KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 1996
Devrim Stratejisi
ve
Stratejiye Bağlılık
12 Eylül sonrasında ortaya çıkan gelişmeler, toplumsal yapının en küçük hücresine kadar yayılan sonuçlar olarak karşımıza çıkmıştır. Herhangi bir gelişme ya da olgu ele alındığında, bu gelişme ya da olgunun, toplumsal ilişkiler alanı içersinde alabildiğine yaygın olarak ortaya çıktığını görmek, hemen her toplumsal kesimde kendine yer bulabildiğini saptamak, ülke tarihinin en önemli bir aşamasının varlığını göstermektedir.
Ekonomik buhranın alabildiğine yaygın ve sürekli olmasıyla birlikte gelişen enflasyonist politikaların sonuçlarının, tüm toplum kesimleri açısından, neredeyse "yadırganmayan" bir olgu haline gelmesi, sözünü etmiş olduğumuz yaygınlığın en belirgin ifadesidir. 1980 yılında ilan edilen 24 Ocak Kararları ile birlikte başlayan ve aradan geçen 15 yıla rağmen hiçbir biçimde ortadan kalkmayan enflasyon olgusu, sözcüğün tam anlamıyla bir devlet politikası haline gelmiştir. Her kurulan hükümetin enflasyonu indirme sözlerine rağmen, hiç inmeyen, sadece konjonktürel olarak kendi içinde zigzaglar çizen enflasyon, doğrudan oligarşinin bir ekonomi-politikası haline gelmiştir. Böylece, sürekli yükselen fiyatlar ve sürekli değeri düşen para, halkın tüm ilişkilerini belirleyen ve ilişkilerin ayarlandığı bir temel haline gelmiştir. Günlük gazetelerin, neredeyse olmaz-sa-olmaz bir koşul gibi ekonomi sayfalarına sahip olmaları, aynı zamanda bu temelin rolünü gösterecek niteliktedir. Keza televizyonların, her haber bülteninde, borsa ve döviz fiyatlarını sürekli olarak yayınlamaları, aynı olgunun ne denli belirleyici olduğunu bir kez daha göstermektedir. Her ekonomik faaliyet, ki bunun önemli bir kesimini halk kitlelerinin günlük tüketimleri oluşturmaktadır, günlük olarak, hatta saat olarak izlenen bir "ölçü" ye göre yürütülmektedir. Hergün Türk lirası dolar ya da marka çevrilerek ve peşine dolar ya da mark Türk lirasına çevrilerek yapılan ekonomik faaliyetler ve tüketim, kaçınılmaz olarak kitlelerin davranış biçimlerini belirlemiştir. İşte 15 yılın toplumsal alanda getirdiği değişimleri belirleyen bu olgu, aynı zamanda, oligarşinin bile isteye uyguladığı bir ekonomik politika olmasına rağmen, yani nesnel değil, öznel bir olgu olmasına rağmen, tüm toplumsal ilişkileri belirleyebilmektedir.
Böyle bir ortamda, bireysel ya da kitlesel ölçekte alındığında, bireylerin ya da kitlelerin herhangi bir geleceğe güvenme ya da inanma davranışları sergilemeleri olanaksız olmaktadır. T. Özal'ın, "ben seçimlerden önce zam yapacak kadar aptalmıyım" sözüyle başlayan ve giderek tüm partiler tarafından benimsenen uygulamaya bakmak bile, bunları kavramak için yeterli olacaktır.
Şu ya da bu nedenle, ister toplu sözleşme haklarını almak için, ister geçim sıkıntısını gidermek için, ister seçimlerde daha fazla oy almak için, hangi nedenle olursa olsun, halk kitlelerinin eline geçen gelirde meydana gelen her yükseliş, hemen ertesinde enflasyonda meydana gelen yükselişi getirmekte ve ortaya çıkan yükseliş, enflasyon tarafından hemen emilmektedir. Artık öylesine alışılmış bir durum meydana gelmiştir ki, ister işçilere, ister memurlara, ister köylülere olsun, verilen her zammın, fiyatların yükselmesiyle geri alınması şaşılmayacak bir durum yaratmıştır. Her bireyin yakından bildiği ve izlediği bu durum, ister istemez, günlük olarak yaşamayı bireylerde bir düşünce ve alışkanlık haline getirmiştir. "Gemisini kurtaran kaptan" olmakla kalınmamış, "işbitirici"lik öne geçmiş ve ekonomi sayfalarını iyi izleyenler günlük yaşamlarını daha az sıkıntılı olarak geçirir olmuşlardır. Böylece neo-liberalizmin ideolojik kavrayışı, günlük ekonomik ilişkiler alanı içersinde kitlelere yerleştirilmiştir.
