Sosyal Güvenlik Yasası
“Çabuk topları temin edin. Bir de yanına pompa koyup, gönderin...”[1]
IMF'nin talimatlarıyla başlayan sosyal ve sağlık sigortası sisteminin değiştirilmesi girişimi, "ilgili bakanlar"ın açıklamalarına göre, 2/3 oranında "tasarruf" sağlayacaktır. Bir başka deyişle, mevcut sosyal güvenlik yasalarında yapılacak değişikliklerle, devletin sosyal güvenlik harcamaları %65 azaltılacak, bugünkü sosyal güvenlik yasasına eşit koşullara sahip olmak isteyen işçiler daha fazla "katkı payı" vereceklerdir.
Konuyla ilgili olan ve olmayan pek çok "yetkili ve etkili" kişilerin ve kurumların çok iyi bildiği gibi, Türkiye "sosyal bir hukuk devleti"dir. "Sosyal" devlet olmak, devletin gelirlerinin bir bölümünün toplumun ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kullanmak demektir. Sosyal güvenlik yasaları işte bu devlet gelirlerinin toplumun ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla nasıl dağıtılacağı ve kullanılacağını belirler.
Elbette "sosyal" devlet, durup dururken, gökten zembille inip, "ben halkın ihtiyaçlarını karşılamakla görevliyim" diyerek ortaya çıkmamıştır. Her sınıflı toplumun devleti gibi, Türkiye Cumhuriyeti devleti de, toplumun egemen sınıfının devletidir, onun çıkarlarının kolektif temsilcisi ve yürütücüsüdür. Kapitalizmin yukardan aşağıya, emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak geliştirildiği bir ülkede egemen sınıf, her durumda işbirlikçi-tekelci burjuvazinin başını çektiği sömürücü sınıflardan oluşur. Bu devletin görevi, temsil ettiği sınıfların çıkarlarını korumak olduğu için de, sömürücü sınıfların sömürülerini güvenceye almak, sömürünün sürdürülmesini sağlamak ve sömürüyü sürekli artırmak, yani sömürücü sınıfların kârlarını maksimize etmektir.
Kapitalist anlamda sömürücü sınıfların kârlarını artırmanın ve maksimize etmenin tek yolu, üretim maliyetlerini olabildiğince düşük tutmaktan geçer. Diğer bir ifadeyle, sermayenin değişen ve değişmeyen kısımlarına ilişkin maliyetlerin azaltılması kârların artırılmasının tek yoludur.[2] Devletin görevi, kapitalistin kârını artırıcı önlemleri almaktan ibarettir. Eğer kapitalistlerin makine, bina vb. yatırımları için harcadıkları sermaye miktarı azaltılırsa, yani sabit sermaye yatırımları ucuzlatılırsa, maliyet önemli ölçüde düşeceği için kârlar yükselir.
Diğer yandan üretim girdileri, özel olarak da hammadde ve ara mallarının fiyatlarının ucuzlaması ya da düşük tutulması, üretim maliyetini daha da düşürerek kârların artmasını sağlar.
Devlet, egemen sınıfların temsilcisi olan devlet, bir yandan sabit sermaye yatırımlarını ucuzlatmak amacıyla üretim yerlerinin arsalarını ucuza ve kimi durumlarda hiçbir bedel almaksızın sömürücü sınıflara tahsis ederken, diğer yandan makine ithalatını, bina inşa maliyetlerini aşağıya çeken değişik teşvikler (sübvansiyonlar) sağlar.
Bizim gibi dışa bağımlı, yani emperyalizme bağımlı, dolayısıyla makine, hammadde ve ara malları ithal eden ülkelerde, bu ithal ürünlerin fiyatlarının düşük tutulabilmesinin yolu doğrudan devletin kambiyo rejiminde yapacağı değişikliklere bağlıdır. Günümüzün popüler sözleriyle ifade edersek, "yüksek faiz, düşük kur" politikası ile, sömürücü sınıfların ithalatları olabildiğince düşük fiyatlarla gerçekleştirilir. Doların değerinin düşük tutulmasıyla sağlanan düşük maliyet, doğrudan dışardan gelen para-sermayeye (sıcak para) yüksek faiz ödenerek gerçekleştirilir. Yüksek faiz ise, devletin iç ve dış borçlar için ödediği faizdir ve devlet gelirlerinden (vergi vb.) karşılanır.[3] Böylece sorun, "sosyal devlet"in gelirlerinin toplumun ihtiyaçları için mi, yoksa sömürücü sınıfların kârlarını artırmak amacıyla mı kullanılacağı sorununa dönüşür.
