun, toplumsal bir kriz olarak yorumlanamaz. Siyasal kriz ise, yani hükümet krizi ya da “yönetim krizi”, hiç tartışmasız mevcut değildir.
Tüm bunlar, Gezi Direnişi koşullarında, “klasik” tanıma uygun bir milli krizin olmadığını açıkça göstermektedir. Ortada tanımlanabilir ya da tanımlara uygun bir milli kriz yokken, milyonlarca insanın sokaklara dökülmesi, ülkenin her yanında eylemlere katılması ve polisle çatışmaya girmesi milli krizle değil, “farklı” bir şey olarak “yorumlanmak” zorundadır. Ortada bir milli kriz “yokken”, kaçınılmaz olarak, milyonlarca insanı kapsayan kendiliğinden kitle hareketinin de silahlı ayaklanmaya dönüştürülmeye çalışılması söz konusu olmayacaktır. O zaman yapılması gereken tek şey, günü kurtarmak, kendiliğinden kitle hareketinin “barışçıl” hareketler düzeyinde kalmasını sağlamaktır. Ve öyle de yapılmıştır.
Gezi olayları, çok açık biçimde, legalistlerin, revizyonist ve oportünistlerin tanımladığı ya da tanımlamaya çalıştıkları türden bir “milli kriz”in ürünü değildir. Bu da onların “milli kriz” kavrayışlarının tarihsel gerçeklere uymadığının açık kanıtıdır.
İkinci gerçek, on yıllar boyunca (ve hatta tüm faaliyetleri süresince) sadece “milli kriz” (devrimci durum) koşullarına kadar legal alanlarda kitlelerin ekonomik-demokratik mücadelesini örgütlemeyi tek iş olarak gören ve bunun “dışında”ki her türlü mücadeleleri dışlayan legalizmin Gezi Direnişi’yle ortaya çıkan kendiliğinden kitle hareketi karşısında hazırlıksız ve çaresiz kalışıdır.
Ufukları 1 Mayıs’lardaki “militan” çatışmalara bile ulaşamayan legalistler, her zaman milyonlarca insanın sokaklara çıkmasını bekleye gelmişlerdir. Ve “o gün” geldiğinde de, tüm öngörülerini, “genel grev” çağrılarını, “sovyetik ayaklanma” öngörülerini birden unutuvermişlerdir. Kendiliğinden hareketi örgütlemek yerine, kendiliğinden hareketin kendiliğinden “ideoloji”sine boyun eğmişlerdir ve onunla uyumlu olabilmek adına “taş atma”nın bile “şiddet eylemi” ilan edilmesine gönülden katılmışlardır.
Bizler, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’ni savunanlar, hiçbir zaman “sovyetik ayaklanma” yoluyla iktidarın ele geçirileceğini iddia etmedik ve savunmadık. Ama bizler, bizim gibi ülkelerde legalistler gibi “klasik” bir milli krizin varlığını aramanın boş ve anlamsız olduğunu yıllar boyunca söyledik ve ortaya koyduk. Bizim iddiamız, bizim gibi emperyalizme bağımlı geri-bıraktırılmış ülkelerde “klasik” anlamda bir milli kriz beklemenin boş ve saçma olduğudur. Bizim gibi ülkelerde milli kriz, tam anlamıyla olgunlaşmamış da olsa her zaman ve her dönem mevcuttur. Bu da, silahlı mücadelenin nesnel koşullarının mevcudiyeti demektir. Silahlı mücadelenin nesnel koşullarının mevcudiyeti, her zaman ve her dönemde kitlelerin tepkilerinin mevcut düzen tarafından zorla, şiddetle bastırılması demektir. En “masum”, “çevreci” küçük bir eylemin bile zorla, şiddetle bastırılmaya çalışılması ülkemizin gerçekliğidir. Bu nedenle, egemen sınıfların ve iktidarın zoruna, şiddetine karşı örgütlenmeyen, buna hazırlıklı olmayan kitle hareketleri çok kolaylıkla bastırılabilmekte ve sindirilebilmektedir.