İdeolojik planda pragmatizm, oportünizm başlı başına bir kavrayış olarak ortaya çıkarken, kapitalist ekonominin klâsik bilgisi "işe yarar" hale gelmiştir. Geçmiş dönemlerin "günlük maişet (geçim) derdi", yerini günlük enflasyonist gelişmeye göre kendini kurtarma derdine bırakmıştır. Artık sadece belli bir iş bulmak, belli bir gelir sahibi olmak, bireyler için yeterli olmaktan çıkmıştır. Bunun yerine ve yanında, eline geçen geliri günlük olarak enflasyona kaptırmadan tüketmek ya da bir-kaç hafta sonrası için kurtarmak sorunu ortaya çıkmıştır. Alınan ücret ya da maaşların, alındığı gün dövize çevrilmesi ve ardından tüketileceği anda (dakikada) liraya çevrilmesi, insanlar için bir yaşam ve düşünce tarzı haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak, bugüne kadar inanılan pekçok kavram önemini yitirmiş, yerine günlük-somut veriler geçmiştir. 24 Ocak Kararları sonrasının ilk on yılında enflasyonun "birgün" düşeceğini uman kitleler, 1990 sonrasında bu umutlarını tümüyle yitirmişler ve bunun getirdiği bir yaşamı yaşamayı bir "kader" gibi ele almışlardır. Böyle bir ortamda, enflasyonu düşürmeyi hedefleyen ya da gerçekten enflasyonu ortadan kaldıracak her plan, düşünce, politika, hiçbir biçimde kitleleri etkileyememektedir. Kitleler, siyasal partilerin enflasyonu düşürmeye yönelik nasıl bir plana ya da politikaya sahip olduklarına bakmamaktadırlar. 24 Aralık seçimlerinde de açıkca görüldüğü gibi, tüm seçim faaliyeti, partilerin programları ya da vaadlerini değil, parti başkanlarının tutumlarına göre yürütülmüştür. Hemen herkesin kabul ettiği gerçek, 24 Aralık seçimlerinde partilerin kendilerine ilişkin, kendi görüşlerine ilişkin hemen hiçbir şey söylemedikleri ve kitlelerin de bunlara fazlaca itibar etmediğidir.
İşte tüm bunların sonucu, kitlelerin uzun vadeli ve kalıcı plan, program, düşünce ve politikalardan uzaklaşmalarıdır. Bunun yerine, kısa vadeli, elle tutulur, somut olgular geçmiştir. "Gecelik faiz"e göre paranın değerlendirildiği, daha doğru ifadeyle enflasyonla erimesinin engellenildiği bir ülkede, daha farklı bir gelişme zaten beklenemezdi. Uzun vadeli ve kalıcı plan, program, düşünce ve politikaların kitlelerin somut yaşamlarının dışına itilmişliği, en açık sonuçlarını solda ortaya koymaktadır. Birkaç istisna dışında, tüm sol yayınlarda görülen günlük ifadeler ve eylemlilikler, ülkedeki genel durumun bir yansısı durumudadır. Daha düne kadar değil, bugün bile kendisini "Maoist" ilan edenlerin, Mao'nun "uzun halk savaşı" çizgisinin ardılı olduklarını söyleyenlerin, bırakın "uzun" bir savaşın faaliyetlerini yürütmeyi, "orta" vadeli bir faaliyet içinde bile olmamaları bu toplumsal ilişkilere teslimiyetin bir ifadesi durumundadır.
Benzer şekilde, sanki bir ayaklanma ortamı içersindeymiycesine, toplumsal ve siyasal olayları algılayan, buna göre kendi ilişkilerini ve kadrolarını sürekli eylemlilik içinde tutan sol örgütlenmeler, aynı toplumsal ilişkiler tarafından belirlenmişlik içersinde faaliyet yürütmektedirler. Kendi içersinde sanki "teoriye" uygunmuş gibi algılanılan bu faaliyetler, sadece ve sadece ayaklanma koşulları içersindeyken yapılabilecek faaliyetler olması, ister istemez bir dizi sorun yaratmaktadır.
Bu son faaliyetlere ilişkin verilebilecek örnekler hemen her sol dergide az ya da çok bulunmaktadır. Ancak hemen hiçbiri, aynı faaliyetin "devrim aşaması"na ilişkin ve ayaklanma sanatının ürünleri olduğuna hiç değinmemektedirler. Bu konuda Engels'in ünlü belirlemelerini kısaca anımsatalım:
"Günümüzde ayaklanma gerçekten savaş türünden bir sanattır ve ihmal edildiği zaman, ihmal eden partinin mahvına sebep olacak kurallara bağlıdır. Partilerin yapısından ve ayaklanma durumunda göz önüne alınması gereken hususlardan mantıksal olarak çıkarılan bu kurallar o kadar açık ve basittir ki, 1848'deki kısa deneyleri Almanlara bunları gayet iyi öğretmiştir. Önce, oyununuzun sonuçlarıyla karşılaşmaya tamamen hazır olmadıkça ayaklanma ile oynamayınız. Ayaklanma son derece belirsiz niceliklerle yapılan bir hesaptır. Bu niceliklerin değeri hergün değişebilir. Karşınızdaki güçler örgüt, disiplin ve yerleşmiş otorite bakımından sizden ileridirler. Sizin onlara karşı kuvvetli üstünlükleriniz olmadıkca yenilir ve mahvolursunuz. İkinci olarak, ayaklanma bir kez başladı mı, en büyük azimle ve hücum planında yürür. Savunucu bir eylem, her silahlı ayaklanmanın ölümüdür. Düşmanla boy ölçüşmeye kalmadan kaybedilir. Hasımlarınızı güçleri dağınıkken bastırınız; küçük de olsa her gün yeni başarılar, ilerlemeler tertipleyiniz; ilk başarılı ayaklanmanın size verdiği moral üstünlüğü muhafaza ediniz; daima en kuvvetli tahrike kapılan ve daha emin olan yanı gözeten, iki taraf arasında tereddüt eden kişileri kendi tarafınıza toplayınız; düşmanlarınızı size karşı güçlerini bir araya getirmeden geri çekilmeye zorlayınız. Devrimci politikanın bugüne kadar bilinen en büyük ustası Danton'un dediği gibi: Hücum, hücum ve yine hücum." [1*]
Görüldüğü gibi, ayaklanma sanatı, "son derece belirsiz niceliklere" bağlıdır ve başlangıçtan itibaren "hücum" temelinde, yani saldırı temelinde yürütülür. Bu nedenle, hedef politik iktidarın ele geçirilmesi olduğundan, saldırı, düşmanı yenme ve iktidarı feth etmenin aracıdır. Böyle bir durumda, "küçük de olsa hergün yeni başarılar, ilerlemeler" düzenlemek, ayaklanma sanatının belli başlı kurallarından birisidir. Ancak, herkesin de çok iyi bildiği gibi, ayaklanma belirli bir zamanı kapsar ve bu zaman kimi durumlarda günlerle sınırlıdır. Bu nedenle, ayaklanma sanatının kuralları, kısa vadeli bir savaşın kurallarıdır, uzun bir savaşın kendisi ile çelişir. Mao'nun Li-Li San'ın "çabuk sonuçlu savaş" anlayışına karşı savunduğu "uzatılmış savaş" anlayışı, ayaklanma ile Halk Savaşının farkını belirleyen tarihsel bir olgudur.