Ancak sömürücü sınıflar için maliyetlerin düşürülmesi, sadece sabit sermaye yatırımlarının maliyetlerinin düşürülmesi ve hammadde, ara mallar vb. üretim girdilerinin fiyatlarının düşürülmesiyle sağlanmaz. Üretimin asli unsuru olan işgücü, yani işçi ücretleri temel üretim maliyeti niteliğindedir. Dolayısıyla kârların artırılabilmesi için, herşeyden önce işçi ücretlerinin düşürülmesi şarttır.[4] Bu nedenle, kârların artırılması ve maksimize edilmesi asıl olarak işgücü maliyetinin en düşük seviyede tutulmasına bağlıdır.
İşgücünün sömürücü sınıflara maliyeti ile işgücünün sahibinin (işçinin) kendi emek-gücünü yeniden üretmesinin maliyeti arasında sürekli bir çatışkı ortaya çıkar.
Sömürücü sınıfların çıkarları ucuz işgücünden yanayken, işçinin çıkarı kendi yaşam koşullarının asgari düzeyde de olsa sürekliliğini sağlayacak bir ücretten yanadır.
İşçi, çalışan kesim, kendi yaşam koşullarını sürdürmek ve iyileştirmek amacıyla ücretlerinin artırılmasını talep ederek "meydanlara" çıkar. İşçilerin, çalışanların ekonomik mücadelesi olarak ifade edilen bu "meydanlara çıkma"sı, doğrudan işçilerin ücretlerinin artırılmasına yönelik sendikal bir mücadele olarak sürdürülür.
Mücadeleye atılan işçiler, genel ifadeyle çalışan kesim, bu mücadele sürecinde sorunun yalın biçimiyle ücretlerin parasal karşılığının artırılması olmadığının bilincine ulaşır. Bu bilinç, parasal ücret dışında işgücünün yeniden üretimi, yani işçinin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli ihtiyaçlarını karşılayacak olan bir ücret talebi olarak belirginleşir.
İşte bu bilinçle işçiler, ücretlerinin parasal olarak artışını sağlamaya çalışırken, diğer yandan sağlık hizmetlerinden çocukların eğitim harcamalarını, tatil vb. ihtiyaçlarından emeklilik koşullarında yaşamını asgari düzeyde de olsa sürdürebilmeyi sağlayacak ücret talebinde bulunur.
Sağlık sigortası, parasız eğitim, emeklilik maaşının günün koşullarına uygun düzeyde olması gibi talepler, işçinin aylık ücretinin ötesinde bir maliyet olarak ortaya çıkar.
İşçilerin, genel ifadeyle çalışan kesimin, mevcut ücretlerin artırılması ve sosyal ihtiyaçlarının karşılanması talebiyle ortaya çıkması, "iktisadi" anlamıyla işçilik maliyetlerinin yükselmesi demektir. İşçilik maliyetlerinin yükselmesi ise, sömürücü sınıfların kârlarının artmaması, artırılamaması anlamına gelir.
Böylece işçilerin, gerek nominal ücretlerini artırmak yönündeki talep ve mücadelesi, gerek sağlık sigortasından emeklilik maaşına kadar gelecekteki ihtiyaçlarının karşılanması talebi ve mücadelesi, doğrudan sömürücü sınıfların kârlarının artırılması talebiyle çatışkıya girer.
İşte devlet, ister "sosyal devlet" olarak tanımlanmış olsun, her durumda bu çatışkıyı düzenlemek, sömürücü sınıfların lehine çözümlemek için harekete geçer.
12 Mart darbesinin genelkurmay başkanının ifadesiyle "sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı" yerde, ya doğrudan devletin siyasal zoruyla (asker, polis vb. güçleriyle) işçilerin talepleri baskı altına alınır, mücadeleleri engellenir ya da işçilik maliyetlerinin bireysel kapitalistlere daha ucuza malolabilmesi için "sosyal devlet" demagojisi devreye sokulur.
