İfşa Ediyoruz:
Marie Antoinette de,
"Sultan Vahdeddin Han" da
Hain Değildiler!
[Peki Neydiler?]
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlayan, Sovyetler Birliği'nin 1991 yılında resmen dağıtılmışlığıyla süre giden ve "globalizm" propagandalarıyla günümüze kadar gelen tarihsel dönemin en tipik özelliklerinden birisi "döneklik"tir.
"Döneklik", her hangi bir mücadelenin yenilgiye uğradığı bir dönemde, yenilenlerin saflarında görülen bir olgudur. Bu olgunun tipik özelliği, mücadelenin geliştiği ve zafere ulaşacağı umutlarının arttığı dönemde mücadele saflarına katılmış kişilerin, en keskin biçimde mücadeleyi savunmaları ve zafer umutlarının azaldığı ya da yenilginin ortaya çıktığı koşullarda aynı keskinlikle safları terk etmeleridir. Ancak bu tipik özellik, "döneklik"i kavramak için tek başına yeterli değildir. "Döneklik", içinde yer aldıkları mücadeleyi en keskin biçimde savunanların saf değiştirmesinin ötesinde, karşı saflara geçtikten sonra, eski mücadelelerine karşı en keskin ve en saldırgan tutum takınmaktır. Bir bakıma "döneklik", yenenlerin karşısında diz çökmek ve onlara köpek sadakati ile bağlanmak demektir. Geçmiş mücadelelerini kolayca ve bir çırpıda reddettikleri için, yeni "efendileri"ne sadakatlerini her gün ve her saat kanıtlamak zorundadırlar.
"Döneklik", toplumsal değil, bireysel bir olgudur. Dolayısıyla "dönek", birlikte mücadele ettiği topluluğu kendi kaderiyle baş başa bırakarak, kendi bireysel çıkarının peşine düşer.
"Dönekler" de çeşitlidir.
Mücadelenin herhangi bir aşamasında üzerine düşen görevi yapmayarak düşman saflarına geçen "dönekler" olduğu gibi, mücadelenin temsil ettiği sınıftan düşman sınıfların safına geçen "dönekler" de vardır. Birinci durumdaki "dönekler", mücadeleye ve mücadele edenlere doğrudan ihanet ettikleri için birer "hain"dirler. İkinci durumda ise, "ihanet" sınıfa karşı olduğu için birincisi kadar kesin bir sıfat haline dönüşmez.
Ancak bir üçüncü "döneklik" türü daha vardır. Bu "döneklik" türü, bireyin belli zamana kadar kabul ettiği ve savunduğu düşünceyi ve düşüncesini terk etmesidir. Genellikle küçük-burjuva aydınları arasında görülen bu "dönek" tipi, kendi öz düşüncesi olarak kabul ettiği düşünceyi terk ederek karşı düşüncenin saflarına geçmek şeklinde olduğu için, bireyin tüm geçmişini, geçmiş yaşantısını reddetmesini gerektirir.
Bu küçük-burjuva aydın "dönekliği", aynı zamanda "dönek"de sürekli bir "tedirginlik duygusu"na yol açar. Bu durumu bir "dönek" şöyle açıklar: "Varoluşun karmaşıklıkları ortasında şimdiye kadar yol göstericilerimiz olan rahatlatıcı formüllerimizi kaybedince, ... yeni bir tutamak bulana ya da yüzmeyi öğrenene kadar olgular okyanusunda boğuluyor gibi oluruz." Bu "boğulma" duygusu içindeki "dönek", her koşulda, "eski düşünce"nin yeniden güçlenmesinden büyük bir korku duyar. Dolayısıyla "eski düşünce"lerine, bu düşüncenin geleneksel düşmanlarından daha çok düşmandır, onlardan daha çok saldırır ve bu düşüncelerin varolmaması için cinayet işlemeye bile hazırdır.
"Dönekler"in ortak özelliği, terk ettikleri mücadeleyi ve düşünceyi, ellerindeki tüm olanakları kullanarak değersizleştirmektir. Bu değersizleştirme işiyle, kendi "döneklik"lerine bir neden, bir gerekçe bulmaya çalışırlar. Sabah-akşam, içinde yer aldıkları mücadelenin ne kadar kötülükler içerdiğini, mücadele edenlerin ne denli "habis" insanlar olduklarını, "düşünce" diye benimsedikleri şeyin ne denli "saçma" bir şey olduğunu, kendi kendilerine ve çevrelerine tekrarlayıp dururlar.
Geçtikleri yeni saflarda kendilerine gösterilen "itibar" ve "teveccüh", "eski"ye karşı düşmanlıklarını daha da artırır. Her buldukları fırsatta "tabular"ı yıkarlar ve yerlerine yeni "tabular" koyarlar. Bu özellikleriyle onların "iştigal" alanları dündür, geçmiştir, yani tarihtir. Bu nedenle, tarihte olup bitmiş herşey onlar için bir tehlikedir. Bu nedenle tarihi yeniden yazmak isterler. Hatta becerebilseler tarihi tümüyle yırtıp atacaklardır. Bunu beceremedikleri için, buldukları her fırsatta, "aşağıdakiler"e yol gösterdiğine inandıkları "eski düşünce"nin yeniden ortaya çıkmasına ve güçlenmesine yol açacağını inandıkları tüm tarihe ve tarihsel bilgilere saldırırlar. Bu temelde tüm "dönekler" birbirlerinin dostudurlar.