İşte, 12 Eylül sonrasında ülkemizde meydana gelen gelişmelerin halk kitlelerinin bilincinde yarattığı tahribatlar, yani uzun vadeli düşünce ve planların yerine, kısa vadeli çıkarların öne geçmesiyle oluşan toplumsal bilinç, solda, ayaklanma ile Halk Savaşı arasındaki farkın silinmesine ve herşeyin birden olmasına dayanan bir kavrayışın yerleşmesine neden olmuştur. Bu kavrayış, ister istemez tüm sol ilişkileri ve eylemleri belirlemektedir. Hemen hergün, şurada ya da burada gerçekleştirilen silahlı, molotoflu eylemler, şurada ya da burada yapılan protesto eylemleri, şu ya da bu direnişler, hemen hemen birbirini izlemeyen, birbiriyle bağlantıları bulunamayan faaliyetler olarak yürütülmektedir. Bu faaliyetlerin, kimi zaman birbirini dışlamaları ve hatta yer yer birbirlerine zarar vermeleri söz konusu olduğu halde, sürgit devam edebilmektedir. Bunların doğal sonucu, yapılan eylemlerin kendi içinde yalıtık ve ancak kendi çevresi ile ilgili sonuçlar doğurmasıdır. Tabi bunun yanında sol örgütlere yönelik sonuçlar da ortaya çıkmaktadır. En son kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'nin Sabancı eylemi sonrasında yaptığı açıklamalarda ortaya koymuştur. "Bu koşullarda ve bu ortamda" bu eylemin neden yapıldığına ilişkin her çevrede değişik düşüncelerin ortaya atılması ve spekülasyonların yapılması, kendilerinin eylemin nedenlerini açıklamak için ikinci bir bildiri yayınlamalarına neden olmuştur. Öyle ki, Sabancı eylemine yönelik tüm değerlendirmeler ve spekülasyonlar, değişik dönemlerdeki eylemlerine de yönelik olmuştur. (Ancak kendileri bunlara henüz yanıt vermemişlerdir.) Yazımızın konusu olmamakla birlikte, bu konudaki gelişmeleri kısaca aktarmakta da yarar vardır:
Bilindiği gibi, Sabanca eylemi sonrasında ilk tepki PKK'den gelmiştir. A. Öcalan'ın bizzat kendisi tarafından Med TV'de açıklandığı gibi, bu eylem PKK'nin ateş-kes ilan ettiği koşullarda gerçekleştirildiğinden, "kötü düşünmek" durumuna geldiklerini, biran önce açıklama yapmaları istenilmiştir. Onlara göre, bu PKK'nin ateş-kesine karşı bir "provakasyon"dur.
Refah Partisi ve çevresine göre, bu eylem, RP'nin iktidar olmasını istemeyenlerin bir "tezgahı", "provakasyonu"dur; üstelik öldürülen Ö. Sabancı, RP'nin "adaylık teklif ettiği" kişidir.
Legalist oportünist ve revizyonistlere göre, bu eylem "provakasyon"dur, işçi ve memur eylemliliklerinin yükseldiği, yeni örgütlenmelerin (yani kendilerinin ÖD Partilerinin) ortaya çıktığı bir dönemde yapılmıştır.
Tüm bu ve benzeri bir dizi "değerlendirme" karşısında yapılan ikinci açıklama, "provakasyon teorileri" eleştirisi üzerinde yükselmekle birlikte, eylemin "nedenleri"ni açıklamaya çalışan bir metin durumundadır. (Hemen belirtelim, yukarda ifade edilen "değerlendirmeler"in çok daha ötesinde değerlendirmeler yapılmaktadır. Özellikle Aralık ayında Med Tv'de canlı olarak yayınlanan "ateş-kes basın toplantısı"nda A. Öcalan, Hulusi Sayın, İsmail Selen gibi kişilerin öldürülmesi eylemlerinin "DS tarafından yapıldığına kesinlikle inanmıyorum" demiştir. Tüm bunlar göz önünde tutulduğunda, yapılan ikinci açıklama fazlaca önemli olmamaktadır.)