Siyasal zor yoluyla işçilerin talep ve mücadelelerinin baskı altına alınması, sindirilmesi ve pasifize edilmesi sürekli kılınamadığı koşullarda (ki çokluk öyle olmuştur), "sosyal devlet" işçilik maliyetlerinin büyük bir bölümünü devlet gelirleriyle karşılayarak, bireysel kapitaliste maliyetini azaltmaya yönelir.
"Sosyal devlet" aracılığıyla bireysel kapitalistin kârını artırmak için işçilik maliyetinin büyük bir bölümünün devlet gelirlerinden sağlanmasında en temel unsur sağlık sigortası, kıdem tazminatı ve emeklilik maaşıdır. İşçinin "somut bugün"de yaşarkenki ihtiyaçlarını karşılamaktan öte, "soyut gelecek"teki ihtiyaçlarını karşılamayı gerektiren bu unsurlar, "sosyal güvenlik sistemi" adı altında toplanmış ve yasallaştırılmıştır.
Her yasallaştırmada olduğu gibi "sosyal güvenlik sistemi", tümüyle içinde yaşanılan somut koşullardaki güçler dengesine bağlıdır ve bu güç dengesine göre yasalaşır.
Artık işçinin "soyut gelecek"e ilişkin talepleri doğrudan "sosyal devlet" tarafından üstlenilmiş ve devlet gelirleriyle karşılanır hale gelmiştir. Kolektif kapitalist olarak devlet, bir bütün olarak toplumun her kesiminden vergi yoluyla sağladığı gelirlerden ve, geçmiş dönemde olduğu gibi KİT'lerden sağlanan kârlardan oluşan devlet bütçesinden "sosyal güvenlik sistemi" için harcamalarda bulunur. Böylece işçilik maliyetinin büyük bir bölümü devlet bütçesinden karşılanarak bireysel kapitalistin (sömürücü sınıfların) maliyeti düşürülür. Ama aynı oranda devlet bütçesinin giderleri artar.
Böylece sorun, bireysel sömürücülerin işçilik maliyetlerinin ucuzlatılması sorunu olmaktan çıkar, devlet harcamalarının artması sorunu haline dönüşür.
Nüfusun ve çalışan nüfusun artmasına paralel olarak devletin işçilik maliyetlerini ucuzlatmak amacıyla bütçeden yaptığı harcamaların sürekli artışı, açıktır ki, devlet gelirlerinin sürekli (ve en azından aynı oranda) artırılmasını gerektirir. Vergi gelirleri olarak devlet bütçe gelirlerinin artırılması, çalışan kesimden daha fazla vergi alınmasını zorunlu hale getirirken, aynı zamanda çalışan kesimin vergi ödemelerinin artması onların ücretlerinin göreli olarak düşmesi anlamına gelir.
Devlet, "sosyal devlet" adı altında işçilik maliyetlerinin büyük bölümünü bütçeden karşılayarak işçi ücretlerinin bireysel kapitaliste maliyetini düşürürken bütçeden sağladığı bu "sübvansiyonlar"ın artan vergilerle, dolayısıyla işçilerin gelirlerinde bir azalışa neden olması, bir kez daha başa dönülmesine yol açar.
Bireysel kapitalistin kârlarının düşmeye başladığı ekonomik bunalım koşullarında ise, bir kez daha üretim maliyetlerinin düşürülmesi gündeme gelir. Özellikle ekonomik kriz koşullarında ya da krizlerin arifesinde düşen kârların yükseltilmesi "sosyal devlet"in sınıf özelliğinin gereğidir. Bu, bir yandan "sosyal devlet"in bireysel kapitalistlerin kârlarını artırıcı yeni önlemler almasını, yani devlet bütçesinden bu yönde daha fazla pay ayırmasını zorunlu kılarken, diğer yandan bunun dışındaki bütçe giderlerini azaltmasını zorunlu hale getirir.
İşçilerin, genel ifadesiyle çalışan kesimlerin kendi haklarını korumak ve geliştirmek için yürüttüğü mücadele ve örgütlenmenin zayıfladığı ya da pasifize edildiği koşullarda, devlet bütçe giderlerinde önemli bir yere sahip olan "sosyal güvenlik" harcamalarının kısılması, bütçe giderlerinin azaltılmasının en yalın ve kolay yoludur.