1789 burjuva devrimine ihanet ederek aristokrasinin ideologluğuna soyunan burjuva aydınları da, proletarya hareketi saflarında yer almış ve daha sonra onu terk etmiş olan küçük-burjuva aydınları da, her zaman ve her yerde devrimlerin en büyük düşmanları olmuşlardır. Bu devrimlerin, burjuva ya da proleter yahut küçük-burjuva devrimi olup olmaması onları hiç ilgilendirmez. Devrim ve devrim sözcüğü, onların düşman olmaları için yeterlidir. Devrimleri tarihten, devrim sözcüğünü sözlüklerden çıkartmak isterler. Bunu başaramadıkları ölçüde, devrimlerin kötülüğünden söz ederler, devrim sözcüğünü olabildiğince sulandırmaya çalışırlar. Hatta kendi "döneklik"lerinin bile bir "devrim" olduğunu söyleyebilecek kadar hastalıklı bir kafa yapısına sahiptirler.
1789 Fransız Devrimi'nin üzerinden iki yüzyıldan fazla zaman geçmiş olmasına karşın "dönek" burjuva aydınlarının Fransız Devrimine ve Fransız tarihine karşı düşmanlıkları sona ermemiştir. Onlar için, Fransız burjuva devrimi, Jakobenlerin kanlı diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Elleri giyotinde idam edilen aristokratların, kraliyet ailesinin, toprak sahiplerinin ve papazların kanlarıyla "kızıl"laşmıştır. "Kızıl jakoben diktatörlüğü"nü her anımsadıklarında, elleri gayri ihtiyari, sanki her an kafaları giyotinle kesilecekmişçesine boyunlarında dolaşır. Robespierre'in hayaleti uykularından kabusla uyanmalarına yol açar.[1*] İşte bu tarihsel düşmanlıklarıyla "dönekler"in "kahramanı" Danton sahneye çıkar. Danton, burjuva "dönekler"i için bir "devrim kahramanı"dır. Ama "kızıl" Robespierre ve onu izleyen "radikal devrimciler" o "güzel insanı" giyotinle idam etmişlerdir.
Bu "dönekler" için, Fransız Devrimi'nin bir başka Jakoben yöneticisi Marat'ın öldürülmesi bir cinayet değil, bir "hak"kın tecellisidir. Robespierre'in aristokrat-"dönekler" ittifakının askeri darbesi sonrasında giyotinle idam edilmesi ise "takdiri ilahi"dir.
Ve tarih yeniden yazılır. Birbiri ardına Danton kitapları yayınlanır, filimler çekilir. Amaç tektir: Danton'un şahsında tüm "dönekleri", "hainler"i kutsamak, "itibar"larını iade etmek!
Ancak bununla yetinemezler. Fransız Devrimi'nin tüm "kurbanları"nın da "itibar"ı iade edilmelidir! Bunun için Marie Antoinette öne atılır. Ne de olsa Fransız Devriminin Marie Antoinette'nin "ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" sözüyle başladığı söylenir. O zaman, devrimi geri alabilmek için, önce Marie Antoinette'nin böyle bir söz söylemediği gün ışığına çıkartılmalıdır. Ve Marie Antoinette'nin böyle söylediğine ilişkin hiçbir teyp ya da video kaydı bulunamadığından, kendisine "iftira" atıldığı, bu "iftira"yla "ayaktakımı"nın galeyana getirilerek ayaklandırıldığı ispatlanmış olur. Artık Marie Antoinette de, burjuva aydın "dönekler" de rahatça uyuyacaklardır.
Ayşe Düzkan'ın[2*] çevirisiyle Türkçe yayınlanan "Marie Antoinette" adlı kitabın tanıtımında bu durum şöyle ifade edilir: "14 yaşındaki Marie Antoinette'i 1770 yılında Fransa'ya gelin gönderen annesi Avusturya İmparatoriçesi Maria Teresa, 'Fransız halkına o kadar çok iyilik yap ki, benim onlara bir melek göndermiş olduğumu söylesinler...' demişti, ama 23 yıl sonra Fransızlar bu meleğin kafasını giyotinde koparacaklardı.