Tam anlamıyla olgun olmasa da milli krizin var olduğu koşullarda yapılması gereken şey, planlı, programlı ve örgütlü olarak silahlı mücadelenin yürütülmesidir. Silahlı mücadele, politik-askeri bir mücadeledir. Bu politik-askeri mücadele, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi mücadelesi olarak siyasal gerçeklerin teşhir edilmesi demektir. Bu politik-askeri mücadele, kitlelerin mevcut düzene karşı tepkilerinin pasifize edildiği, bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir dengenin kurulduğu koşullarda, bir yandan kitleleri bilinçlendirip örgütlerken, diğer yandan suni dengeyi bozarak kitlelerin tepkilerinin açığa çıkmasının koşullarını yaratma mücadelesidir. Doğal olarak, temelde siyasal zorla sürdürülmek durumunda olan suni dengenin bozulması, kitlelerin kendiliğinden tepkilerinin de ortaya çıkmasına yol açacaktır. Bu da, mücadelenin gelişmesine paralel olarak ortaya çıkacak olan kendiliğinden kitle hareketlerinin örgütlenmesini gerektirir. Kendiliğinden gelişen kitle hareketlerini örgütleyemeyen, onlara önderlik edemeyen bir örgütlenmenin de öncülük görevini tam olarak yerine getiremeyeceği açıktır.
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, sürekli milli kriz koşullarında, iktidarın planlı, programlı ve örgütlü bir mücadeleyle ele geçirilmesinin stratejisidir. Burada gerilla savaşı, politikleşmiş bir askeri savaş olarak belirleyici konumda da olsa, barışçıl ve legal mücadele biçimleri de tali ve tamamlayıcı mücadele biçimleri olarak ortaya çıkar. Bu tali ve tamamlayıcı mücadele biçimlerini örgütlemek devrimci öncünün görevleri arasındadır.
Bu bağlamda, ister öncünün politik-askeri mücadelesi sonucu olsun, gelişen kendiliğinden kitle hareketlerinin örgütlenmesi ve iktidarın ele geçirilmesine yöneltilmesi devrimci öncünün görevidir. Bu da, kendiliğinden kitle hareketleri karşısında devrimci öncünün bu görevini nasıl yerine getirebileceğinin saptanması demektir.
Kendiliğinden kitle hareketi, tanım gereği, “kendiliğinden”, yani dışsal hiçbir mücadele ve etki olmaksızın ortaya çıkan harekettir. Kendiliğinden olması, aynı zamanda örgütsüz ve öncüsüz olması demektir. Bu nedenle, kendiliğinden kitle hareketinin örgütlenmesi, herşeyden önce, bu kitlenin devrimci öncüyü kendi öncüleri olarak kabul etmesiyle olanaklıdır.
Sanıldığı ve yapıldığı gibi, kendiliğinden bir hareketin örgütlenmesi, kendisini “öncü” ya da “örgüt” olarak tanımlayanların koltuk altlarına aldıkları bir tomar bildiriyle o hareketin içine girerek ya da pankart ve bayraklarını açarak sağlanamaz. Herşeyden önce, halk kitlelerinin, devrimci bir alternatifin olduğunun farkında olmaları gerekir. Bu “farkındalık”, bilinçlilik demek değildir, sadece böyle bir alternatifin varlığının bilinmesinden ibarettir. Ancak bu “bilgi” yeterli değildir. Aynı zamanda bu devrimci alternatifin çizgisinin doğru ve tutarlı olması gerekir. Böyle bir devrimci alternatif, nicelik olarak ne kadar küçük olursa olsun, her durumda görüşlerini ve düşüncelerini kendiliğinden eyleme geçen kitlelerin bilmeyi isteyecekleri bir güç olarak ortaya çıkar. Böyle bir güç varolduğu koşullarda, kendiliğinden eyleme geçen kitleler onların sözünü dinlemeye hazır olacaklardır. Kendiliğinden kitle hareketlerini örgütlenmenin ilk ve temel koşulu budur.
Gezi Direnişi’nde devrimci alternatif mevcut değildir. Kendiliğinden meydanlara çıkan kitleler olayların kendi akışı içinde hareket etmişler ve harekete damgasını vuran “barışçıllık” ve “örgütsüzlük” söylemi içinde kalmışlardır. Çok güçlü ve etkili oldukları varsayılan “ulusalcılar” bile bu “barışçıllığa” ve “örgütsüzlüğe” boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Tüm örgüt amblemlerinin ve pankartlarının ortadan kaldırılması da bu boyun eğmenin somut ifadesidir.