Günümüzün en açık gerçeği ise, devletin "sosyal güvenlik" sistemi için bütçeden ayırdığı payın büyüklüğü karşısında devlet bütçesinin sürekli açık vermesi ve açığın sürekli büyümesidir.
Bu açık bir gerçektir. Hiç kimse bu gerçeği yok kabul edemez.
Sorun, gerçeğin bu olması değil, bu gerçeğin neden ve nasıl ortaya çıktığının bilinmesidir.
Yeniden başa dönersek, devletin "sosyal güvenlik" sistemi için yaptığı bütçe harcamalarının sürekli yükselmesinin nedeni, işçilik maliyetlerinin bireysel kapitaliste olabildiğince düşük tutulmasıdır. Yani işçi ücretlerinin büyük bir bölümünün devlet tarafından bireysel kapitalist adına üstlenilmesinden kaynaklanmaktadır.
Devletin "sosyal güvenlik" sistemi nedeniyle yaptığı harcamalardan kaynaklanan bütçe açığının kapatılmasının tek ve gerçek yolu, işçi çalıştıran her bireysel kapitalistin işçilik maliyetini kendisinin karşılamasıdır.
Devlet, "neo-liberaller"in, "serbest pazar ekonomisi" savunucularının iddia ettiği gibi, ekonomiden elini eteğini çektiği koşullarda, yani bireysel kapitalistin kâr oranını yükseltmek amacıyla devlet gelirlerini kullanmaktan vazgeçtiği andan itibaren, işçilik giderleri bireysel kapitalistler tarafından karşılanır hale gelir gelmez bütçe açıkları da ortadan kalkacaktır.
Tüm burjuva iktisatçıları da, IMF uzmanları da, bireysel kapitalistler de bu gerçeği çok iyi bilmektedirler. Ama bildikleri bir gerçek daha vardır. Devlet bütçesinden işçilik maliyetlerini düşük tutmak için yapılan harcamalar ortadan kaldırıldığında işçinin bireysel kapitaliste maliyeti yükselecektir. Bu da, açık biçimde kârların düşmesi demektir.
Hem devletin bütçe açıklarını kapatmak ("sosyal devlet"in işçilik maliyetlerini bireysel kapitaliste ucuza mal etmek için yaptığı harcamaları azaltmak), hem de bireysel kapitalistin kârlarının azalmasını önlemek (ve artırmak) nasıl mümkün olabilir?
İşte bugün Tayyip Erdoğan'ın "sendikalar yalan söylüyor" diye ortaya çıktığı sosyal güvenlik yasasında yapılmak istenen değişiklik, bu "mümkün olmayan"ı mümkün kılmanın ilk adımıdır.
Yapılmak istenen açıktır: Bir yandan bütçe açıkları bahane edilerek devletin sosyal güvenlik harcamalarını azaltmak ve olabilecek en az miktara indirmek, diğer yandan ortaya çıkacak olan işçi gelirlerindeki azalışın bireysel kapitalist tarafından karşılanmasını engellemektir.
Kıdem tazminatının kaldırılması, sigorta primlerinde işçinin payının yükseltilmesi ve işverenin payının düşürülmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi, işçinin sosyal güvenlik kapsamındaki primlerinin işverenin denetimi altında bir fonda toplanması ve bu fonun işverenler için sürekli kullanılabilir bir kredi kaynağı haline getirilmesi, kısa ve uzun vadede "mümkün olmayan"ı mümkün kılmanın yolu olarak ortaya atılmıştır.
Nasıl sunulursa sunulsun, hangi demagojilerle süslenirse süslensin, yapılmak istenen işçi ücretlerinin düşürülmesinden başka bir şey değildir.
Açıktır ki, sadece emeklilik yaşının 65'e çıkartılmasının, pirim ödemesinin 9.000 güne yükseltilmesinin, işçilerin ve memurların daha fazla emeklilik primi ödemelerinden başka bir anlamı yoktur. Daha fazla ve daha uzun süre emeklilik primi ödeyecek olan işçi, aynı emeklilik maaşının büyük bir bölümünü kendi ücretinden ödemiş ve daha kısa süre emeklilik maaşı almış olacaktır. Böyle bir sonuca ulaşabilmek için kısa vadede işçinin emeklilik primi payını artırmak bile gerekli değildir.