Oysa kendisiyle özdeşleştirilen 'Ekmek yoksa pasta yesinler!' sözü onun ağzından çıkmamıştı. Tümüyle masum değilse de bu sözün ima ettiği kadar da sorumsuz sayılmazdı, ama günün propaganda makinesi öyle etkili çalıştı ki, sonuçta yine de Fransız halkına annesinin hiç düşünemeyeceği bir biçimde hizmet etmiş oldu! O'nun üzerinden halkta yaratılan öfke ve nefret Fransız Devrimi'nin gelişmesine katkıda bulunacaktı. Hatta o kadar ki, dönemin Fransa'daki ABD elçisi ve daha sonra ABD'nin üçüncü cumhurbaşkanı olan Thomas Jefferson, 'Kraliçe olmasaydı Fransız Devrimi diye bir şey de olmazdı' diye yazacak kadar ileri gitmişti."[3*] Ulusal devletlerin sonunun ilan edildiği "globalizm çağı"nda, kaçınılmaz olarak ulusal devletin çözülmesiyle birlikte ulusal birliğin yerini alacak yeni "birliğin" temsilcisi olarak öne çıkartılan krallar ve kraliçeler "ülkeler"inde, Marie Antoinette, döneminin "Leydi Di"si olarak sunulur. Böylece tarih yeniden yazılmaktadır.
"Yeni tarih"te, Marie Antoinette'nin neden Fransız Devrimi'nden dört yıl sonra idam edildiği şüphesiz yer almayacaktır. Ve yine bu "yeni tarih"te, onun, 1791'de Almanya'nın Wiesbaden şehrinde toplanmış olan kaçak aristokratlar ile Avusturya ve Prusya'yla kurduğu karşı-devrimci komplo da bulunmayacaktır. Aynı şekilde 1791'de Avusturya ve Prusya'nın Fransa'ya savaş ilan ettiğinin de bu "yeni tarih"te yeri yoktur.
Böylece Fransa'nın düşmanlarıyla işbirliği yapmış Marie Antoinette'de "vatan haini" olmaktan kurtulmuş olur!
İttihat ve Terakki'nin "silahşörü" Yakup Cemil'in torununun (Hasan Cemal) İttihat ve Terakki düşmanlarının "tetikçisi" olduğu bir dönemde, "dönekler"in "yeni tarih"i, Türkiye tarihine de el atmalıydı ve öyle de oldu.
Bir zamanların en keskin "solcu"larının toplaştığı, Amerikan emperyalizminin finanse ettiği "Tarih Vakfı", bu "yeni tarih"in yazılmasının "temiz vakfı" olarak ortaya çıkmıştır. Revizyonist kesimlerin "dönekler"inden Oya Baydar'a "sendikalar ansiklopedisi"ni hazırlattıran onlardır. Ancak onlar görevlerini kendilerini finanse eden emperyalist ülkenin istemlerine uygun olarak yerine getirdikleri için, temel işlevleri "globalleşen dünya"nın "yeni tarih"inin propagandasından ibarettir. İstenilen ve beklenilen, bu propagandanın etkisiyle değişik "tarihçiler"in ideolojik etki altına alınması ve bu etki çerçevesinde "bağımsız tarihçiler", yani kendi "kurumları" içinde yer almayan "tarihçiler" aracılığıyla "yeni tarih"i yaygınlaştırmaktır.
"Tarih Vakfı", değişik "projeler üreterek" binlerce işsiz "eski solcu"ya yeni "iş" olanakları yaratarak "dönekleşme"yi teşvik ederken, Osmanlı tarihini ve Cumhuriyet tarihini yeniden düzenlemeye koyulmuştur. İşe başladıkları yer Yalçın Küçük'ün "tezler"inin bittiği yerdir. Böylece 12 Eylül sonrasında Yalçın Küçük'le başlayan "amatör tarih yazımı" kurumlaştırılmıştır.
Cumhuriyet dönemine ilişkin ilk büyük "tarih" keşfinin "onuru" Yalçın Küçük'e aittir.
Yalçın Küçük'ün bu keşfine göre, Kurtuluş Savaşı'nın ilk düzenli ordu çatışması olarak bilinen I. İnönü Savaşı (Ocak 1921) hiç gerçekleşmemiştir. Mustafa Kemal'in cephe komutanı İsmet Paşa'ya "siz orada düşmanı değil, milletin makus talihini yendiniz" sözleriyle ünlenen II. İnönü Savaşı ise, gerçek bir "savaş" değildir.
Yalçın Küçük'e göre, Ankara'da, Çerkez Ethem'in Kuva-ı Seyyaliye'sine karşı düzenli ordu kurulmasını isteyen Mustafa Kemal, BMM'deki muhalefet karşısında zor durumda bulunduğundan bir "başarıya" ihtiyaç duymuştu. Böylece "I. İnönü zafer"i icat edilmişti! Aynı şekilde II. İnönü savaşı, Yunan ordusunun havanın savaşa uygun olmadığını görerek çekilmesiyle ortaya çıkmış bir "durum"dan ibaretti. Dolayısıyla buna da "savaş", sonucuna da "zafer" denilemezdi.[4*] "Kırmızı kaşkollu" Yalçın Küçük'ün bu ilk "tarih keşfi"yle birlikte Cumhuriyet tarihi "mercek altına" alınmıştır. Artık her isteyen, bu "tarih"te yer aldığı söylenen her olguyu istediği gibi yorumlamaktan öte, yok kabul edebilir hale gelmiştir.