Bu ve benzeri değerlendirmelerle sürüp giden Sabancı eylemi sonrasındaki gelişmeler, neredeyse ülkemizin içinde bulunduğu durumu açık bir sergilenişi olmuştur. Yukarda ifade ettiğimiz gibi, halk kitlelerinin günlük yaşayıp, günlük düşünmeye zorlanmalarının bir yansısı olarak, hemen her olay, günlük hale gelmektedir. Solda durum tahlillerinin hemen hiç yer almaması, suni denge, milli kriz gibi olguların hemen tümüyle gözardı edilmesi ve bu boşlukta gerçekleştirilen silahlı eylemler, kaçınılmaz olarak bir dizi spekülasyona neden olmaktadır.
Bu durum, Sabancı eylemi sonrasında kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'nin değerlendirmelerine de yansımaktadır:
"Ne seçimlerin ne de yeni hükümet girişimlerinin çare olmadığı koşullarda, Sabancı Holding merkezinin basılması karşı devrim cephesini zayıflatmış ve halk kitleleri faşizmin vahşeti karşısında devrimci adaletin de olduğunu görmüştür. Oligarşinin kendi içersinde çelişkileri biraz daha artmış, emperyalistler işbirlikçi tekellerle sürdürdükleri ilişkileri yeniden gözden geçirmek zorunda kalmışlardır." [2*]
Evet, daha henüz eylemin üzerinden dört gün geçtikten sonra çıkartılan bir dergilerinde böyle değerlendirme yapmaktadırlar. Yani, oligarşinin kendi içersinde çelişkileri "biraz daha artmış", emperyalistler "işbirlikçi tekellerle sürdürdükleri ilişkileri yeniden gözden geçirmek zorunda kalmışlar". Bu türden önemli ve belirleyici gelişmelerin böylesine kısa bir sürde, yani üç-dört günde, ortaya çıktığını söyleyebilmek, sanırız kendileri bile düşündüğünde zor olacaktır. Bu türden gelişmelerin ortaya çıkabileceğini söylemek ya da bu yönde bir evrilmenin olabileceğini söylemek, elbette olanaklıdır. Ancak ifadelerdeki kesinlik, böyle bir olabilirliği kesinkes dışlamakta ve olduğunu ileri sürmektedir. Herşeyin günlük yaşandığı bir ülkede, ister istemez gelişmelerinde böylesine kısa ve günlük olmasını beklemek bir alışkanlık ve kavrayış olmaktadır. Bunun devrim mücadelesinin uzun soluklu olması önünde ne denli engel oluşturacağını PKK pratiği yeterince sergilemiştir. (Bu arada hemen belirtelim ki, "emperyalistlerin işbirlikçi tekellerle sürdürdükleri ilişkileri yeniden gözden geçirmek zorunda kalmaları" ifadesi, ülkemizdeki ideolojisizleşmenin bir yansısıdır. "İşbirlikçi tekeller" ifadesi, sözcüklerin kendi anlamı içersinde emperyalizmin "işbirlikçisi" olunduğunun ifadesidir. Böyle olunca, emperyalizmin "işbirlikçi tekellerle" ilişkilerini "yeniden gözden geçirmesi", ancak mevcut işbirlikçi tekellerin tekil düzeydeki konumlarını gözden geçirmesi anlamına gelebilir. Bu da, ancak işbirlikçi burjuvazinin herhangi bir ya da birkaçının emperyalizmle işbirliğine zarar verici duruma gelmeleri koşullarında olur ki, sadece "yıpranmış yönetimler" sözkonusu olduğunda gündeme gelen bir olgudur.)
İşte tüm bu olgular, 24 Ocak Kararlarından günümüze kadar gelişen ekonomik, sosyal ve siyasal olayların ortaya çıkarttığı günlük yaşama ve günlük düşünme alışkanlıklarının devrimci mücadele üzerinde ne denli engelleyici bir yere sahip olduğunu göstermektedir. İlkesizlik, kuralsızlık, kendini hiçbir şeye bağlı hissetmeme, her türlü ahlâki değerlerin tümüyle çürümesi vb. olarak görülen bu gelişme, soldaki ideolojisizliği, belirsiz politikaları ve birbirini dışlayan eylem ve düşünceleri belirlemektedir. Solda her türden devrim teorisi tartışmalarının, strateji belirlemelerinin ortadan kalkmışlığı, bu durumun görüngüsüdür. Bu görüngünün DS'de görülen yansıları, kendilerini "parti" olarak ilan etmelerine rağmen, gerçek bir "parti programı"na sahip olmamaları, devrimden söz etmelerine rağmen belli bir devrim stratejisini oluşturamamış olmaları şeklinde ortaya çıkmaktadır. Sabancı eylemi üzerine yaptıkları değerlendirmenin söz sözlerini şu şekilde bitirirken, bu durumu da en açık biçimde ifade etmiş olmaktadırlar:
"Silahlı eylem, hiç bir mücadele biçimini küçümsemeden, ekonomik, demokratik, ideolojik ve politik mücadelenin silahsız her türlü biçimi de yaratıcı bir şekilde hayata geçirildiğinde kitleleri süratle devrim saflarına katma işlevini görür. Bütün bunları yaparken kanıksanmış yöntemlere çakılı kalmamak, yaratıcı olmak, doğru ve iyi olanı bulmak, bizde yoksa araştırmak gerektiğinde başkalarından almak görevimiz olmalıdır. Mücadele yöntemlerimiz konusunda hiçbir konuda belirlenmiş kalıplara bağlı kalmadan 'şuna ters düşer miyiz, şunlara benzer miyiz' düşüncelerine kapılmadan, mücadeleyi geliştireni temel olarak yaratıcı olmalıyız." (abç) [3*]
Marksizm-Leninizmin mücadele biçimlerine bakış açısını bir yana bırakacak olursak, söylenen sözler, günlük yaşayıp-günlük düşünen bir toplumda, elbette akla uygun gelecektir. Hele ki "şuna ters düşer miyiz" düşüncesinin, örneğin Mahir Çayan yoldaşın "Kesintisiz Devrim II-III"üne ilişkin ileri sürülmüş bir düşünce olduğunu varsayarsanız, kendinizi hiç bir şeye bağlı hissetmemeniz için söylenmiş sözler olarak değerlendirebilirsiniz. Yine aynı şekilde, kendinizi "belirlenmiş kalıplara bağlı kalmadan" hareket eder hale getirmek için, ister Marksizm-Leninizmin temel belirlemelerini, ister devrim mücadelelerinin temel çizgilerini bir yana bırakırsanız, "silahlı eylem"in, sonal olarak, "kitleleri süratle devrim saflarına katma işlevi" taşıdığını ileri sürebilir ve bunu savunabilirsiniz.