Öte yandan legal alanlarda köşe başlarını tutmuş olan, sendikalarda yönetim koltuklarını iç pazarlıklarla paylaşmış olan ve her daim “medya”da sesleri duyulan legalist sol, Gezi Parkı dışında günlerce polisle çatışan kitleleri pasifize etmek, “şiddetten arındırmak” için her türlü çabayı göstermiştir. Olmadık zamanlarda “genel grev” sloganları atanlar, her kitle eylemine, her direnişe “ayaklanma” damgası vuranlar ve üstü örtük biçimde “sovyetik ayaklanma”dan söz edenler, kısaca kitlelerin kendiliğinden harekete geçmesini bekleyenler, “beklenilen gün” geldiğinde ne yapacaklarını bilemez halde kimliksiz, plansız ve politikasız “
Taksim Dayanışması”nın arkasına saklanmışlardır. Bu saklambaç oyununu gizlemek için de, “Gezi ayaklanması” söylemini yineleyip durmaktadırlar.
“Aralık olayları, Marks’ın derin önermelerinden bir başkasını, oportünistlerin unuttuğu bir önermeyi de doğruladı, yani ayaklanma bir sanattır ve bu sanatın temel kuralı, çok büyük cesaretle ve sarsılmaz bir kararlılıkla saldırmaktır. Biz bu gerçeği yeterince özümseyememişiz. Bu sanatı, ne pahasına olursa olsun saldırmak gerektiği kuralını, ne biz yeterince öğrenebilmişiz, ne de kitlelere öğretebilmişiz. Bu eksikliği tüm enerjimizle gidermeliyiz. Siyasal sloganlar sorununda taraf tutmak yeterli değildir; silahlı ayaklanma sorununda da taraf tutmak zorunludur. Buna karşı olanlar, buna hazır olmayanlar, devrimi destekleyenlerin saflarından amansızca atılmalıdırlar, düşman saflarına, hainlerin ya da korkakların yanına gönderilmelidirler; çünkü olayların ve mücadele koşullarının dayatmasıyla bu ilkeye uygun olarak dost ile düşmanı birbirinden ayırmak zorunda kalacağımız günler yaklaşmıştır. Edilgenliği öğütleyemeyiz, askeri birlikleri ‘üstümüze gelene’ kadar ‘beklemeyelim’. Hayır! Cesur ve silahlı saldırı gerektiğini, böyle zamanlarda düşmana komuta eden kişilerin yok edilmesinin gerekli olduğunu ve kararsız askeri birlikleri ele geçirmek için çok daha enerjik savaşmak gerektiğini evlerin çatılarından ilan etmeliyiz.”[5*]
Evet, kendiliğinden gelişen ve ülke çapına yayılan kitle hareketi karşısında devrimci tutum sadece budur. Kitleler, şu ya da bu nedenle sokağa çıkmıştır ve devletin resmi zor güçleriyle çatışmaya tutuşmuşlardır. Yapılması gereken, bu kitlelerin cesaretini ve kararlılığını güçlendirmektir. Onları olası her duruma karşı uyarmak gerekir. Ama bunlar yapılmamış, tersine “barıçıllık” adına kitlenin direnme gücü zayıflatılmış ve hatta yok edilmiştir.
Şüphesiz devrimci mücadele, hiçbir zaman “ideal” koşullarda yürütülmez. Bizler ne kadar planlı, programlı ve örgütlü mücadeleden söz edersek edelim, kitlelerin kendiliğinden eylemleri her zaman olasıdır. Dolayısıyla, devrimci öncü, kendi stratejik çizgisinde ilerlerken, aynı zamanda gelişen kendiliğinden kitle hareketleri karşısında da üstüne düşen görevi yapmak zorundadır. Lenin’in sözleriyle, “bu an için gerekli olan özel ödevleri, bu belli mücadele biçimlerinin özel ödevlerini, her zaman ve bütün koşullar altında değişmeden kalan sürekli ödevlerimiz var diye anlamsız mazeretlerle, yapmaktan kaçınmamak” gerekir.
Somut tarihsel koşullarda devrimci öncünün zayıf ve güçsüz olduğu bir gerçektir. Bu koşullarda yapılması gerekenleri yapabilmek elbette olanaklı değildir. Ancak bir şeyin olanaklı olmaması ile olması gerekeni birbirinden ayırabilmek gerekir. Gezi Direnişi, sözcüğün tam anlamıyla, Gezi Parkı’ndaki “eylemcilere” uygulanan polis terörüne karşı ülke çapında genel bir direniş olmuştur. Bu genel kitlesel direniş, öncüsüz ve örgütsüz olduğu ölçüde, politik hedefleri belirsiz bir hareket düzeyinde kalmıştır. Gezi Direnişi’nde iktidarın ele geçirilmesi perspektifi yoktur. Direnişin ilk haftasında polisin uyguladığı şiddet, özellikle sokak aralarında “eli sopalı”larla yürütülen polis terörü ve hatta ölümler gözlerden gizlenmiştir. “Barışçıllık” adına kitleler pasifize edilmiş ve sonuçta Gezi Parkı hiçbir direniş gösterilmeksizin polise teslim edilmiştir.