Daha sonraki her türden "yazılı ve sözlü tarih" çalışmalarına "emsal" teşkil eden bu Yalçın Küçükvari tarih yazımı, "amatör tarihçiler"in, ne tarih bilgisine, ne de ilgili konuya ilişkin bilgiye sahip olmaksızın fikir ortaya atabilecekleri bir tarihçilik süreci başlatmıştır.
Sürecin devamında Çerkez Ethem "dosyası" tozlu raflardan indirilmiştir. "Çerkez Ethem bir hain miydi?" sorusunu yanıtlamak için kolları sıvayan "tarihçiler"in buldukları şey, Çerkez Ethem'in ne kadar "vatanperver" olduğu, Anadolu işgaline ne denli karşı çıktığı ve bu uğurda yaşamını bile feda etmekten çekinmediği, abilerinin sözleriyle, yaşayanların "sözlü" tanıklığıyla gösterildi. Böylesine "vatanperver" bir kişi, şüphesiz "hain" olamazdı! Üstelik Ankara'nın "milli ordu" güçleri karşısında yenilgiye uğradıktan sonra Yunan ordusuna sığınmış olmasına rağmen, "milli ordu"ya karşı savaşmayı bile kabul etmemişti. Böylesine "onurlu" bir "vatanperver" nasıl hain olabilirdi ki!
Bu "yeni tarih" okunduğunda sanılır ki, Çerkez Ethem, Ankara hükümetine karşı savaşa girmemiş, "milli ordu"yla savaşmamıştır. Onun tek yaptığı, Yunan ordusuna sığınmaktan ibarettir! Bunun nedeni de, Kemalistlerin kendisini ele geçirdiğinde idam edecek olmalarıdır. Yani "hayati tehlike" nedeniyle "güzelim vatanını" terk ederek Yunan ordusuna sığınmıştır.
Böylece Kurtuluş Savaşı tarihinin "zafer"leri ile "hainlik"leri yeniden yazıldı.
Ve "globalizm"e karşı yeni ve eski "Osmanlıcılar"ın ortaya çıkmasıyla birlikte, "son padişah" "Sultan Vahdeddin Han" hazretlerinin ihanetine sıra geldi. "Sultan Vahdettin, eğer fedakarlık yaparak yurtdışına çıkmasa idi iç harp çıkardı. O, Anadolu hareketini başlangıcından itibaren destekledi. İleriki safhalarda birtakım gelişmelerden sonra, içeride kalması halinde iç savaş çıkabileceği düşüncesi ile fedakarlık yaparak vatanından ayrılmayı tercih etti. Vahdettin, başından beri Mustafa Kemal Paşa'ya destek veriyordu. Mustafa Kemal, Sultan'ın bilgisi ve emirleri ile hareket ediyordu. İstanbul'daki işgal kuvvetlerine karşı, 'Biz Anadolu'daki hareketi desteklemiyoruz' demesine rağmen, sürekli olarak Anadolu'daki gelişmelerden haberdar oluyor, maddi ve manevi destek veriyordu. Yani Anadolu'daki hareketin güçlenmesi ve tesirli hale gelmesi için zaman kazanmaya çalışıyordu. Hatta Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkabilmesi için, İngilizlerden ve Fransızlardan izin bile almıştı."[5*] Görüldüğü gibi, "son Osmanlı"ya göre, Vahdettin büyük bir "fedakarlık" yaparak, ülkede bir iç savaş çıkmasını engellemiş bir "han"dır. Öyle ki, Vahdettin "han", Anadolu hareketini "maddi ve manevi" olarak desteklemiş bir "vatanperver" olmanın ötesinde, Mustafa Kemal bile "Sultan'ın bilgisi ve emirleri ile hareket etmiş"tir!
Fettullah Gülen ve müritlerinin olduğu kadar, her türden Osmanlıcı şeriatçıların "son han"ı Vahdettin'in "itibarını iade etme" çabaları, Yalçın Küçük gibi "yeni osmanlıcılar"ın piyasaya çıkmasıyla birlikte, daha da hız kazanmıştır. Ve Vahdettin "han"la "uzaktan akraba" olan, "demokratik sol"un "ebedi lideri" Bülent Ecevit, "Vahdettin hain değildi" hükmüyle "yeni tarih"te yerini aldı.
Bülent Ecevit'in "tarih araştırmaları"na göre, "Vahdeddin Han", namı diğer "dinin biricik sultan han"ı, Osmanlı hazinesine el sürmemiş, İngiliz gemisiyle İstanbul'dan kaçarken yanına birkaç küçük eşya ve biraz altın dışında hiçbir şey almamıştır. Bu da, "dinin biriciği"nin "vatanperver"liğini gösteren en önemli kanıttır!