Oysa ki, kitlelerin devrim saflarına katılmaları, devrimci propagandadan, kitlelerin bilinçlendirilmesinden geçer. Silahlı mücadele, tek başına bu süreçte hiçbir belirleyiciliğe sahip değildir. Sadece, silahlı mücadeleyi, daha tam deyişle, silahlı mücadele biçimlerini politik mücadelenin aracı olarak kullanarak, kitlelerin devrim saflarına çekilmesi olanaklıdır. Ve böylece bir politik mücadele biçimi olarak silahlı propaganda ortaya çıkar. Bu durumun "hızını" belirleyen, ülkedeki milli krizin durumu ve suni dengenin konumudur. Eğer milli kriz derinleşmiş ve derinleşmesi süre gidiyorsa, suni denge bozulmuş ve yeniden kurulması için -en azından kısa vadede- oligarşinin elinde yeni olanaklar mevcut değilse, kitlelerin devrim saflarına "süratle" katılmalarından söz etmek olanaklıdır. Mahir Çayan yoldaşın "fokoculuk"u eleştirirken söylediği, "bu görüşün temelinde, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki milli krizin en olgun bir şekilde değerlendirilmesi, öncünün mücadelesi ile köylülerin derhal silaha sarılarak, savaşın kısa zamanda halk savaşına dönüşeceği düşüncesi yatmaktadır" değerlendirmesi bunu ifade eder. Elbette bu bir "değerlendirme"dir ve kendinizi "şuna ters düşer miyiz" düşüncelerine kaptırmadığınız sürece bir önemi yoktur!
Şu bilinmek zorundadır: Silahlı propaganda, şu ya da bu eylemi gerçekleştiren bir gruba verilen bir sıfat değildir ve bu şekilde algılanılması ya da böyle bir imaj yaratılması devrimci mücadeleye zarar vermekten başka bir işleve sahip olmayacaktır. İlk dönemde eylem gruplarının kendilerine olan güveni ve yaptıkları eyleme daha ciddi sarılmalarını sağlayan pratik bir işlev görse bile, sonuç kaçınılmazdır. 1980 öncesi DY pratiği ortadadır.
Yine aynı şekilde, Kesintisiz Devrim II-III'de söylenen şu sözlerde bu düşünceye kapılmayanlar için birşey ifade etmeyecektir:
"Silahlı propaganda, askeri değil politik mücadeledir. Ferdi değil, kitlevi mücadele biçimidir. Yani silahlı propaganda, pasifistlerin iddia ettiği gibi kesin olarak terörizm değildir. Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır."
Aynı şekilde Che Guevara'nın şu değerlendirmesi de bağlayıcı sayılmayabilir:
"Terörizm, zalimliğiyle, baskı yapmada etkililiğiyle tanınan, baskı güçlerinin önemli bir yöneticisini cezalandırmak için, yokedilmesinin yararlı olacağı biliniyorsa uygulanan bir yöntem olarak kabul edilmelidir. Fakat, önemi az olan, ölümü daha sıkı bir baskıya neden olacak bir birey hiçbir zaman öldürülmemelidir.