Bugün hala legalist sol “Gezi ayaklanması”ndan söz etmektedir. Ülke çapındaki direnişi “ayaklanmaya” dönüştüremeyenler, dönüştürülmesinden korkuya kapılanlar, polise “taş” atmanın “misliyle” karşılık göreceğinden dehşete düşenler, bugün “Gezi ayaklanması” edebiyatı yapmaktadırlar.
Evet, ayaklanma, silahlı bir eylemdir. Ayaklanmanın sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye kararlı olmayanları elbette ayaklanmayla “oynanamayacağını” çok iyi bilmektedirler. Ama legalist solun yıllarca hayalini kurduğu, iktidarı ele geçirmenin “tek yolu” olarak gördüğü koşullar ortaya çıktığında sergiledikleri pasifist tutumlarının arka planında kararsızlık ve korkaklık yattığı da görmezlikten gelinmemelidir. Gezi Direnişi, ne kadar “ayaklanma” olarak yüceltilmeye çalışılırsa çalışılsın, ortaya çıkardığı gerçek, legalist solun, devrimci mücadelenin ve halk hareketinin en büyük yükü olduğudur. Artık bu yükten kurtulmanın zamanı gelmiştir.
“Kısaca özetlersek, ‘politik konjonktür’ veya ‘aktüel uğrak’ kavramı ‘belli bir toplumda, tarihin belli bir anında o toplumdaki sınıflar ve güçler arasındaki kuvvet dengesinin objektif durumu’ anlamına gelir.
Bir örnekle bu kavramı iyice somutlaştıralım. Örneğin, Fransa’nın bugünkü iktisadi gelişme düzeyi (objektif şartları) bir proletarya devrimi için olanaklıdır. Ancak Lenin’in ‘ihtilâlci bunalım’ diye belirttiği bir kriz olmadan, bu ülkede proletarya devriminin olabilmesi olanaksızdır. (Subjektif şartların hazır olması gerekir). Ve 1968 Mayıs’ına kadar, Fransa’da proletarya devrimi için uygun bir ortam yoktu. Fakat 1968 Mayıs’ında, spontane olarak başlayan ve anarşist John Bendit’in geliştirdiği öğrenci hareketleri bir anda on milyon işçiyi sokağa döktü; işçiler fabrikaları işgal ettiler, kızıl bayraklar astılar vb.
İşte ‘aktüel uğrak’ Lenin’in ünlü kavramı.
Bilindiği gibi, ani bir kıvılcım, subjektif şartları oluşturdu ve Fransa’yı devrimin eşiğine getirip bıraktı. Fakat Fransız marksist partisi, böyle bir uğrağın bir daha hiç gelmemezcesine –kısa zaman dilimi içinde– gidişine seyirci kaldı; pasif kaldı.
Partinin pasifliğinin bir sonucu olarak, ayaklanan, fabrikaları işgal eden işçi kitlelerinin umutları hayal kırıklığına dönüşürken, De Gaulle iktidarı da içinde bulunduğu panikten kurtularak, yığınların bu hayal kırıklığından yararlanarak duruma hakim oldu.
İşte bu pasif tavır, marksist ustalara göre, gerçekte, eylem için yeteneksizliğin ve de korkaklığın maskesidir. Yine marksist ustalara göre, devrimcilerle oportünistleri ayıran temel kriter, nihai olarak ‘devrim yapmaya’, ‘harekete geçmeye’ cesaret edip etmemede düğümlenmektedir. Lin Piao bunu açıkça belirtmektedir. ‘Son çözümlemede mesele devrim yapmaya cesaret edip etmeme meselesidir. Bu gerçek devrimcileri ve marksist-leninistleri, sahtelerinden ayırt eden en şaşmaz mihenk taşıdır.’” (Mahir Çayan, Revizyonizmin Keskin Kokusu II.)
Dipnotlar
[1*] Saldır, saldır, gene saldır.
[2*] Lenin, “1905 Devrimi Üzerine Konferans”, Seçme Yazılar II, s. 12.
[3*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.
[4*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.
[5*] Lenin, Moskova Ayaklanmasından Alınacak Dersler.