Şöyle diyor Ecevit: "Kurtuluş Savaşı'na açıktan olmasa bile belirgin şekilde destek oldu. İstanbul'dan ayrılacağı zaman devletin elinde külliyetli altın ve para vardı. O, çok az bir miktar aldı. İstese tümünü alabilirdi. Saygıdeğer bir davranışta bulundu."[6*] İşte devletin "parası"na el sürmeyen bu "tokgözlü" "saygıdeğer" "han" nasıl olur da "hain" olabilir di? O, yani "Sultan Vahdeddin Han", ne yaptıysa "çaresizlikten" yapmıştı. İstanbul işgal altındaydı, Osmanlının orduları dağıtılmıştı. Yapabileceği fazla bir şey olmadığından, İngilizlerin her istediğini yerine getirdi. Bu da, onun "masumiyet"inin bir kanıtı olarak kabul edilmeliydi.
Hürriyet gazetesinin kadrolu "tarihçi"si Murat Bardakçı, Bülent Ecevit'i desteklemek amacıyla "Sultan Vahdeddin Han"ın kendi kaleminden "masumiyet"ini şöyle açıklıyor: "Ben, dindar bir insanım. ... Vazifemi çok karmaşık bir dönemde, bir insanın yapabileceği en iyi biçimde tamamladığıma bütün yüreğimle ve kat'iyetle inanıyorum.
İnsanın zaafları da söz konusu... 'Beşer şaşar' ifadesinin doğru olduğunu çok iyi biliyorum ama, aşılması zaten imkánsız olan savaş zamanının engellerini ve daha sonra mütareke ile ortaya çıkan güçlükleri yenemediysem de, memleketimin iyiliği için yapmam gereken herşeyi yaptığımı iddia ediyorum.
Mütareke yıllarında ortaya çıkan bütün fácialara ve olaylara karşı gerçi kalkan olamadım ama paratoner vazifesi gördüm ve öyle zannediyorum ki, bütün musibetleri de üzerime çektim. Kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım. Ama gelin görün ki, bugün yaşayan kurban benim; daha doğrusu fedakárlığın kurbanı!"[7*] Zavallı "Son Yeniçeri"! Onun bu "hicap" duyan sözleri karşısında okuyanların gözleri yaşaracaktır! Böylesine "saygıdeğer", böylesine "fedakar" bir "paratoner" nasıl "hain" olabilir ki!
O ki, "Sultan Vahdeddin Han", "dinin biricik sultanı" Sevr Anlaşmasını ilk eline aldığında "keskin bir acı ve korkulu bir ürperti hissetmiş" birisidir. Bu nedenle "mecburi ve geçici imza taktiğiyle biraz zaman kazanmaya çalışmış" bir "vatanperver"dir.[8*] O ki, "Sultan Vahdeddin Han", böylesine taktiklerle Anadolu Kurtuluş Hareketine "zaman kazandırmış", dolayısıyla Kurtuluş Savaşının zafer kazanmasını sağlamış bir "kahraman"dır!
Böylece "Sultan Vahdeddin Han"ın "hain" olmak bir yana, Anadolu kurtuluş hareketinin "gizli kahramanı" olduğu kendi beyanları ve Bülent Ecevit'in tanıklığıyla kanıtlanmış olmaktadır! "Gündelik yaşamda, herhangi bir bakkal, bir kimsenin olduğunu iddia ettiği ile gerçekten olduğu arasında ayrım yapmasını çok iyi bilir; ama bizim tarihimiz henüz bu basit bilgiye ulaşamamıştır. Bizim tarihimiz, her çağ için o çağın kendisi hakkında söylediklerine ve beslediği kuruntulara hemen inanır."[9*] Tarihin, tarihsel olayların içinde yer alan kişilerin, kendi eylemleri hakkında kendilerinin düşünce ve yargılarıyla açıklanamayacağını ünlü tarihçi E. H. Carr şöyle açıklar: "Tarihin, 'insan niyetleriyle açıklanması' ya da kişilerin kendi dürtüleri hakkında kendilerinin söyledikleri ya da 'bireylerin kendilerine göre nedenleriyle davranmış oldukları' temeline dayanarak yazılabileceğini ileri sürmek, ortada apaçık duran gerçeğe karşı çıkmaktır. Tarihin olguları, gerçekten de insanlar hakkında olgulardır, ama bireylerce, yalıtlanmış olarak yapılmış davranışlar ya da bireylerin gerçek yahut hayali olarak kendilerini öyle hareket ettirdiğini sandıkları dürtüler hakkında olgular değildir. Bunlar, bir toplum içinde bireylerin birbirleriyle olan ilişkileri ve bireylerin kendi istedikleri amaçlardan çoğu kez değişik, bazen de bunlara tam karşıt sonuçları olan birey davranışlarından oluşan toplumsal güçler hakkındaki olgulardır."[10*] Marks'in sözleriyle ifade edersek, "İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar." Engels'in deyişiyle, "İnsanlar, her biri bilinçli olarak istedikleri kendi amaçlarını izleyerek, bu tarih nasıl bir biçim alırsa alsın, kendi tarihlerini yaparlar, ve işte bu başka başka doğrultularda etki yapan sayısız iradenin ve bunların dış dünya üzerindeki çeşitli yankılarının bileşkesi, tarihi oluşturur."[11*] Dolayısıyla belirli bir tarihsel dönem ele alındığında, bu tarihsel dönemde yer alan insanların tek tek istekleri ve iradeleri tarihi oluşturmaz. Çoğu durumda bireylerin eylemlerini yöneten düşüncelerine karşın, eylemleri bambaşka sonuçlar ortaya çıkarır. Tıpkı 1977 seçimlerinde mecliste çoğunluğu sağlayamayan Bülent Ecevit'in "moteller"de yapılan "transferler"le hükümet kurması gibi, kendisinin o zamana kadar savunduğu ilkelere aykırı davranışlarda bile bulunurlar. Artan faşist milis saldırılar ve katliamlar ile TÜSİAD patronlarının üretimi durdurmaları karşısında tek çıkış yolunun halkın silahlandırılması olduğunu gördüğünde, "ikinci Kerensky olmayacağım" diyen Bülent Ecevit'in yaptığı şey, 12 Eylül askeri darbecilerini işbaşına getirmek olmuştur.