Terörizmin değerlendirilmesinde çok tartışılan bir nokta vardır. Bazıları, polis baskısına sebep olmanın ya da şiddetlenmesine yolaçmanın kitlelerle tüm az ya da çok yasal -ya da yarı-gizli- bağları güçleştirdiğini, zamanı geldiğinde gerekli olacak eylemler için gruplaşmayı olanaksızlaştırdığını kabul ederler. Kendi başına bu doğrudur; fakat, bir iç savaş süresince, belirli bir halk için, baskının zaten her türlü yasal eylemi ortadan kaldıracak kadar şiddetli olduğu durumlar da vardır. Bu durumda, silahla desteklenmedikçe kitle eylemi olanaksızdır. O halde uygulanacak yöntemlerin seçimine çok dikkat edilmesi, devrim için yararlanılabilecek elverişli koşulların incelenmesi gerekir." [4*]
"Sabotajın terörizmle hiçbir ilgisi yoktur: terörizm, yöntemleri sabotaj yöntemlerinden kesin biçimde farklı olan bireysel suikastlerdir. Terörizmin, asla istenen etkiyi yaratmayan, bunu kullananlarda elde edilen sonuçlarla kıyaslanmayacak kadar ağır kayıplara yol açarken, halkı da devrimci hareketten uzaklaştıran, olumsuz bir silah olduğuna içtenlikle inanıyoruz. Tersine olarak, çok ender durumlarda, örneğin baskı güçlerinin şeflerinden birini ortadan kaldırmak için bireysel suikastlere başvurulabilir. Fakat, durum ne olursa olsun, ölümü, baskı güçlerinin kurbanları hesaba katılmasa bile, suikaste katılan bütün devrimcilerin yokedilmesine yolaçacak küçük bir katili ortadan kaldırmak için uzman insanlar kullanılmamalıdır." [5*]
Evet, Öncü Savaşı bağlamında terörizm, bireysel suikastler konusundaki "eski" belirlemeler bunlardır. Bunları, elbette yıllar önce devrimci örgütler tartışmış, değerlendirmiş ve kendilerine göre belli bir sonuca bağlamışlardır. Bizim burada bunları bir kez daha anımsatmamızın nedeni, halk kitlelerinin içinde bulunduğu koşullar ve bu koşullar tarafından belirlenmiş kavrayışların devrim mücadelesi üzerindeki olumsuz etkilerini göstermek içindir. Hiçbir siyasal oluşum, kendi belirlemelerinin dışındaki belirlemelere göre hareket etmek durumunda değildir. Biz böyle bir şeyi söylemiyoruz. Ancak günlük yaşayıp-günlük düşünülen bir ülkede, belli ilkelere, çizgiye bağlı olmak, her dönemden çok daha fazla önemlidir.
Burada bir yanlış anlamayı ya da kavrayışı kesinkes belirlemek gerekir. Herhangi bir örgütün kendine göre belirlediği belli bir dünya kavrayışı ve bunun ürünü olan belli bir hareket tarzı olacaktır ve olmak zorundadır. Biz, ülkemiz solundaki devrimci örgütlerin kendi çizgilerini belirlemiş oldukları ve bu belirledikleri çizgilerine göre kendi hareketlerini sürdürdükleri koşullarda, sadece bu çizginin ve hareketlerin eleştirisini yapmak durumundayız. Yoksa, hiçbir devrimci örgütlenmeye, şu ya da bu çizgiyi benimsemelerini ve buna uygun hareket etmelerini "dikte" etmek durumunda değiliz. Örneğin, DS'nin yıllardır sürdüregeldiği bir "cezaevi politikası" vardır. Bunun değişik uygulamaları, değişik dönemlerde ortaya çıkmıştır. Son dönemdeki eylemliliklerinin bu politikalarının uygulaması olduğunu kendi yayınlarından okuyoruz. Kendi ifadeleriyle "özgür tutsaklık" olarak tanımladıkları bir oluşum ortaya çıkarmak istemektedirler. Buna göre, "özgür tutsaklık, düzenden kesin bir kopuştur". Bu ise, kendilerine göre, "devrimci tutsakların direnerek ve savaşarak özgürleşmeleri" ve bunun sonucu olarak "düzenden kesin bir kopuş" durumuna gelmeleridir. Bu nedenle, "cezaevi mücadelesini cezaevindeki yaşam koşullarını iyileştirilmesiyle sınırlamak ve cezaevi politikalarının da bunlar üzerine inşa etmek", düzenden "kopuşu sağlayamamanın sonucu" olarak değerlendirilmektedir. Böylece, tüm cezaevi politikasını "ideolojide, politikada, taktikte sistemden kopup kopmama"ya indirgediklerini ilan etmektedirler. Bunların pratik ifadesi, cezaevi koşulları içersinde "düzenden kesin bir kopuş" durumuna gelmiş unsurların ortaya çıkmasını sağlamaktır. Elbette böyle bir politika belirleyebilmek için, tutsak düşen kadrolarının, tutsaklık öncesinde, yani "dışarıda", "düzenden kesin olarak kopuş" durumunda olmadıklarını kabul etmek gerekmektedir. Cezaevlerindeki "aktif eylemler", bu şekilde "içeri" düşmüş, tutsak edilmiş unsurların, düzenle tüm bağlarını koparmalarını getirecek ve "dışarı"ya çıktıklarında "düzenle tüm bağlarını koparmış" birer profesyonel kadro olamalarını sağlayacaktır. Kendi deneyimleriyle açıkladıklarına göre, bu politika "olumlu" sonuçlar vermektedir. Bu kendi belirlemeleridir. Kendi ilişkileri çerçevesinde tutsak düşenlerin içinde ne oranda başarılı oldukları, yine kendilerinin saptayacağı bir konudur. Ancak "düzenden kopuş" ve buna dayanan profesyonel devrimcilik, kişilerin tutsaklık koşullarının dışında gerçekleşmesi gerektiğini herkes kabul edecektir. Başka yol ve yöntemlerin bulunamadığı ya da işe yaramadığı koşullarda, kendi politikalarını savunmaları elbette olanaklıdır. Bu bir yaklaşımdır ve belki "dışarda" gerçekleştirilen pekçok toplu eylemliliğin de nedeni olabilir. Biz, bu bağlamda bir belirlemeyi, her düzeyde tartışılabileceğimızi söylüyoruz. Kendi politikalarını pratiğe uygulamaları kendilerine ilişkin bir sorundur, ama cezaevi gibi, herşeyin ve her bireyin birbirine bağlı sonuçlar yarattığı bir mekanda, böyle bir politikanın sadece kendilerine ilişkin sonuçlar yaratmadığını da bilmeleri gerekmektedir.