Bundan çok daha önemli olanı, işçilerin kıdem tazminatlarının kaldırılması ve yerine "özel fon"ların oluşturulmasıdır.
1960-1980 dönemindeki mücadeleleriyle Avrupa ülkelerinin en yüksek kıdem tazminatı hakkını elde etmiş olan işçilerin bugün bu hakları ellerinden alınmaktadır. "Soyut gelecek için somut bugünden vazgeçmemek" inancına sahip kılınmış bir toplum karşısında oldukça kolay bir yoldan gerçekleştirilmek istenmektedir: Kıdem tazminatı için işçiden yapılan kesintiyi azaltarak işçinin eline geçen ücret miktarını artırmak.
"Somut bugün"de yaşayanlar, böylesi bir ücret artışı karşısında sevinç duyacaklardır.
"Soyut gelecek"te, yani işten çıkartıldığı ya da emekli olduğu koşullarda, bir başka ifadeyle, 30-40 yıl sonra eline geçecek paradan çok, bugün eline geçen paraya bakacak olan bir işçinin, "somut bugün"de mutlu ve sevinç içinde olmasına da şaşırmamak gerekir.
Sosyal güvenlik sisteminde yapılacak değişikliklerin "sanki bugün çalışanları ilgilendiriyormuş gibi bir hava estiriyorlar ... bundan yirmi yıl sonra 2028'de ilk defa işe girecek olanlar için" olduğunu söyleyen Tayyip Erdoğan, bireysel işçinin "somut bugün" için "soyut yarın"dan kolayca vazgeçebileceğini açıkça ifade etmiştir.
Tayyip Erdoğan'ın "somut bugün" üzerine yaptığı açıklamalar, sosyal güvenlik yasasındaki değişikliklerin "çalışanların çıkarına" olduğu konusundaki demagojiler, IMF'nin yıllar boyu devletin sosyal harcamalarının kısılmasına ilişkin talimatlarının tek gerçekliği işçilik maliyetlerinin düşürülmesinden başka bir şey değildir.
Bireysel kapitalistlerin kârlarını artırmak, düşük ücretli işçi çalıştırmalarını sağlamak amacıyla işçilik maliyetlerinin büyük bir bölümünün devlet bütçesinden karşılanması uygulamasına son verilmektedir. Bu yolla bütçe açıklarının azaltılmış olacağı kesindir. Ancak sorun ortadadır: devletin sosyal güvenlik harcamalarını azaltmasıyla ortaya çıkacak olan sosyal güvenlik boşluğu nasıl kapatılacaktır?
Bu soru, "bundan sonra"ya ilişkin bir sorudur. Diğer ifadeyle, "soyut gelecek"in sorunudur. Dolayısıyla "somut bugün"de yaşamaya alıştırılmış, sadece "bugünü yaşayan" bir toplum için hiçbir anlama gelmemektedir.
Burada sosyal güvenlik sisteminde yapılmak istenen değişiklikleri uzun uzun ve ayrıntılarıyla ele almanın fazlaca anlamı yoktur. Sendikaların bu değişikliklerle işçilerin, çalışanların nasıl hak kaybına uğrayacaklarına ilişkin yaptığı açıklamalar yeterince açıktır. Bunları yeterli görmeyenler, devlet bütçe giderlerini, işçilerin devlete maliyetini, dünyadaki işçi ücretlerinin düzeyini, bütçe açığında sosyal güvenlik harcamalarının payını, bunların GSMH'ya oranlarını uzun uzun ve bir yığın sayısal verilerle inceleyebilirler. Varılacak tek sonuç ise, bireysel kapitalistlerin kârlarını artırmak amacıyla üretim maliyetlerini düşürmenin ve bütçe açıklarını kapatmanın tek ve kalıcı yolunun da işçi ücretlerinin düşürülmesi olduğu gerçeğidir.