Bugün Türkiye'nin yakın tarihi yeniden yazılmaya çalışılmaktadır. Ermeni katliamından İttihat ve Terakki dönemine, Osmanlı devlet yönetiminden Anadolu kurtuluş savaşına kadar yakın tarihin bu yeniden yazımıyla, "eski tarih"in üzerinde yükseldiği varsayılan "ulusal devlet" yeniden biçimlendirilmek istenmektedir. İnanılmaktadır ki, insanlar kendilerini bir "şey" olarak düşündükleri için "o şey"e uygun biçimde davranırlar. Örneğin insanlar kendilerinin "laik" bir geçmişe sahip olduklarına inandıkları için "laik"tirler. Dolayısıyla onların davranışlarını değiştirebilmek için, onların "geçmiş"lerine olan inançlarını değiştirmek yeterli olacaktır! "İnsanlar, şimdiye kadar, kendileri hakkında, ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip olmuşlardır. Sahip oldukları ilişkileri, Tanrı hakkındaki, normal insan hakkındaki vb. tasarımlarına uygun olarak düzenlemişlerdir. Kendi beyinlerinin ürünleri, onları yaratan beynin üstüne çıkmıştır. Yaratıcılar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır. Öyleyse onları, boyunduruğu altında ezildikleri kuruntulardan, fikirlerden, dogmalardan, hayali yaratıklardan kurtaralım. Fikirlerin egemenliğine karşı başkaldıralım. Biri, insanlara bu yanılsamaları değiştirip, yerine insanın özüne uygun düşen düşünceler koymayı öğretelim diyor, bir başkası, bu yanılsamalara karşı eleştirici bir tutum almayı öğretelim onlara diyor, bir üçüncüsü ise, bunları kafalarından çıkarıp atmalarını öğretelim diyor ve - bugünkü gerçekliğin böyle çökeceğini iddia ediyorlar...
Bir zamanlar, yürekli adamın biri, insanların, salt yerçekimi fikrine saplandıkları için suda boğulduklarını sanıyordu. Ona göre, insanlar, örneğin, bunun dinsel boşinanlara dayanan bir düşünce olduğunu söyleyerek bu fikri kafalarından çıkarıp atsalardı, ondan sonra artık her türlü boğulma tehlikesinden korunmuş olurlardı. Ömrü boyunca, bütün istatistiklerin, sayısız ve boyuna yinelenen tanıtlarla zararlı sonuçlarını kendisine gösterdikleri bu yerçekimi yanılsamasına karşı savaştı durdu."[12*] Burada yeni tarih yazıcılarının bireysel düşüncelerini ve bu düşüncelerinin ifadesi olan bireysel ya da topluluksal çıkarlarını bir yana bırakarak, yapmak istediklerini şöyle özetleyebiliriz:
Bu ülkenin insanları, kendilerinin boğulmasına yol açan "yanlış tarih bilgisi"nden kurtarılacak olurlarsa, Ermenilere, Pontus Rumlarına ve diğer azınlıklara karşı soykırım yaptıklarını; Anadolu'nun gerçek sahibi olmayıp, bu toprakların işgalcisi olduklarını; Osmanlıların bin yıl değişik dil, din ve ırktan insanları "ahenk" içinde bir arada tuttuğunu kabul ederlerse "yerçekimi" düşüncesinden kurtulmuş olacaklardır. Dolayısıyla bir daha "boğulma" tehlikesini yaşamayacaklardır. Bu topraklar üzerinde, bu "coğrafya"da binlerce yıl dostluk ve barış hüküm sürecektir. Rum Türk'e, Türk Ermeni'ye, Kürt Türk'e, Türk Kürt'e düşman olmayacaktır.