Diyebiliriz ki, ülkemizde 15 yılda gelişen ve yaygınlaşan günlük yaşama ve günlük düşünme alışkanlığı, devrimci mücadelenin sistemli, planlı ve uzun süreli sürdürülmesini engelleyen sonuçlar yaratmıştır. Solda görülen ilkesizlikler, teorik düzeyin düşüklüğü, ideolojiden kaçış ve önemsememe tutumları, neredeyse toplumsal kavrayışı uygun bir seyir izlemektedir. "Soyut bir gelecek için, somut bugünden vazgeçilemez" olarak ifade edilen bu tutum, aynı zamanda devrim güçlerinin kısa vedeli, elle tutulur sonuçlar ortaya çıkartan eylemlilikler içinde tutulmasını getirmektedir. Bunun kesin sonucu, uzun dönemli, planlı bir faaliyetin yürütülememesidir. Stratejik ve taktik mevzilenme alanlarında görülen bu sonuçlar, kaçınılmaz olarak politikada pragmatizmin egemenliğini getirmektedir. Kurtuluş Cephesi' nin son iki yılki sayıları taranacak olursa, bu pragmatizmin neler getirdiği ve neler götürdüğüne ilişkin onlarca değerlendirme hemen görülecektir. Gerek ülkemizdeki gelişmeler üzerine, gerekse soldaki, özellikle de PKK ve DS'deki dönüşümler üzerine yaptığımız değerlendirmeler yeniden okunacak olursa, belli bir devrim stratejisine bağlı olmaksızın sürdürülen politikaların neler doğurabileceğini görmek olanaklıdır. Solda ortaya çıkan her türden ittifak arayışlarında ve "kurulan" ittifaklarda da görüleceği gibi, tam bir belirsizlik ve ilkesizlik egemendir. Böyle olunca da, herşey günlük çıkarlara göre yürütülmekte ya da bozulmaktadır. Kalıcı ve sürekli bir faaliyet, ancak belli bir devrim stratejisini belirlemeye ve bu stratejiye bağlı olarak mücadele etmeye bağlıdır. Bunun dışındaki her gelişme, geçici, konjonktürel, günlük olacaktır.
Belli bir stratejiye, stratejik plana ve stratejik rotaya göre devrimci mücadelenin sürdürülmesi, her koşulda, devrimci bir örgütün eyleminin muhtavasıdır. Dolayısıyla, devrim stratejisi, oluşturulmasından pratiğe geçirilmesine kadar, bir bütün olarak devrimci mücadelenin, gerçekten devrimci demeye layık bir mücadele olmasının önkoşuludur. THKP-C/HDÖ'nin tarihi, stratejiye bağlılığın açık ifadesidir. Yıllar boyu Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne bağlı ve onun gereklerini pratiğe uygulama yönündeki örgütsel faaliyet, tutarlı ve sürekli bir çizgi izlenilmesinin temelini oluşturmuştur. THKP-C/HDÖ'nin tüm stratejik belirlemeleri, yapıldıkları ilk andan itibaren, yıllar boyu sürekliliğini korumuş ve korumaya devam etmektedir. Bu sayıda yayınladığımız İlker Akman yoldaşın ülkemizdeki siyasal partilere ilişkin olarak 1975 sonlarında yapmış olduğu değerlendirmenin, günümüzde geçerliliğini koruması, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin içsel bütünlüğü ve tutarlılığının ifadesidir.
Aynı şekilde, değişik zamanlarda THKP-C/HDÖ'nin yapmış olduğu stratejik belirlemeler ve bu yöndeki stratejik faaliyetler, sürekli ve kalıcı bir çizgi oluşturmuş olması, stratejiye bağlılığın en açık sonuçları durumundadır.