Bugüne kadar bireysel kapitalistin kârlarını artırmak amacıyla işçilik maliyetinin büyük bölümünü üstlenen devlet devreden çıkartılmaktadır. Belediyelerin "yiyecek paketleri"yle, "yemek çadırlarıyla", popüler ifadeyle "sadaka kültürü"yle günü geçiştiren ve geçiştirmeye alıştırılmış olan toplum açısından, 20-30 yıl sonrasını düşünmek "lüks" hale gelmiştir. Toplumun çalışan kesimlerinin büyük bölümünün geçici işlerde çalıştığı, her türlü sosyal güvenlikten, emeklilik hakkından yoksun bulunduğu bir süreçte, sürekli ve sabit işlerde çalışanların haklarında ve uzun dönemli gelirlerinde ortaya çıkacak olan kayıplar da fazlaca önemsenmemektedir.
Açıktır ki, "Allah her çocuğun rızkını verir" imanıyla (Tayyip Erdoğan'ın sözüyle "her çocuk kendi bereketiyle gelir") işçilerin geleceği "allah"a kalmıştır. "Somut bugün"de yaşayanlar da, "hakkın rahmetine kavuşmadıkları" sürece 20-30 yıl sonra da yaşamaya devam edeceklerdir. Eğer onlarca yıllık mücadelelerle elde edilmiş haklar sadece "somut bugün" için kolayca vazgeçilebilir hale gelirse, söylenecek tek söz "ölüm yaşayanı yakalar" olacaktır.
[1] Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi adaylığını desteklemesi için Tuvalu devletine verilecek olan "bahşiş" için Ankara'dan büyükelçiliğe verilen talimat. [2] Kapitalist "iktisat" söylemiyle "sabit sermaye", sömürücü sınıfların kullandığı her türden makine, bina vb. yatırımlardan ve "döner sermaye" ise üretim girdilerinden (hammadde ya da ara malları) ve işçi ücretlerinden oluşur. [3] Geçmiş dönemde aynı politika, yüksek faizle alınan devlet kredilerinin düşük faizle yerli sömürücü sınıflara kredi olarak verilmesiyle yürütülüyordu. [4] Kapitalist açısından üretim maliyeti olarak görünen işçi ücretleri, işçinin kendisinin ve ailesinin asgari yaşam koşullarını sürdürebilmesi için gerekli bir parasal karşılığa sahiptir. Bu nedenle, üretim maliyetlerini düşürerek kârını artırmak durumunda olan kapitalist, ya işçi ücretlerini mutlak olarak düşürerek ya da işçinin asgari yaşam koşulları için gerekli geçim araçlarının fiyatını düşürerek bu amacına ulaşabilir.
Kapitalistin kârını artırma yönündeki hareketi, işçinin kendi emek-gücünün yeniden-üretimi için gerekli asgari geçim araçlarının fiyatlarının ucuzlatılmasıyla birlikte gider. Burada beslenme giderlerinin azaltılması için tarım ürünlerinin fiyatlarının ucuzlatılması özel bir yere sahiptir. İkinci olarak, işçilerin konut gereksinmesi için harcadıkları paranın azaltılmasıyla asgari geçim araçlarının fiyatı düşürülür. İşçiler için küçük konutların inşa edilmesi ve bu küçük konutların sahibi kılınması kullanılan belli başlı araçlar arasındadır. Üçüncü olarak, işyerine ulaşım giderlerini azaltmak amacıyla işçi konutlarının sanayi bölgelerine yakın yerlerde inşaa edilmesi. Dördüncü olarak, işçinin ve ailesinin eğitim, eğlence, tatil vb. için harcadığı giderler azaltılır. Bu amaçla, başta eğitim olmak üzere bu harcamaların toplumsal gelirlerle karşılanması, yani eğitimin ücretsiz yapılması vb. uygulamalara gidilir. İşçi ücretlerinin kapitaliste maliyetinin düşürülmesine yönelik tüm bu uygulamalar, aynı zamanda bunların maliyetinin devlet tarafından karşılanması, yani devlet bütçesinden ödenmesi ile birlikte yürür. İşçilik maliyetlerinin bireysel kapitalistler için azaltılmasının yolu devlet harcamalarının artırılmasıyla sağlandığı koşullarda doğal ve kaçınılmaz olarak bütçe açıkları ortaya çıkar ve devlet bütçe açıklarını vergi gelirleriyle kapatamadığı koşullarda karşılıksız para basmak, dolayısıyla enflasyonist politikalar izlemek durumundadır. Bu da, işçi ücretlerinin reel olarak düşürülmesinin en çok kullanılan araçlarından beşincisi, yani enflasyondur.