"Böyle olsun" diyecektir Anadolu insanı, yüzyılların ezilmişliğiyle ve bu ezilmişliğin getirdiği yorgunlukla. Eğer "tüm sorunlar", "Sultan Vahdeddin Han"ın "hain" olmadığının kabul edilmesiyle çözümlenecekse, varsın "hain" olmasın diyeceklerdir. Eğer 1919-1922 Kurtuluş Savaşı, Anadolu'nun "Türkler tarafından ikinci kez işgali" olduğunun kabul edilmesiyle "sorunlar" halledilecekse, ikinci kez "işgalci" olmayı da kabul edeceklerdir. Hatta "Ermeni soykırımı"nı kabul ettikten sonra "soykırım tazminatı" olarak toprak verilmesi gerekirse, gecekondusunun karşısındaki "kamu arazisi"nin onlara tahsis edilmesinden de hiçbir rahatsızlık duymayacaktır. Yeter ki kendilerine de gecekondusunun tapusu verilsin.
Onlar, alışılagelmiş sol söylemle ifade edersek, "yol, su, elektrik, kanalizasyon, iş ve aş" istemektedirler. Kendi yaşadıkları topraklarda yoksulluktan, aşağılanmaktan, devlet memurları tarafından adam yerine konulmamaktan şikayetçidirler. Eğer "Sultan Vahdeddin Han" "hain"likten kurtarılınca kendilerinin bu "sorunlar"ı sona erecekse, "Sultan Vahdeddin Han"ı cumhurbaşkanı bile yapmaya razı olacaklardır.
Onlara denildi ki, yabancı sermaye iyidir, yabancı sermaye ne kadar çok gelirse, o kadar çok iş ve aş olacaktır. Ve onlar sessiz biçimde bu söylenenleri kabul ettiler.
Onlara denildi ki, "kamu kuruluşları" özelleştirilmelidir. Aksi halde bu "kamu kuruluşları"nın zararlarını ödemek zorunda kalacaksınız. Bu da sizlerin daha fazla vergi ödemesi, daha az gelir sahibi olmanıza yol açacak. Bunu da kabul ettiler.
Onlara hep söylenildi ve onlar hep söylenilenleri sessizce kabul ettiler.
Şimdi oyunun son perdesine gelindi. Maddi dünyadan "manevi dünya"ya geçildi. Her zaman olduğu gibi "globalizm" dünyasının yeni işbirlikçileri küçük-burjuva aydınlarının başını çektiği yeni "tarih felsefesi", "manevi dünya"nın temel taşı yapıldı. "Globalizm" karşısında "Türk ulusal devleti"nin, tanımlanamayan bir "Türk ulusu"na dayanarak daha fazla ayakta duramayacağına inandırılmış küçük-burjuvalar, bu yeni "tarih felsefesi"ne ve onun "popülist tarih" yorumuna dört elle sarıldılar. "Üniter Türk devleti"nin ayakta kalabilmesi için yeni bir temele, daha kapsayıcı bir temele sahip olması gerekiyordu. Ve "din"in böyle bir temel olabileceği düşünüldükçe, "milliyetçilik"in yerine "ümmetçilik" daha kapsayıcı bir temel olarak ortaya çıkıyordu. Ama "ümmetçilik"in "şeriatçı" özü "laik" küçük-burjuvaları korkutuyordu. İşte burada ortaya atılan çözüm "Osmanlıcılık" oldu. Artık "Türk ulusu"nun korkması gereken bir şey kalmamıştı. Yapılması gereken tek şey, cumhuriyetten saltanata, monarşik yönetime geçmekten ibaretti. Bu monarşik yönetim "meşruti monarşi" olmalıydı. II. Abdülhamit'ten Vahdettin'e kadarki dönemde olduğu gibi "meşruti monarşi", yeni Türkiye'nin birliğini ve beraberliğini sağlayabilecek tek çözümdü. Bu çözüme "hilafet" makamı da eklendiğinde, tüm "islam dünyası", Bağdat halısı gibi, Türklerin ayaklarının altına serilecekti. Hem zaten Bulgaristan'da böyle yapılmamış mıydı? Kral ülkesine dönüp, "demokratik" seçimler sonucunda cumhurbaşkanı olup, ülkesinin AB'ye girmesini sağlamamış mıydı?
İşte "Sultan Vahdeddin Han", dinin biricik hanı "hain"likten kurtarılarak "Osmanlı"lığa doğru bir adım daha atılmıştır. Ancak ortada bazı sorunlar vardır. "Neo-Ottoman" devleti için bir "baş" lazımdı. Ama "Osmanlı hanedanı"ndan arta kalanlardan böyle bir "baş" bulmak neredeyse imkansızdı. Avrupa'nın kraliyet ailelerinden yapılacak bir "transfer"le bu sorun çözümlenemeyeceğinden, "baş"sız bir "neo-ottoman" devletine razı olmak gerekiyordu. Bu da, ister istemez "cumhuriyet"in kalması demekti. "Cumhuriyet" yeni "tarih felsefesi"yle yeniden tanımlanmalıydı.