Günümüzde, kimilerinin, "20 yıldır aynı şeyleri söylüyorsunuz" diyerek, "yeni" ya da "değişik" birşey söylenmediğini ifade etmeleri, strateji ile taktiğin, uzun vadeli mücadele ile günlük mücadelenin, uzatılmış bir savaş ile çabuk sonuçlu savaşın farkını kavramadığından, sadece günlük yaşayıp-günlük düşünen insan mantığının ürünü durumundadır. 1980 sonrasında dünya çapında burjuvazinin başlattığı ideolojik saldırı ve neo-liberal söylemin soldaki yansıları durumunda olan pekçok kavrayış ve değerlendirme, aynı zamanda devrimci örgütlenmelerin, kendi içlerinde sürekli değişen ve iç tuturlılığını yitiren bir oluşum haline gelmelerine neden olmuştur. Bugün bu durumun farkında olan pekçok devrimci örgütlenme, kaçınılmaz olarak bu tutarsızlıklardan çıkış aramaktadır. Birşeylere bağlı olmamak, birşeylere ters düşmekten korkmamak bir nitelik değildir. Kendisine devrimci ya da Marksist-Leninist diyen her kişi ve örgütlenme, herşeyden önce Marksizm-Leninizme bağlı olmak ve Marksizm-Leninizme ters düşmemek zorundadır. Yaptığınız değerlendirmelerin ve pratiğin belli bir ölçütü olmadığı sürece, doğru ve yanlışlığını belirlemek de olanaksızdır. Strateji ve stratejiye bağlılık, devrimci örgütler için, kendileri tarafından konulmuş ölçütleri içerir ve eylemlerinin tutarlılığı, doğruluğu, salt kendileri açısından bile bu ölçütlerle belirlenir. Bu ölçütleri bozmak, yok saymak ya da gereksiz olarak ilan etmek yahut böyle bir imaj oluşturmak, genel olarak devrimci mücadeleye zarar vermekle kalmaz, her örgütlenmenin kendisinin de er ya da geç ödemek zorunda kalacağı bir bedel yaratır. Sorun, bunu bilmek ve buna karşı durmaktır.
Günümüzde, her nekadar günlük yaşayıp-günlük düşünme alışkanlığı ile ve de pragmatizmin yaygınlığı karşısında ideolojiisizleşme ve teoriden uzak durma ne denli güçlü olursa olsun, Stalin'in şu belirlemeleri üzerinde herkes bir kez daha düşünmelidir:
"Leninizmin stratejisi ve taktiği, proletaryanın devrimci mücadelesinin yönetiminin bilimidir.
Stratejinin konusu, devrimin belirli bir aşamasını temel kabul ederek proletaryanın başlıca darbesinin doğrultusunu saptamak; devrimci güçlerin uygun düzenlenişi için (ana ve ikincil yedek güçler) plan hazırlamak; devrimin belirli aşaması boyunca bu planın gerçekleştirilmesi için mücadele etmektir...
Strateji, devrimin ana güçleri ve bu güçlürin yedekleriyle uğraşır. Devrim yeni bir aşamaya geçince strateji de değişir, ama belirli bir aşama boyunca strateji, esas olarak değişmez." [6*]
İşte bunlar kavranıldığı ve bu kavrayışa uygun olarak belirlenmiş bir stratejiye sahip olunduğu zaman, her örgütlenmenin kendi iç tutarlılığı ve Marksizm-Leninizmle olan bağlantıları açık biçimde görülebilir. Aksi halde, devrimin stratejik hedeflarının belirlenmesi bile muğlaklaşır, kime karşı, neden mücadele edildiği bile belirsiz hale gelir. Buna ilişkin olarak 1971-72 dönemindeki devrimci mücadelede karşılaşılan sorunlar ve THKP-C'nin bu konudaki açıklamaları, herkes için bir örnek oluşturmalıdır.
Bilinebileceği gibi, THKP-C, 1971 yılında yayınladığı 1 Nolu Cephe bildirisinde, THKO' nun eylemleri üzerine şu açıklamayı yapmıştır:
"Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi, kendi saldırı noktaları dışında kalan hedeflere yönelen ve halkın saflarına da zarar veren hiçbir maceraperestin ve gangasterin sorumluluğunu üzerine almaz. Çocuk kaçırmak, kadınlara ilişmek, emperyalistlerle doğrudan doğruya ilişkisi olmayan kimselere, esnafa, para babası bir avuç hain dışındaki orta derecedeki zenginlere, yani orta-burjuvaziye saldırmak, zarar vermek devrimci eylem olamaz. Bunlar adi gangasterlik olaylarıdır. Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi, bu gibi olayları şiddetle kınar. Amerikalı emperyalistlere, finans kapitalizmin temsilcilerine, zalimlere ve halk düşmanlarına yönelen her harekete ise saygı duyar ve bunları sonuna kadar destekler. Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi savaşçılarının bütün eylemlerini kendi bültenleriyle halka açıklar. Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi, halk düşmanlarını, işkencecileri, zalimleri, soyguncuları yargılar, cezalandırır. Onlardan döktükleri kanın ve yaptıkları zulmün hesabını sorar."
İşte Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne göre örgütlenmiş ve savaşan devrimci örgütün, kendi stratejik belirlemelerine bağlı olarak yaptığı açıklama ve değerlendirme böyledir. Bunların tam olarak kavranılabilinmesi ve buna uygun mücadele yürütülebilinmesinin yolu, ancak ve ancak devrimci bir stratejiye sahip olmak ve buna uygun savaşmaktan geçer. THKP-C, böyle bir stratejinin ve savaşın örgütü olarak, onlarca yıldır düşmanın her türlü saldırısına ve her türlü ideolojik saptırmalara rağmen, mücadelesini sürdürebilmesinin gerçekliği burada yatmaktadır.
Dipnotlar
(1*) Engels - Akt. W. Pomeroy: Marksizm ve Gerilla Savaşı, s: 51-52
(2*) Legal Kurtuluş, Sayı: 27, 13 Ocak 1996
(3*) Legal Kurtuluş, Sayı: 27, 13 Ocak 1996
(4*) Che Guevara: Askeri Yazılar, s: 49-50
(5*) Che Guevara: Askeri Yazılar, s: 121
(6*) Stalin: Leninizmin Sorunları, s: 72-73