Bu aşamadan sonra iş "felsefe" alanına girdiği için, halkın ilgi alanının dışına çıkar. Felsefe, halkın değil, "felsefeciler"in işidir. Halk denilen insanlar, doğar, büyür ve ölür. Onların "felsefe" yapmaya da, "felsefe" dinlemeye de bilgileri ve zamanları yoktur. Küçük-burjuva aydınlarının ve kendilerini "tarihçi" zannedenlerin tüm inançlarına ve iddialarına karşın, tarihi yapanlar ise onlardır. Ne denli reddedilirse reddedilsin, tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir ve halk, bu mücadelede yer alan "aşağıdaki" sınıfların ortak adıdır. Küçük-burjuva aydınları kendilerini "halkın sözcüsü" olarak ne denli görürlerse görsünler, "toplum mühendisliği" yapabileceklerine ne denli inanırlarsa inansınlar, tarihi yapanlar halklardır. Tarih göstermiştir ki, halkları güdülecek "koyun sürüsü" olarak görenler, her zaman kafalarını iyi korumalıdırlar, aksi halde o güzelim fikirlerle dolu güzelim kafalarını giyotinde kaybetmeleri kaçınılmazdır.
Tarihin bu gerçeğine rağmen, yine "tarih" adına "tarihin yargıçları" ortalıkta dolaşmaya devam etmektedir. Adlarının Murat Belge, Murat Bardakçı ya da Bülent Ecevit, Fettullah Gülen olmasının bir önemi yoktur. Onlar "tarihin yargıçları" olarak görev başındadırlar. Onlara söylenebilecek son söz, ünlü İtalyan burjuva aydını (Gramscici dille ifade edersek "geleneksel büyük aydın") Croce tarafından söylenmiştir: "Suçlamada bulunanlar şu önemli noktayı unutuyorlar ki (ister adliye, ister ahlak mahkemesi anlamına), bizim mahkemelerimiz, yaşayan, eylemde bulunan ve tehlikeli olabilen kimseler için kurulmuş zamanımızın mahkemeleridir; oysa öteki kimseler, kendi zamanlarının mahkemelerinde yargılanmışlardır ve ikinci kez mahkum edilemez ya da bağışlanamazlar. Onlar her ne olursa olsun, herhangi bir mahkeme huzurunda sorumlu tutulamazlar; salt şu nedenledir ki, artık huzura ermiş geçmişin insanlarıdır ve bu sıfatla ancak tarihin konusu olabilirler ve yaptıklarının ruhuna nüfuz eden ve onları anlayan yargıçlar dışında hiç kimse tarafından yargılanamazlar... Tarih anlatıyoruz diye yargıçlık taslayıp, tarihin görevi bu olduğu inancıyla şunu mahkum edip bunu bağışlayanlar ... genellikle, tarih duygusundan yoksundurlar."[13*]
[1*] Marks 1789 Fransız Devrimi'ni şöyle anlatır: "... hareketin gerçek öncüsünü oluşturan sınıf burjuvaziydi. Proletarya ve kentlilerin burjuvaziye dahil olmayan katmanları ya henüz burjuvazininkinden ayrı çıkarlara sahip değillerdi, ya da henüz bağımsız olarak gelişmiş sınıflar ya da sınıfların alt-bölümlerini oluşturmuyorlardı. Bundan ötürü, örneğin Fransa'da, 1793'ten 1794'e kadar olduğu gibi, burjuvaziyle karşı karşıya geldiklerinde, burjuvaziye özgü bir biçimde olmasa bile, yalnızca burjuvazinin çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşım verdiler. Tüm Fransız terörizmi, burjuvazinin düşmanlarıyla, mutlakiyet ile, feodalizm ile ve darkafalılık ile avamca hesaplaşmaktan başka bir şey değildi." (Marks, "Burjuvazi ve Karşı-Devrim", Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 171.) [2*] Ayşe Düzkan, kendi tanıtımıyla "radikal feminist", Radikal gazetesi yazarı, ÖDP'li ve "2005 Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilen 1000 kadından biri". [3*] "Marie Antoinette", Aykırı Yayıncılık, Aralık 2003. [4*] "Silahlı kuvvetlerin belirli bir noktada toplanması başlı başına bir muharebeyi mümkün kılar, fakat bu o muharebenin mutlaka cereyan edeceği anlamına gelmez. Şimdi bu olanağa bir gerçek, bir fiili durum gözü ile bakmak gerekir mi? Kuşkusuz. Çünkü sonuçları bakımından öyledir, ve bu sonuçlar, ne olurlarsa olsunlar, kendilerini göstermemezlik edemezler. İmkan dahilindeki çarpışmalara, sonuçları bakımından, gerçek çarpışmalar gözü ile bakılmalıdır." (Clausewitz, Savaş Üzerine, s. 210, May Yay.) [5*] Ertuğrul Osman, "Son Osmanlı Anlatıyor", Zaman, 3 Ağustos 2004. [6*]Zaman, 16 Temmuz 2005. [7*] Murat Bardakçı, Hürriyet, 24 Temmuz 2005. [8*] Murat Bardakçı, Hürriyet, 24 Temmuz 2005. [9*] Marks-Engels, Alman İdeolojisi. [10*] E. H. Carr, Tarih Nedir?, s. 62-63. [11*] Engels, Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 56. [12*] Marks-Engels, Alman İdeolojisi. [13*] B. Croce, History as the Story of Liberty, s. 47.